BLOG

/ Blog
18 Şubat, 2025

Galerilerden Beğendiğiniz Bir Sanat Eseri Nasıl Satın Alınır?

Galerilerden Beğendiğiniz Bir Sanat Eseri Nasıl Satın Alınır?


Decollage Art Space  |  Ed. Seda İstifciel



"Bana göre sanat, yalnızca risk almaya istekli olanlar tarafından keşfedilebilen, bilinmeyen bir dünyaya yapılan bir maceradır."

Mark Rothko


Herkesin merak ettiği ve bize de sıkça gelen sorulardan yola çıkarak galerilerden eser satın alma süreçlerinden bahsedeceğiz bugün. 

Sanata biraz meraklı ve ilgili iseniz ilk eserinizi alma heyecanınızı az çok tahmin edebiliyoruz. 

Özellikle ilk kez bir sanat eseri satın alacaklar için bu süreç hem heyecan verici hem de biraz göz korkutucu olabiliyor. Galerilerden eser satın almanın inceliklerini, adım adım izlemeniz gereken süreçleri ve dikkat edilecek püf noktalarını sizler için derledik. İlk ciddi satın alımınızı yapmadan önce size rehber olacak bu bilgileri okuyarak kendinizi bu süreçte daha donanımlı ve bilinçli kılabilirsiniz. 

İlk Sanat Eserinizi Almadan Önce Bilmeniz Gerekenler:

Çok sık karşılaşılan sorulardan birkaçını cevaplayarak başlayalım.

Bir galeride görülen tüm eserler satılık mı? 

Galerilerde gezerken gördüğünüz tüm eserler genelde satılma amacıyla sergilenmektedir. Bazı özel durumlar dışında. Bazen koleksiyonu tamamlamak için koleksiyonerlerden sergilemek amacıyla galeriler eserleri alabilir fakat bunlar satışa sunulmayan eserlerdir. 

Sanat eserini galeri aracılığıyla almak mı yoksa doğrudan sanatçıya ulaşmak mı?

Sergi sürecinde görüp beğendiğiniz eserler galeri ile resmi olarak anlaşmalı olduğu için satın alma sürecini galeri aracılığıyla yapmanız gerekmektedir. Bir sergide görüp beğendiğiniz sanatçının diğer işlerini merak ederseniz onu sosyal medya hesabından takip edebilir diğer işlerini inceleyebilir, sergi dışında yer alan eserleri hakkında sanatçı ile iletişime geçerek doğrudan sanatçı aracılığıyla da satın alma sürecini gerçekleştirebilirsiniz.

Satın alınan eser hemen alınabiliyor mu eğer sergi devam ediyorsa sergi bitiminde mi teslim ediliyor? 

Bir sergi sürecinde eser beğenip satın almaya karar verdiğinizde şunu bilmenizde fayda olacaktır. Sergilenen eser asla hemen size teslim edilmez. Sergi bitiş tarihi sonrasında galeri ile haberleşerek eserinizi teslim alabilirsiniz.

Eserlerin hemen yanında yer alan bilgi künyelerindeki kırmızı noktalar ne anlama geliyor? 

Galerilerde sergi ziyaretleri sırasında bazı eserlerde kırmızı veya farklı renklerde küçük etiketler görmüşsünüzdür. Bunlar eserin satılmış veya ayırtılmış olduğu anlamına gelir. Böyle eserler gördüğünüzde sergi ile ilgili kişiden bilgi talep edebilirsiniz.

Adım Adım Galerilerden Sanat Eseri Satın Alma Rehberi:

Şimdi sizlerle ilk satın alımınızı yapmadan önce izleyeceğiniz adımları paylaşacağız.

1.Sergi ziyaretini mutlaka kendiniz yapın. 


Çevrimiçi sanat satın almak mı sergi gezerken eser seçmek mi? İlk olarak bu ayrımı netleştirerek başlayalım. Müzayedeler veya galerilerin online art shop’larından eser beğenip satın alabilirsiniz. Tabii bunun bazı handikaplarını göze alarak… İnternette gezerken karşımıza birçok sanat sitesi çıkıyor artık. Bu kabul ediyoruz ki hiç yorulmadan eser keşfetmenin en kolay yolu. Fakat buradaki handikap eserin ekrandan göründüğü gibi olup olmayacağı ikilemidir. Gerçek renklerin ne kadarı ekrandan size geçiyor? Onu canlı olarak gördüğünüzde de aynı duyguları hissedecek misiniz?

Bu gibi belirsizlikleri yaşamamak için eser ile temas etmek, onu deneyimlemek yakından gördüğünüzde size neler hissettirecek gözlemlemek için sergi ziyaretlerini bizzat kendiniz yapmaya özen gösterin. 

Galeri gezmek farklı sanat eserleri ile temasta olmak size neyi sevip sevmeyeceğiniz konusunda da fikir verecektir.

2.Kırmızı noktalı eserleri hayal panonuzdan çıkarın.

Gezdiğiniz sergide bir eseri çok beğendiniz ve etkilendiniz diyelim. O eser eğer kırmızı nokta ile işaretlenmişse hemen hayal kurmayı bırakın. Ve rotanızı başka eserlere doğru yeniden oluşturun!

3.Eser skalanızı yağlıboya tabloların dışına çıkarın.

Burada herkesin ilk aklına gelen ve artık genelleşen bir alışkanlığa dikkat çekmek istiyoruz. Resim veya sanat eseri sadece yağlı boya olmalıdır gibi yanlış bir algıya kapılmayın. Özgün baskı sanatlarına ait eserler gravür, litografi, serigrafi, edisyonlu fotoğraflar ve enstalasyonlar da eğer siz de bir duygu veya hisse dokunduysa ilk sanat eseri alımınızı bu eserlere bir şans vererek yapabilirsiniz.

4. Sadece sevdiğiniz ve ileride değer kazanacak sanat eserini alın. 

Bir eser almaya niyetlendiyseniz ona şu düşünce ile yaklaşmaya çalışın:

“Bu resmi her gün görmek beni mutlu edecek mi?”

Eserin sizin zevkinize evinizdeki eşyalar ile uyumuna odaklanın. İlk düşünceniz asla alayım ilerde değerlenir ve satarım olmamalı. Tabii sevdiğiniz eserlerin zamanla değer kazanabilecek yatırımlık eserler olmasına da dikkat edin. Sanat eserlerinin zamanla değer kazanan ürünler olduğunu unutmayın. 

5. Eserin orijinallik sertifikasını mutlaka isteyin.

Alacağınız eserin doğrudan o sanatçı tarafından üretildiğinin belgesi olan orijinallik sertifikaları eserin hem değerini gösterir hem de benzersiz olduğunun kopya olmadığının bir kanıtıdır. Galeriler aracılığıyla satılan tüm eserler sertifikalıdır. Ve size teslim edildiğinde bu orijinallik sertifikası ile verilir. Olası bir unutkanlık durumuna karşı siz bu konuda bilgi sahibi olun ve aldığınız yere hatırlatmayı ihmal etmeyin.

6.Alacağınız eserin sanatçısı hakkında mutlaka bilgi isteyin.

Çünkü sanatçının hayatı ve yolculuğu sanatının bir parçasıdır. Bu sanatçının resme ne zaman başladığı, resminin ayırt edici özellikleri ve hayatı hakkında ne kadar çok şey öğrenirseniz eser ile kuracağınız bağ da artacaktır.

7.Bütçenize karar verin.

Eser seçimi yapmadan önce ödeme sınırınızın aralığını belirlemek önemlidir. Bu eser seçiminize de yön verecektir. Kafanızda bir bütçe belirleyerek bu segmentteki eserlere yoğunlaşabilir böylece bütçenizi aşmayacak bir seçim yapabilirsiniz.

Neden Bir Sanat Eseri Satın Almalısınız?


Sanat zamanla değer kazanan bir yatırımdır.

Evinize güzel ve size anlamlı gelen bir sanat eseri almak için koleksiyoner olmanız gerekmiyor. Koleksiyoner olmadan da bir profesyonel gibi sergi ve galerileri gezip bilgi alabilir, bu alanda pratik sağlayabilirsiniz. Ayrıca bir sanat eseri satın almak ve ona sahip olmak her gün keyfini çıkarabileceğiniz bir deneyimdir.

Decollage Art Space'de mutlaka size uygun bir eser bulabilir, sergilerimizi gezerek bu keşfe başlayabilirsiniz.




Devamını Oku

17 Şubat, 2025

Renk, Ses ve Formun Sınırlarında

Renk, Ses ve Formun Sınırlarında

Eda Çamlı  |  Ed. Seda İstifciel

Haftalık Sanat Haberleri (17 Şubat-27 Şubat) :

Yeni ve En Yeni Müzik Festivali Arter’de Başlıyor

Matthias Osterwold’un sanat yönetmenliğinde düzenlenen Yeni ve En Yeni Müzik Festivali, 20-23 Şubat tarihleri arasında Arter’de müzikseverlerle buluşuyor. Bu yıl altıncı kez gerçekleşecek festival, yenilikçi müzik anlayışının sınırlarını genişleten performansları, deneysel ses arayışlarını ve disiplinlerarası işbirliklerini bir araya getiriyor.

Festivalin açılışını, Erwan Keravec yönetimindeki Bretonyalı gayda topluluğu Sonneurs gerçekleştirecek. Türkiye’de ilk kez sahne alacak olan topluluk, geleneksel çalgıların çağdaş müzikle kurduğu diyalogu gözler önüne seriyor.

Yeni ve En Yeni Müzik Festivali, çağdaş müzik sahnesinin avangard temsilcilerini, radikal ses sanatçılarını ve yeni teknolojilerle şekillenen üretimleri bir araya getirerek ses yerleştirmelerinden konserlere, intermedya performanslarından DJ setlerine uzanan geniş bir program sunuyor. Festivalde Alvin Curran, Charlemagne Palestine, Audrey Chen & Hugo Esquinca, Jessica Ekomane, Viola Yip, Rrose & Ali M. Demirel ve Black Page Orchestra gibi uluslararası sanatçılar sahne alacak.

Arter’in 2020 yılında başlattığı ve her yıl zenginleşen içeriğiyle ses sanatının farklı yönlerini keşfetmeye davet eden festival, deneysel müziğin sınırlarını zorlamak isteyen dinleyicilere benzersiz bir deneyim sunmayı hedefliyor.


 *Görsel, arter resmi web sitesinden alınmıştır.

Abdo Yalçınkaya’dan “Supernatura”

Labirent Sanat, Abdo Yalçınkaya’nın insan, doğa ve şehir temalarını farklı anlatım biçimleriyle ele aldığı “Supernatura” başlıklı kişisel sergisini 15 Mart’a kadar sanatseverlerle buluşturuyor. Yalçınkaya, eserlerinde insan yapımı tasarımların ve teknolojik araçların doğayla kurduğu gerilimli ilişkiyi gözler önüne sererken, militarizmin toplumsal etkilerini ve tüketim kültürünün sürdürülemezliğini sorguluyor.

Sanatçının resimleri, figüratif anlatımın güçlü bir yorumunu sunarken, Neo-Ekspresyonizm ve Pop-Art gibi akımlardan izler taşıyor. Yoğun renk kullanımı, dinamik kompozisyonlar ve katmanlı görselliğiyle dikkat çeken eserler, bireysel olduğu kadar toplumsal eleştiriyi de merkezine alıyor. Yalçınkaya, kent yaşamının karmaşasını, doğanın dönüşümünü ve insanın bu süreçlerdeki yerini çarpıcı bir biçimde yansıtıyor.

Sergi ismini, Fransız müzisyen Cerrone’un distopik disko şarkısı Supernature’dan alıyor. Bu referans, insan müdahalesinin doğal döngüyü nasıl değiştirdiğine dair ironik bir vurgu niteliği taşıyor. Yalçınkaya, eserlerinde bireysel hikâyelerden yola çıkarak kolektif bir anlatı kuruyor ve izleyiciyi de bu tartışmanın bir parçası olmaya davet ediyor.

Sanatçının çalışmaları, sadece görsel bir deneyim sunmakla kalmayıp, çağımızın ekolojik ve politik meseleleri üzerine de düşündürmeyi amaçlıyor. Eserlerinde doğa ve şehir arasındaki dengeyi irdeleyen Yalçınkaya, izleyiciye adeta bir gelecek öngörüsü sunuyor. “Supernatura” sergisi, hem sanatsal hem de düşünsel açıdan etkileyici bir deneyim vadediyor ve 15 Mart’a dek Labirent Sanat’ta görülebilecek.


 *Görsel, labirant sanat resmi Instagram sayfasından alınmıştır.

Osamu Kobayashi'nin İlk İstanbul Sergisi: "Bahçedaş" Dirimart'ta

Brooklyn merkezli sanatçı Osamu Kobayashi, "Bahçedaş" başlıklı ilk kişisel sergisiyle 20 Şubat - 9 Mart tarihleri arasında Dirimart'ta sanatseverlerle buluşuyor. Soyut sanatta kendine özgü bir dil oluşturan Kobayashi, minimalist formlar, cesur renkler ve akıcı fırça hareketleriyle optik derinlikler yaratarak izleyiciyi hayali manzaraların içine çekiyor.

Serginin adı, "bedfellow" kelimesinden esinlenerek "bahçe" ve "yoldaş" kavramlarını birleştiriyor. Kobayashi, bu metafor aracılığıyla geleneksel florayı soyut formlara dönüştürürken, doğal öğeleri geometrik sadelikle yorumluyor. Sergide yer alan sekiz eser, doğanın ritmini soyut bir estetikle çözümleyerek geleneksel çiçek tasvirlerine farklı bir bakış sunuyor. Uzun saplı ve tek bir çiçekle taçlandırılmış beş eser ile çiçeklerin yukarıdan görünüşlerini konu alan üç eser, sanatçının soyutlama tekniklerini çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor. Kobayashi'nin dinamik ve katmanlı kompozisyonları, renk ile biçim arasındaki etkileşimi öne çıkarırken, izleyiciyi yeni bir algı düzlemine davet ediyor. "Bahçedaş", sanatçının yalın ama etkileyici anlatım diliyle, doğa ve sanat arasındaki sürekli dönüşüme dair yeni bir perspektif sunuyor.

Sanatseverler, Osamu Kobayashi’nin "Bahçedaş" başlıklı bu özgün sergisini 20 Şubat - 9 Mart tarihleri arasında Dirimart Pera’da ziyaret edebilir.

 



Devamını Oku

14 Şubat, 2025

THE BRUTALIST: Travmanın Mabedi mi? Cinsel Bir Gerilim mi?

THE BRUTALIST: Travmanın Mabedi mi? Cinsel Bir Gerilim mi?

Eren Can Altay  |  Ed. Seda İstifciel

Geçtiğimiz 2024 yılının sinema ve mimarlığın kesişimi bakımından verimli bir yıl olduğu söylenebilir. Her ne kadar mimari her zaman sinemaya içkin bir disiplin olsa da kimi zaman bu bağ daha görünür olur. Bu yıl, mimarlığın ya da daha doğrusu mimarın, üst düzey bir sinema filminin ana konusu olduğuna ikinci kez şahit olduk.

İlk deneme olan Coppolo’nun Megalapolis’i bekleneni verememiş ve seyirciyi hayal kırıklığına uğratmıştı. İkinci deneme olan, Brady Corbet’in yönetmen koltuğunda oturduğu, The Brutalist ise çok daha iddialı ve cüretkar bir yapım olarak geçtiğimiz haftalarda vizyona girdi. Venedik Film Festivali’nden Gümüş Aslan ile dönen yapım, 10 dalda Oscar adayı gösterilmesiyle daha vizyona bile girmeden ilgiyi üzerine çekmişti. 

Şu ana kadar seyirciyi ve eleştirmenleri memnun eden bir film gibi dursa da, filmin beni kişisel olarak tatmin edemediği birçok yönü bulunuyor. Genel tartışmalar filmin mimari yönüne değinse bile, bu tema, filmin ana merkezi olmaktan ziyade bir unsuru gibi duruyor. Elbette ki bu durum negatif bir şey olarak algılanamaz, zira anlatılmak istenen mimari bir tarzdan ziyade, 2.Dünya Savaşının vahşetinden kaçan bir Yahudinin, Amerika’da tutunma mücadelesi. Corbet’in kendi deyimiyle film bir jenerasyonun travması ve Amerikan rüyasının eleştirisi niteliğinde.


Adrian Brody’nin (En İyi Aktör dalında Oscar adayı) canlandırdığı Macaristanlı bir yahudi olan Mimar László’nun, 2. Dünya savaşının ardından Amerika’ya göçmesi ile başlayan film, karakterin buradaki yaşam mücadelesine odaklanıyor. Yine Amerika’da yaşayan kuzeninin işleri dolayısıyla zengin bir sanayici olan Van Buren (Guy Pearce-En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında Oscar adayı) ile tanışması sonucu mesleğini tekrar yapmaya başlayan László, hikayenin de çevresinde geliştiği anıtsal bir topluluk merkezi yapmak için görevlendirilir ve film bu izlek üzerinde mimar işveren, mimarlık burjuvazi, yabancı yerli gibi ilişkileri irdeleyerek ilerlemeye devam eder. 

Genel yorumlar her ne kadar brütalist mimarinin ve onun sert ve kaba tarzının, László’nun jenerasyonunun travmalarını sembolize etmek için fiziksel bir mabet olduğu yönüne odaklansa da, filmin başından sonuna kadar hikayeyi takip eden bir cinsel tansiyon, filmi anlamlandırmaya çalışan izleyicinin aklının bulanmasına sebep olur. 3,5 saatlik bu uzun filmin daha başlangıç sahnelerinde László’nun cinsel açıdan iktidarsızlığının belirgin edilmesi, karakter hakkında bilgi toplamaya çalışan seyircinin aklında erken bir anekdot yerleştirir. Hikayenin geri kalanında da bir çok defa referans konusu olan cinsellik irili ufaklı patlama noktaları oluşturarak, filmin gidişatındaki ana noktalarda her zaman kendine bir yer buluyor. Bazen çok açıktan bazense arka planda işleyen bu tema her zaman bir cinsel tansiyonun hissedilmesine neden oluyor ve bu tansiyonun rahatsız edici bir yönde olması, filmin verdiği histe bir rahatsızlık yaratıyor (en azından kişisel olarak böyle hissettim). Bu his, eğer kararlı bir şekilde verilmek istenseydi herhangi bir soru işareti yaratmadan kabul edilebilecekken, hikayenin ilerleyişindeki kararsızlıklar ve bütünleşemeyen kavramlar sebebiyle, filmden ayrı ilerleyen bir konu olarak bir köşede bekliyor. 


Mimari bir konuya da gönderme yapılabileceğini düşündüğüm bu konu aslında çok da sevmediğim bir mimari görüşüne zorlama bir okuma ile bağlanabiliyor. Mimariyi kadınlık ve erkeklik üzerinden anlamlandırmaya çalışan bir okuma, yapıların kadınsal ya da erkeksel formları olabileceği görüşünü öne sürer. Bu bağlamda daha amorf, akıcı ve yumuşak formlara sahip yapıların “kadınsal” özellikler gösterdiği, daha sert ve keskin hatlı yapıların ise “erkeksi” yapılar olduğu öne sürülür. Bu düşünceyi, batı dillerinin cinsiyet bazlı kurallara sahip olmaları sebebiyle bir bağlama oturtabiliyorum. Öte yandan bizimkisi gibi cinsiyetsiz dillerde bir nesnenin kadınsallığı ya da erkekselliği çok da mantığa oturan durumlar olmuyor. Yine de László’nun brütalist yapısının göğe uzanan parçası bir fallik obje olarak düşünülebilir ve bu sert ve keskin hatlı yapının, bu fallus eklentisi ile László’nun filmin başından beri vurgulanan cinsel iktidarsızlığını reddeden ya da bu eksikliği gidermeye çalışan bir yapı olarak mekanda dikildiği okuması yapılabilir. Ancak bu durum böyle olsun ya da olmasın, her halükarda filmin geri kalanı ile kopuk bir bağlam yaratıyor. 

Aynı tamamlanamamışlık, filmin Oscar adayı gösterildiği bir diğer dal olan “En İyi Görüntü Yönetimi”nde de kendisini gösteriyor. Etkileyici görseller film boyunca belirli sekanslara sıkıştırılmış paketler halinde izleyicinin karşısına çıkıyor. Filmin bütününe yayılamayan bu paketler, filmin içinde küçük sergiler olarak yer alıyor sanki. Ele aldığı birçok tema, yöntem ve anlatının doğal bir şekilde bir araya getirilememesi filmin bütünün tek bir parça olarak doyurucu bir tat vermesi önünde engel oluşturuyor. 

Ancak yine de son karar size ait olacak. Bu kadar ses getiren bir yapımın bu kadar fazla adaylığı varken, izlenmemesi çok da mantıklı sayılmaz. Bu sebeple hepinize iyi seyirler diliyorum. 

Görseller  https://www.upig.de/micro/der-brutalist  adresinden alınmıştır. 


Devamını Oku

12 Şubat, 2025

Muskat: Kutsal Bir Yalan Olarak Annelik

Muskat: Kutsal Bir Yalan Olarak Annelik

Hakkı Yüksel  |  Ed. Seda İstifciel

Günlerden bir gün, Balkanların heybetlisi Şar Dağları büyük bir gürültüyle yere eğilmiş ve sürülerini otlatan üç genç çobanı tuzağa düşürüp esir almış. Biçare çobanlar özgürlükleri için günlerce dua etmişler. Sonunda kutsal dağ dile gelmiş ve çobanlardan birini serbest bırakacağını söylemiş. Çobanlar ona yalvarmaya başlamışlar. Birinci çoban, “Beni bırak Şar Dağı, benim gencecik karım var, yeni evlendim. Bana çok üzülür.” demiş.  İkinci çoban, “Benim, beni canından çok seven kız kardeşim var. Benim için çok ağlar, yataklara düşer Ne olur sal beni.” diye yalvarmış. Üçüncü çobansa “Beni bırak Şar Dağı! Çünkü benim bir yaşlı annem var. Benim için kahrolur.” diye haykırmış. Şar Dağı düşünmüş, taşınmış ve şöyle bir karar vermiş. Demiş ki: “Karın çok üzülür, üzülür ama üzüntüsü altı ay sürer. Kız kardeşin yas tutar. Ama bir yıllıktır matemi. Anne… Anne sonsuza kadar ağlar. Mezara taşır yasını.” Ve üçüncü çobanı serbest bırakmış.

Annemi ne zaman kızdırsam anneannem beni bir köşeye çeker ve yukarıdaki Makedon efsanesini anlatırdı. Ne mesaj çıkartmalıydım bu efsaneden? Yüceler yücesi Şar Dağları bile anne karşısında dize gelir, yumuşar. Çoban, annesi sayesinde üzerindeki koca dağ yükünden kurtulur.

Gerçekten bir anne sevgisi her zaman kutsal ve özgürleştirici midir? Aksel Bonfil’in yazıp yönettiği Muskat adlı oyun bu efsaneyi ters yüz eden bir perspektif sunuyor. Oyundaki ana karakter Yaşar’ın kaderini biraz üçüncü çobana benzettim. Koca bir dağın yükünden kurtulup özgür kaldığını sanan çoban daha büyük, dağa ağır, daha boğucu bir yükün altına girer aslında: Annelik! 

Kapitalist toplumlarda aile sadece duygusal ve biyolojik bir yapı değil, aynı zamanda sistemin sürdürülebilirliği için vazgeçilmez bir ekonomik ve toplumsal mekanizmadır. Toplumsal disiplin ve istikrarı sağlamak, emek gücünü yeniden üretmek ve kendi başına bir tüketim birimi olarak aileye ihtiyaç duyulur. Dolayısıyla ona büyük bir kutsiyet atfedilir. Cemaat kültürü ve din de bu kutsiyeti pekiştiren araçlardandır. Ailenin devamını ve iş gücünün çoğalmasını sağlayacak biyolojik kudret olan doğurganlığa sahip annelerse ailenin en önemli parçasıdır. Dolayısıyla toplum öylesine manipüle edilir ki ailenin, annenin kutsallığı tartışmaya kapalıdır. Birey, özgürlüğünü bu kutsiyetin gölgesinde çoğu kez yitirir. Bu sahte kutsallık sahici insan ilişkilerini de zedeler şüphesiz. Muskat tam olarak bu sorgulamayı yapıyor.

Anne, aile, evlilik gibi modern mitleri konu alan; tartışmaya çekindiğimiz meselelere çomak sokan güncel oyun metinlerini çok değerli buluyorum. Aksel Bonfil’in Muskat’ı da böyle bir metin. Muhafazakâr annesi ile Kürt devrimci babası arasında sıkışıp kalmış, kendini keşfetmekte zorlanmış Yaşar’ın hikâyesi, büyüme sancıları, annesiyle kurduğu ilişki aslında empati kurmakta zorlanmadığımız türden bir ilişki. Oyun Yaşar’ın annesini kaybettiği gün başlıyor. “Bugün hayatımın en mutlu günü. Annem öldü.” repliğiyle… Bu replik Camus’nun Yabancı’sını anımsatıyor hemen. Yaşar’ın varoluş mücadelesi ve yabancılaşma hissi düşünüldüğünde oyun, ilk repliğinden Camus ile güzel bir köprü kuruyor. Camus’nun kahramanı Meursault gibi Yaşar da dünyaya yabancılaşmış, annesinin ölümüyle özgürleşeceğini sanırken aslında varoluşunun en büyük çatışmasıyla yüzleşiyor. 50 dakikalık kısacık oyun, hızlı ve yoğun bir bilinç akışı eşliğinde geçip gidiyor. Yaşar’ın açmazları, hayalleri ve sevgi arayışı eşliğinde Paris ile İstanbul arasında sıçrayan bir serüvene tanık oluyoruz. Yaşar Fatih’teki “cehennem” evinden kaçıp Paris’e sığınıyor. Ama sürekli gölgesinde yaşadığı dağ olan annesi ölüp gittiğinde sanki üstüne yıkılıveriyor. Çözemediği travmalar nereye gitse yakasını bırakmıyor. Türkiye’de doğup büyümüş, bir sesinin olduğunu bile çok geç fark etmiş kadının zihin labirentlerinde dönüp duruyoruz. Oyuna adını veren “muskat”sa sırrını finalde çözdüğümüz bir gizem. Sürprizi çok bozmadan, sevginin yanlış kurulma şekli olarak tanımlayabiliriz muskat metaforunu. 


Duygusu çok ağır olan bu oyunu ancak Esra Dermancıoğlu gibi bir oyuncu dengeleyebilirdi. Oynadığı her rolde mizahi bir açık bulup karakterini oradan kuran Dermancıoğlu şahane bir performansa imza atıyor. Oyun boyu asla düşmeyen enerjisiyle bizi duygudan duyguya sürüklüyor. Seyirciyle kurduğu ilişki de alımlayıcıyı hayli etkiliyor. 

Dermancıoğlu, yarım ay şeklinde konumlanmış sekiz floresan lambanın ortasında, çok yalın bir dekorun içinde oyununu sahnelerken Arek Nişanyan’ın başarılı ışık tasarımıyla lambalar da Esra Dermancıoğlu’na eşlik eden yardımcı oyunculara dönüşüyor. Anlatıya uygun şekilde renk değiştiren lambalardan bir tanesi anne rolünü üstleniyor. Sahnedeki bu başarılı ışık dramaturjisi oyunu son zamanlarda hayli artan tek kişilik anlatı tiyatrosu repertuvarımızda özgün bir yere konumlandırıyor.

Dermancıoğlu’nun kostümünün de doğru bir tercih olduğunu söylemeliyim. Siyah ve düz bir tulum elbise, yerinde durmayan oyuncunun hareket kabiliyetini hiçbir şekilde sınırlandırmıyor. Son derece yalın olması seyirci tarafından anlatılan hikâyeye odaklanılmayı kolaylaştırıyor. Kostümdeki yalınlık ve siyahlık bir yandan matem havasını taşırken diğer yandan da çocuklukla bağını koparamamış şirin bir kızın varlığını sahnede hissetmemizi sağlıyor. Ancak kafasının üzerinden sarkan mikrofon, sahneye dair tüm dikkati dağıtıyor. Empati kurmaya çalıştığımız karaktere karşı bir yabancılaşma yaşatan bu mikrofon daha iyi gizlenebilir. Belki de bu denli dramatik bir öykü için mekanik bir ses gereksiz bir mesafe yaratıyordur. Dermancıoğlu’nun güçlü sahne hakimiyeti düşünüldüğünde, mikrofona ihtiyaç duymadan da anlatının etkisini artırabileceğine inanıyorum. Oyuncunun doğal sesini duymak, anlatının duygusunu daha doğrudan hissettirebilirdi. Gerçi mikrofon birkaç sahnede bazı ses efektleriyle anlatımı güçlendiriyor. Ama yine de mikrofonu görmemeyi tercih ederdim. Bununla birlikte oyunun müzikleri, ses tasarımı ve Esra Dermancıoğlu’nun tüm enerjisiyle dans edip söylediği şarkılar da gayet başarılıydı.

Oyunda geçen şu replik beni hayli düşündürdü: “Bir parkta rastlaşıp bir bankta oturup tanısaydım da seni sever miydim anne?” Zorunlu sevgiler, mecburiyetten ilişkiler toksikleşir. Sevginin bilinçli çaba ve özveri gerektirdiğini söyleyen Erich Fromm, Sevmek Sanatı adlı meşhur çalışmasında anne sevgisinin çocuğun bağımsızlığını desteklemesi gerektiğini vurgular. Bencil ve sahiplenici bir anne sevgisinin zararlarından bahseder. 

Bizim toplumumuzda da annelik bir dağ gibi kutsal ve güçlü kabul edilir. Ama çoğu zaman o dağ, bir çığ gibi çocuklarının üzerine çöker. Muskat, anne-kız ilişkisini merkeze alarak sevgi, özgürlük ve bireyselleşme üzerine güçlü tespitlerde bulunan, kısacık bir süre içinde büyük tartışmalara gebe olabilecek yoğun ve felsefi bir metinle ama yalın bir dille sevginin kendiliğindenliğini vurgulayan tertemiz bir oyun. Oyun, anneliğin kutsallığını sorgularken, sevginin gerçekten ne olduğunu da yeniden düşünmemizi sağlıyor. Bu cesur ve düşündürücü oyunu kaçırmamalı.

Not: Fotoğraflar kadar.ist instagram hesabından alınmıştır. 



Devamını Oku

11 Şubat, 2025

Zamana Kayıt Düşenler

Zamana Kayıt Düşenler

Eda Çamlı  |  Ed. Seda İstifciel

Haftalık Sanat Haberleri ( 10 Şubat -17 Şubat) :

Neş’e Erdok’un Son Dönem Eserleri Yapı Kredi Bomontiada’da

Türk resminin en güçlü figüratif sanatçılarından Neş’e Erdok, 37. kişisel sergisiyle izleyiciyle buluşuyor. Sanatçının son iki yıl içinde ürettiği eserlerden oluşan sergi, 20 Şubat – 8 Mart tarihleri arasında Yapı Kredi Bomontiada’da sanatseverlerle buluşacak.

Neş’e Erdok, yarım asrı aşan sanatsal üretimi boyunca insan figürüne ve gündelik hayatın içinden sahnelere odaklanan eserleriyle tanınıyor. Kendi özgün renk paleti ve figür anlayışıyla, bireyin iç dünyasını resimlerinde görünür kılan sanatçı, zamanın ruhunu yakalayan bir gözlemci olarak çalışmalarına devam ediyor. Son sergisinde de tanıklık ettiği insan manzaralarını ve toplumsal meselelere dair gözlemlerini tuvallerine taşıyan Erdok, izleyicilere bir anlamda görsel bir günce sunuyor.

Sanatçının kendine özgü estetiğiyle biçimlenen bu sergide, portreler ve figürler aracılığıyla duyguların ve hikâyelerin derinliklerine iniliyor. Erdok’un eserleri, bireyin yalnızlığı, insan ilişkileri ve toplumsal dönüşümlere dair katmanlı okumalar sunarken, resimleri birer anlatı sahnesine dönüştürüyor.

Kimi zaman tanıdık, kimi zaman anonimleşmiş yüzler aracılığıyla insan doğasının evrensel hâllerini yansıtan sanatçı, izleyiciyi kendi tanıklıklarını ve duygularını sorgulamaya davet ediyor. Yapı Kredi Bomontiada’daki bu özel seçki, Neş’e Erdok’un zamana kayıt düşen sanatsal pratiğine yeni bir pencere açıyor.

 

*Görsel, NTV resmi web sitesinden alınmıştır.


Solo Botter: Burhan Uygur

Casa Botter, Levent Çalıkoğlu küratörlüğünde gerçekleşen “Botter Sergileri” serisinin dördüncü durağında, Burhan Uygur’un sanat pratiğine odaklanan Solo Botter: Burhan Uygur sergisine ev sahipliği yapıyor. 20 Mayıs’a kadar devam edecek sergi, sanatçının duygu ve anılar arasında köprü kuran eserleri üzerinden, hayatı bir sanat pratiğine dönüştürme yaklaşımını inceliyor.

Asistan küratörlüğünü İrem Büşra Coşkun’un üstlendiği sergi, 1992 yılında kaybettiğimiz Burhan Uygur’un sanatsal mirasını çok yönlü bir anlatıyla izleyiciye sunuyor. Uygur’un, boyayı katman katman işleyerek, çizgileri melankoli ve coşku arasında hareketlendirdiği eserleri, yaşadığı anların ruhunu resimlerine taşıyor. Şiir ve edebiyatla iç içe olan sanatçı, çalışmalarına yerleştirdiği dizeler ve notlarla anlatımını derinleştiriyor.

Farklı malzeme ve teknikleri deneysel bir yaklaşımla birleştiren Uygur, boya kullanımındaki kendine özgü yöntemleriyle dikkat çekiyor. Parmaklarıyla, avuç içiyle ve rastgele nesnelerle çalışarak yarattığı kompozisyonlar, izleyiciyi anlamlar dünyasına davet ediyor. Solo Botter: Burhan Uygur, sanatçının kendine özgü estetiğini ve hikâye anlatıcılığını yeniden keşfetmek isteyenler için 20 Mayıs’a kadar Casa Botter’de görülebilir.

 

*Görsel, ibbkultur resmi instagram hesabından alınmıştır.


Ferruh Karakaşlı’dan “Kaotik Harmoni”: Alt Kültürlerin Estetik Yüzeyi

Ferruh Karakaşlı’nın dört farklı seriden oluşan kişisel sergisi Kaotik Harmoni, 12 Şubat - 20 Mart tarihleri arasında Galeri / Miz’de izleyiciyle buluşuyor. Sanatçı, bu sergide alt kültürlerin görünmeyen, dışlanmış ve baskın kültür karşısında yer edinmeye çalışan dinamiklerini sanatsal bir dilde görünür kılıyor.

Karakaşlı’nın eserleri, İkinci Dünya Savaşı sonrası Batı’da egemen düzenle çatışan alt kültürlerin sembollerini, göstergelerini ve imgelerini kendine özgü bir yüzey anlayışıyla sunuyor. Sembolizm, şehir ikonografisi, doğa nesneleri ve geometrik formların iç içe geçtiği yapıtlar, kaosun içinde kurulan estetik uyumu araştırıyor.

Viyana’da Alfred Hrdlicka ve Hundertwasser gibi önemli Avusturyalı sanatçılarla çalışan Karakaşlı, heykel ve resim disiplinlerini harmanlayarak kentsel yaşamın, bireysel ve kolektif kimliklerin çarpışmasını sanatsal bir anlatıya dönüştürüyor. Kaotik Harmoni, izleyiciyi kentin karmaşası içinde estetik bir keşfe çıkarırken, alt kültürlerin sanattaki yansımasına dair güçlü bir perspektif sunuyor.

Koordinatörlüğünü Begüm Gazioğlu Ballı’nın üstlendiği sergi, kentsel dinamikler, kültürel ayrışmalar ve sanatsal ifade üzerine düşündüren bir buluşma noktası olmaya hazırlanıyor.


Devamını Oku

11 Şubat, 2025

Ahmet Toğaç ile Sinema Üzerine

Ahmet Toğaç ile Sinema Üzerine

Kumru Yaren Cengiz  |  Ed. Seda İstifciel

Ahmet Toğaç, çeşitli sinema dergilerinde yazarlık yapıp, 2017-2023 yılları arasında Türk Sinema Araştırmaları (TSA) merkezinde arşiv sorumlusu olarak süreli projeler kapsamında görev almıştır. İlk kısa filmi Kulak Misafiri, Adana ve İstanbul Film Festivalleri gibi ulusal çapta prestijli festivallerde yarışmış, 2019 yılında 52. SİYAD Ödülleri kapsamında yılın en iyi beş kısa filmi arasına girmiştir.

İkinci kısa filmi Aç Açına, dünya prömiyerini 38. Cinekid Festivali’nde gerçekleştirmiştir. Halen Marmara Üniversitesi Sinema Anabilim dalında doktora eğitimini sürdürmekte ve İstanbul Okan Üniversitesi’nin Sinema ve Televizyon bölümünde araştırma görevlisi olarak çalışmaktadır. Filmleri, kariyeri ve sinema üzerine kısa bir sohbet gerçekleştirdik. Keyifli okumalar dilerim. 

1. Kısaca yolculuğunu özetlemeni istesem nasıl tanımlarsın?

Sinema konusunda hem uygulamalı hem de akademik alanda faaliyet göstermeye çalışan birisiyim. Umarım ikisinde de sürekli olmaktan vazgeçmeden, yolculuk etmeye devam edebilirim. 


2. Sinema kariyerinin yanı sıra, Marmara Üniversitesi'nde doktora eğitimini sürdürüyor ve İstanbul Okan Üniversitesi'nde araştırma görevlisi olarak çalışıyorsun. Akademik çalışmalarının sinema üretimine katkısı nasıl sence?

Pratiğin ve teorinin karşılıklı fayda sağladığını düşünenlerdenim. Film yapımı ile akademik üretimler, birbirlerine göründüğünden daha yakındır. Açıkçası biri üzerinde çalışma halindeyken diğerine dair vizyon kazanıyorum. Ya da birine çok odaklandıktan sonra diğeri hakkında düşünmeye başlamak, yeni bağlamlar kazanabilmeyi sağlıyor. Öte yandan hayatımı akademiden kazanmam, film yapımına daha sakince yönelmeme neden olabiliyor. Herhalde bu durum bir konfor alanı olarak görülüyor ki sektördeki bazı insanlardan “bu işi yapamayanlar akademisyen olur” gibi saldırgan sözleri bile ara sıra duyuyorum. Burada akademisyenleri savunmayacağım ama o fikirde olanların, teori ve pratiğin ilişkisini ıskalandıklarını düşünüyorum.

3. İlk kısa filmin "Kulak Misafiri"nin senaryosunu yazarken ilham kaynakların nelerdi? Bu hikâyeyi oluşturma sürecin nasıl gelişti? Mezuniyet için, okul sürecinde çektiğin bir proje olduğunu biliyorum. Bir mezuniyet projesine göre çok daha özenli ve profesyonel bir iş görüyoruz. 

Amacım tam olarak tarif ettiğin bir mezuniyet filmi yapmaktı, öğrenci filmi gibi çoğu zaman aşağılayıcı kullanılan bir sıfatın karşısında gururla sahiplenebileceğim bir film. Başarılı olduysam ne mutlu. İlham konusuna gelince, bir üniversite projesi olduğundan danışmanım Murat Tırpan ile birlikte geliştirdik diyebilirim. Ben karakteri buldum, o aklındaki bir mekanı önerdi ve sonucu Kulak Misafiri olacak bir projeyi geliştirme evresi başladı. Tabi konu telefon konuşmalarını dinleyen orta yaşlı bir adam hakkında olunca, herkesin aklına Das Leben Der Anderen filmi geliveriyor. Bu referansla biraz eğleniyorum, çünkü festival süreci ve sonrasında kim ilhamdan söz etse aynı soruyu soruyordu, “Das Leben Der Anderen’i izlediniz mi?”. Böyle bir film yapmaya kalkışıp bunu izlememiş olmak mümkün mü? Yine de yapım tasarımı dışında bu film doğrudan referanslarım arasında değildi, işte eğlendiğim kısım bu. Jose Saramago’nun Bütün İsimler romanı ve Tobias Nölle Aloys filmi hikayeyi daha doğrudan etkileyen eserlerdi. 

4. Turgay Aydın’ı izlemek çok büyük keyif. Kulak Misafiri filminin yıldızı da kendisi. Ve filmin yapısı Turgay Aydın’ın şahane performansını izlemek için apayrı bir alan açan yapıda. Birlikte çalışmak nasıl bir deneyimdi? İlk filmin olan bu filmde oyuncu yönetimi konusunda nasıl bir süreç yaşadığını düşünüyorsun? Hem Kulak Misafiri’nde hem Aç Açına filminde oyuncu yönetimi için nasıl bir yaklaşım belirledin? Özellikle Aç Açına filminde çocuk oyuncular başrolde.


Her filmin kendi tasarımı olduğu gibi oyuncu çalışmasında da aykırılıklar olabiliyor. Fakat iki film için söyleyebilirim ki bence filmlerin en iyi özellikleri başrol performansları. Hem Turgay’ı Selamet olarak hem Ece’yi Selma olarak izlemekten şahsen çok keyif alıyorum. Zaten söylemeye bile gerek yok, ikisi de çok başarılı kişiler. Turgay abi özelinde Selamet karakteri, sıradan bir başrol çalışmasından oldukça farklıydı, hem benim hem onun için. Çünkü sıradan bir oyuncu çalışmasına karakter hakkında konuşularak başlansa da asıl önemsenen okuma provası oluyor. Yani oyunculuğa şekil veren bu provalar. Fakat karakter film boyunca neredeyse konuşmayınca ne yapacağız? Turgay abi ile filmin evreni ve hikayenin farklı evrenleri hakkında konuşmaya başladık. Ya şöyle olsaydı, diye başlayan uzun sohbetler. Karakteri tanıdıktan sonra da sette kalan tek şey, bedensel davranışa ve harekete şekil vermek oluyor. Aç Açına’da ise dediğin gibi, karakterlerin çocuk veya genç yaşları nedeni ve filmin geçeceği mekan oyunculuk konusunda seçimleri etkiledi. Bence bu filmde standart çalışmalar dışında yaptığımız en doğru şey Ece ve Ömer ile birlikte lunapark gezmek oldu. Bir günümüzü iki lunaparka ayırıp oradaki takımlara (lunapark camiasında bu makineler “takım” adıyla anılır) beraber bindik. Hem herkesin filmi önceden hayal edebilmesi kolaylaştı hem de çocuklar hayatlarında neredeyse hiç lunaparka gitmemişlerdi, bunu bir fırsata çevirmiş olduk. 

5. "Kulak Misafiri" ve "Aç Açına" filmlerinin yapım süreçlerinde seni en çok zorlayan veya en çok geliştiren deneyimler nelerdi? İlk filminin yapımcılığı da senin üzerinde ama ikincisinde bir yapımcıyla çalışmışsın. Süreç sizin için nasıl ilerledi ve ne gibi farklar yaşadığını düşünüyorsun? Finansman ve dağıtım süreçlerinde nasıl bir yol izliyorsunuz? İki film için de ne gibi destekler aldınız? 

Film yapımı hakkında konuşurken zorluklardan bahsetmeyi pek sevmiyorum, çünkü kim zorluk anlatmaya başlarsa aynı şeyleri konuşur halde buluyoruz kendimizi. Herkesin bu zorluğa dair deneyimi tabii ki de kıymetli ancak zorlukları tekrar ettirdikçe çözümlerini değil de kişiselliklerini konuşuyoruz, kronikleşiyor. Yapımcı konusu Türkiye’de sinema yapan kişiler için geçmişten beri hep soru işareti olmuştur mesela. Yapımcı kime denir ve yapımcı ne iş yapar, tarihsel ve ekonomik olarak değişken cevapları olan sorulardır. Aç Açına’da yapımcım Eda Türkay ile yüksek lisans yıllarından arkadaşız. Eda’nın Kulak Misafiri’ni izlemesi ve üzerine yaptığı yorumlar sinema anlayışımız konusundaki ortaklığımızı fark etmemize neden oldu. Aç Açına henüz fikir aşamasındayken, konuyu ilk açtığım kişilerden biri Eda’ydı. Daha sonra ona, beraber çalışma konusunu teklif ettiğimde bir iş ortaklığı da geliştirmeye başladık. İzmir Film Lab’den en iyi proje ödülünü kazandık, Köprüde Buluşmalar’da projemizi geliştirdik ve Sinema Genel Müdürlüğü tarafından da desteklendik. Anlatırken hızlı oluyor, fakat 2021 Kasım ile 2023 Mart’ı arasından bahsediyorum. Eda ile ortaklığımızın sürekli olması için çabalıyoruz. Benim yapımcı olduğum ve 2024 Eylül’de çektiğimiz Mehmet Oğuz Yıldırım’ın yazıp yönettiği Kudret isimli kısa filmde Eda uygulayıcı yapımcı olarak çalıştı. Şimdi Eda’nın yapımcılığını üstleneceği, yine İzmir Film Lab tarafından desteklenen ve Pelin Büyüktaş’ın yazıp yöneteceği Kusur isimli kısa filmde ben yardımcı yönetmen olarak çalışacağım. İlk uzun metraj fikrimin tüm hikayesini derli toplu olarak ilk defa Eda ve eşi Akın’a anlattım ki kendisi Aç Açına’nın uygulayıcı yapımcısıdır. Yapımcı olarak Eda’nın varlığını, beni yönetmen olarak her alanda güçlendirdi. Yapımcımla kurabildiğim doğru ilişki hem setten önceki fikir alışverişi hem de set sırası güven tesisi için çok belirleyici oldu. 

6. Karakter yaratım sürecin nasıl işliyor? Kendi deneyimlerinden veya çevrenden ilham alıyor musun? Hikâyeyi oluştururken nasıl bir yöntem izliyorsun? Gelecekteki projelerinde keşfetmek istediğin yeni temalar veya anlatım teknikleri var mı?


Genellikle birçok konu hakkında irili ufaklı notlar alarak başlıyorum. O sırada zaten ilgim belli konular üzerinde oluyordur ki bunun hakkında bir gözlemim doğrultusunda kenara köşeye not almaya başlıyorum. Önemsiz notlar elenir, bir not kafamda sürekli kendini tekrar eder, yeni gözlemleri veya eski bilgilerim bu not çevresinde birikir ve bir proje şekil almaya başlar. Film yapımı ve akademik çalışmalar için ortaklık işte daha buradan başladı bile! Bundan sonrası bence ikinci bir aşama oluyor, işi yazıya dökmek ve konunun genel hatlarını belirlemek. Çünkü bazen kağıda yansıyan şeyler tatmin etmiyor ve bunun bir filme dönüşemeyeceğini anlıyorsun. Bu taslağı başkasına anlatmak, ikinci aşama için oldukça faydalı geliyor. Başkasına anlatırken aslında sen de kendi öykünün dinleyicisi oluyorsun ve içten içe bunun bir filme dönüşüp dönüşemeyeceğini sorguluyorsun. Şu an aklımda dolaşan temalar biraz işimle de ilgili galiba, eğitim konusunda yapmak istediğim film hikayeleri mevcut. Ana temaları ya öğretmenler ya lise öğrencileri ya da üniversitenin kendisi. 

7. Filmlerinde büyük anlatılar yerine daha küçük ölçekli, kişisel hikâyelere odaklanıyorsun. Hepimizin yaşadığı, dışarıdan bakınca önemsiz görünen ama hayatımızı kaplayan hikayeler, durumlar, duygular, düşünceler. Bu tercihinin oluşumundaki en büyük etken neydi?

Sinemada büyük anlatıların her şeye karşı cevabı var, oysa küçük ölçekli hikayelerin derinliğine güveniyor ve örtük çelişkilere sahip olma potansiyellerini önemsiyorum. Önemsiz gibi gözüken durumlar hakkında belki de yeterince düşünmediğimiz için onları önemsiz varsayıyoruzdur. Bu düşünme şekli beni, film içindeki olaylar hakkında kesin nedenler belirtmeyen, az enformasyonlu veya kesintili hikayelere yönlendiriyor. Film yaparken ben de yaptığım film doğrultusunda bir şeyler aramalıyım diye düşünüyorum. Tüm cevapları biliyorsam film yapma motivasyonunu bulamazdım herhalde. Kendimi bu konuda bazen tekrar ediyorum ama söylemeden geçemeyeceğim: seyirci film seyrederken, filmin vaat ettiği alandan fazlasını bulabilmeli. Bazen filmin boşluklarında serbestçe dolaşabilmeli. Anlatım teknikleri seyirciyi daraltmamalı. Umarım bu ideallerin nüvesini taşıyordur şimdiye kadar yaptığım filmler.

8. Çekim yaparken spontane gelişen, önceden planlamadığın ama filme büyük katkı sağlayan anlar oldu mu? Böyle yaratıcı süreçlerde sezgilere ne kadar yer veriyorsun?

Çekimler sırasında doğaçlama gelişen ya da plansız olmasına rağmen filme çok yakıştığını düşündüğüm bir sürü an olmuştur. Ama galiba bunlar kısa anlardı, büyük etki yaratan şeyler değildi. Aslında bu konuda benim de özeleştiriye ihtiyacım var. Çünkü film hikayesindeki esneklik idealimin aksine, sette büyük oranda katıyım. Gerçi bu katılığın önemli unsurlarından biri de setin, zor koşullarda sanki bir yarış gibi sürmesi olabilir. Zaman ve bütçe kısıtlıyken esnek olamıyorum galiba. Gergin biri olduğum anlamına gelmesin bu, sadece planım dışında doğaçlama bir arayışa girişemiyorum. Daha ilerde yapmayı hedeflediğim filmlerde amaçlarımdan biri de bu aslında. Sette bir şeyleri keşfetmeye alan açan senaryoya ya da set düzenine ihtiyaç duyuyorum. Öteki türlü kurgunun inceliklerine güvenmeyen bir çalışma düzeni ortaya çıkıyor olabilir. 

9. Filmlerin festival yolculuğu nasıl geçti ve geçiyor? Filmleri izleyen farklı kitlelerden nasıl geri dönüşler aldınız? Seni en çok etkileyen yorum ne oldu? Filmin anlatmak istediklerinin izleyiciye tam anlamıyla geçip geçmediğini nasıl değerlendiriyorsun? Çekimler bittikten sonra seni en çok tatmin eden ya da keşke farklı yapsaydım dediğin bir şey oldu mu? İzleyicilerin ve eleştirmenlerin filmle kurduğu bağ seni şaşırtan bir yerden gelişti mi?

Aç Açına’nın festival süreci henüz çok yeni sayılır. Kulak Misafiri’ne göre en büyük farkı, yurt dışı festivallerine filmle birlikte benim de katılabilmem ve yine yurt dışı ile yurt içinde tematik (çocuk veya gençlik) festivallerine filmin kabul edilmesi oldu. Türkiye’de kısa film festivallerinin izleyici profillerini düşündüğümde birbirine benzeyen insanları bulmak çok kolay diye düşünüyorum. Zaten önemli kısmı ya kısa film yönetmeni ya da kısa film yapmak isteyen kişiler olabiliyor. Festival ulusal çapta büyüdüğünde bu profiller daha fazla çeşitleniyor. Yine de bu çeşitliliğin sosyo-kültürel veya ekonomik hayatları, kendi arasında büyük dalgalanmalar yaşamıyor. Popüler sinemanın izleyicisinin en önemli tarafı burada, birbirine benzemeyen insanlara da ulaşabilme gücünde. Tematik festivaller ve yurt dışındaki kimi festivallerde farklı izleyici kitlelerine ulaşabilmek ve bu deneyimi yaşayabilmek benim için önemliydi. Olumlu ya da olumsuz anlamda yazar ve yönetmen olarak benim hesap etmediğim bir konuyu filmde bulabiliyorlar. Anlatmak istediklerim de neden geçmesin ki, o kadar karmaşık filmler değiller sonuçta. Seyircilerin tepkisinde beni en çok sevindiren şey, kendi hayatıyla bağ kurması oluyor. Bu bağın nasıl kurabileceğini hesaplanın zorluğu bir yana, bu bağın gücü de hayallerinizin ötesinde olabiliyor. Söz konusu durumda kurmacanın gücünü hissediyorum. Benim hayalini kurduğum olaylar silsilesi, başkasının kendi hayatıyla ilişkilendirdiği bir şeyin taşıyıcısı oluyor. Yine de keşke farklı yapsaydım dediğim bir sürü şey var, kafadaki o sesi susturmak oldukça zor. Ama bu sesle baş etme yöntemi yine film yapmayı sürdürmekten geçiyor, bence. Daha önce dediğim gibi, film yapmak bir arayış süreci. Bazen bu arayış kavramsal oluyor bazen de film tekniğini yetkinleştirme çabası oluyor. 

10. İki filmde de mekân kullanımı, hikâyenin anlatımında oldukça belirleyici görünüyor. Çekim mekânlarını seçerken nelere dikkat ettin?

Karakter ve mekan ilişkisi benim en çok ilgimi çeken konulardan biridir. Sadece film yapımında değil, akademik çalışmalarda da kısmen buna eğildiğim zamanlar oldu. Sosyal hayatımızda da böyle davranışlar sergilediğimizi gözlemliyorum. Bazı mekanları huzurlu, bazılarını gergin olarak kodluyoruz ya da bir yere gitmek için can atabiliyoruz. Kendi karakterimizi ve filmdeki karakterlerimi oluşturan unsurların başında, bu sosyal ve fiziki çevrenin olduğu kanaatindeyim. İki filmde de oldukça spesifik mekanların varlığı, bundan kaynaklanıyor. Keza seyretmekten daha büyük zevk aldığım filmleri düşününce de bu özellik öne çıkıyor. Yaşadıkları şehir(ler)le veya mekanlarla bağ kuran filmler daha canlı hissettiriyor. Yine de özel bir seçimle bulmuyorum mekanları. Film öyküleriyle doğru bağlantıyı kuracak mekanlar karakterlerle buluşuyor, bir şekilde.

11. Son olarak söylemek istediğin bir şey var mı? Aç Açına’nın festival süreci devam ediyor ve 57. SİYAD ile 45. İFSAK ödüllerinde final adaylarındansınız. Güzel haberler ve boş şanslar diliyorum. Tüm cevapların için de çok teşekkür ediyorum.

Ben de sorularınla bir diyalog alanı açtığın için çok teşekkür ediyorum. Filmler hakkında ketum olmadan, uygulamalı ve kuramsal alanlarda konuşabilmeyi dilemek dışında eklemek istediğim bir şey yok.


Devamını Oku

07 Şubat, 2025

Anların Özel Ressamı: Burhan Uygur

Anların Özel Ressamı: Burhan Uygur

Orhun Atmış  |  Ed. Seda İstifciel


 “Ben biraz aceleci ve derbeder bir insanım, bir iş çarçabuk olsun bitireyim isterim. Yalnız resmin karşısına geçince bu acemiliğimden hiçbir eser kalmaz. Benim hayatım resimle iç içedir. Yaşantımın tadı resimlerime her zaman aksetmiştir ve yaşadıklarımı resimlerime dökmeden tuvalden kalkmam. O arzu, o istek resimlerime girer ve bana hayat verir, ben de resimlerime hayatımı veririm.” 

                                                                                                                            -Burhan Uygur


Karakteri ve mizacıyla kendi kuşağından ayrılan bir ressam Burhan Uygur. 1992 yılında 52 yaşındayken, çok erken hayatını kaybeden sanatçı, 1970-1990 döneminde büyük izler bıraktı. Özellikle kendisinden önceki hiçbir ressama benzemeyen tarzıyla, omzuna astığı deri çantasında taşıdığı defter ve boyalarıyla, o an orada gördüğü herhangi bir olayı yer ve zaman fark etmeksizin resmetmesiyle öne çıktı. Renkli bir kişiliği vardı. Erken yaşta keşfettiği resim dilini bir yaşam biçimine dönüştürdü. Resim üretimini atölye yerine sokağa taşıdı. 

Hayatın doğal akışını, bir meyhane masasını, bir sokağı, bir insanı olduğu gibi yansıtmaya çalışıyor Burhan Uygur resimlerinde. Hem görsel olarak hem de zihninizde duyacağınız seslerle. Onunla bire bir aynı şeyi görmeseniz de anlıyorsunuz, resimlerine eklediği yazılarla da duyuyorsunuz... Bazen sokakta gördüğü bir kedi, uzaklardan yankılanan bir müzik sesi, antika dükkanı, üzgün bir çocuk onun için resminin bir konusu olabiliyor. Uygur, resmi seyirlik bir obje olarak değil, görünenin ardındakine ulaşmak için aşkın bir yol, tenha bir dil olarak görüyor. Resimlerine yerleştirdiği notlarla hikâyenin görünmeyen taraflarını da yansıtmak istiyor. Çocukluğunda aklına kazınan Karadeniz manzarası, annesiyle kız kardeşinin ve eşi Vesile’yle oğlu Tuna’nın suretleri de resimlerinde sık sık yer buluyor. 

Burhan Uygur’un resimleri sabit bir bakış hattına oturmuyor. Figürlerin zemini yok, perspektifleri farklı. Tüm imge ve canlılar boşlukta yüzer gibi duruyor. Kafanızı çevirerek, kaldırarak ya da yapabiliyorsanız tamamen ters bir şekilde bakmanızı gerektiren ayrıntılarla dolu resimleri. Ama hepsi de bir şeyler anlatıyor. 

Sergide Burhan Uygur’un resimlerinde yer alan iki ana üslubu görebiliyorsunuz. İlki 1961 yılında girdiği Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde geliştirdiği ve atölyede uyguladığı, dönemin yeni figüratif resmine yakın işleri. İkincisi ise 1970’lerin ortalarından itibaren belirginlik kazanan, atölye dışında hızlı bir biçimde ürettiği resimler. O tarihlerde kahvede, vapurda, parkta, yolculuk sırasında Burhan Uygur’la karşılaşmış olsaydınız, onun defterine hızlı hızlı kompozisyonlarını aktardığını görürdünüz. 

Burhan Uygur, dönemin baskın akademik figür ve soyut resim kurallarından uzak duruyor. Renk, boya ve çizgiyi kendine özgü bir şekilde yeniden kurguluyor, tuval yerine kağıt malzeme kullanıyor, imgeyi, yazıyı ve şiiri çok doğal bir biçimde buluşturuyor. Aslında bugünümüzle de bağı var Burhan Uygur’un, belki de bugünlerde en çok keşfedilmesi gereken sanatçılardan birisi. Uygur, anlık kaygılarından kurtulmak için resim yapmayı ruhsal bir arınma, bir sağaltım aracı olarak görüyor. 


Sergide sanatçının tablolarının yanı sıra kişisel eşyaları da yer alıyor. Yanı sıra bir de videoyla sanatçıyı daha iyi tanıyabiliyorsunuz. Öte yandan sergi mekânının İstiklal Caddesi’ne bakan yüzünden itibaren tüm sergi mekânının yüksek tavanlarına doğru bakarsanız Burhan Uygur’dan alıntılanan sözleri de okuyabiliyorsunuz. Bu da size sanatçının renkli kişiliğiyle ilgili bir fikir veriyor. 

Küratörlüğünü Levent Çalıkoğlu’nun, asistan küratörlüğünü de İrem Büşra Coşkun’un yaptığı “Solo Botter – Burhan Uygur” sergisi 20 Mayıs’a kadar görülebilecek. İstanbul Beyoğlu’nda bulunan Casa Botter’de açılan sergilerinin özel bir amacı var. O da kaybettiğimiz sanatçıların izini sürmek, onları anmak ve bugünün izleyicisine tanıtmak. Bu şekilde Türkiye’nin modern tarihine ilişkin bir hafıza alanı oluşturmak. Burhan Uygur sergisi de bu anlamda mekânın amacına başarılı bir şekilde hizmet ediyor. 



Devamını Oku

03 Şubat, 2025

Haftalık Sanat Haberleri: Ritüeller ve Hafıza

Haftalık Sanat Haberleri: Ritüeller ve Hafıza

Eda Çamlı  |  Ed. Seda İstifciel

Haftalık Sanat Haberleri ( 3 Şubat -10 Şubat) :

Büyükdere35’te “Abstract Deities”: Kadınların Anlatı Evrenine Yolculuk

Büyükdere35, 20 Şubat - 12 Mart tarihleri arasında Adela Matalova, Duru Dinç, Mathilde Melek An, Mısra Balkan ve Zeynep Erkman’ın eserlerini bir araya getiren Abstract Deities başlıklı karma sergiye ev sahipliği yapıyor. Farklı coğrafyalardan kadın sanatçıları bir araya getiren sergi, bireysel anlatılarla kolektif hafızanın kesişim noktasında şekillenen, çok katmanlı bir deneyim sunuyor. Kadın kahramanların merkezde olduğu Abstract Deities, fiziksel, psişik ve gündelik imgelerin iç içe geçtiği bir anlatı evreni kuruyor. Sergide yer alan işler, gündelik pratiklerin birer ritüel gibi nasıl tekrarlandığını ve bu ritüellerin sanat aracılığıyla nasıl yeniden yorumlandığını gözler önüne seriyor. Sanatçılar, kişisel hafızadan kültürel mitolojilere, bedensel deneyimlerden kolektif anlatılara uzanan geniş bir yelpazede üretim yaparak, kadınlık deneyimine dair yeni okumalar öneriyor. Tekstilden videoya, kumaştan yağlı boyaya uzanan farklı teknik ve disiplinleri buluşturan sergi, “kadın bakışı”nın homojen bir kavram olmadığını, aksine çok yönlü ve sınırsız bir çeşitliliğe sahip olduğunu vurguluyor. Sanatçılar, farklı malzeme ve anlatı biçimleriyle, bireysel ile evrensel olanın, somut ile soyutun, gündelik ile kutsalın iç içe geçtiği eserler ortaya koyuyor. Gündelik yaşamın sıradan görünen ritüelleri, sanatçılar tarafından yeni bir bağlama taşınarak izleyicinin belleğinde farklı anlamlar kazanıyor. Sergi, kadın sanatçıların duyusal ve kavramsal keşifleri aracılığıyla, algılanan gerçekliğin sınırlarını genişletirken, izleyiciyi bu çok katmanlı anlatının içine davet ediyor.


*Görsel, Büyükdere35 resmi web sitesinden alınmıştır.

Dirimart Londra’ya Açılıyor: Uluslararası Sanat Arenasında Yeni Bir Adım

Türkiye’nin önde gelen çağdaş sanat galerilerinden Dirimart, 23. yılını uluslararası bir açılışla taçlandırıyor. Galeri, ilk yurt dışı mekânını 2025 yılında Londra’nın sanat merkezi Mayfair’de sanatseverlerle buluşturmaya hazırlanıyor. 275 metrekarelik iki katlı yeni mekânın direktörlüğünü Levent Özmen üstlenecek. Açılış sergisi ve 2025 programı ise önümüzdeki aylarda açıklanacak. 2002 yılında Hazer Özil tarafından kurulan Dirimart, Türkiye ve dünya çağdaş sanat sahnesini bir araya getiren yenilikçi sergileriyle tanınıyor. Ayşe Erkmen, İnci Eviner, Sarkis ve Nuri Bilge Ceylan gibi Türkiye’nin önde gelen sanatçılarını temsil eden galeri, aynı zamanda Shirin Neshat, Sarah Morris ve Tomokazu Matsuyama gibi uluslararası sanatçıları da portföyünde barındırıyor. Photo London, Frieze Sculpture, Venedik Bienali, Art Cologne, ART SG ve The Armory Show gibi prestijli sanat etkinliklerine katılımıyla küresel sanat sahnesindeki yerini sağlamlaştıran Dirimart, Londra’daki yeni mekânıyla bu etkileşimi bir adım öteye taşımayı hedefliyor. Dirimart Londra, yalnızca yeni nesil sanatçılara alan açmakla kalmayıp, kuşaklar arası diyalogları, bölgesel ve bireysel çeşitliliği, küresel iş birliklerini merkeze alan bir sanat ortamı yaratmayı amaçlıyor. Mayfair’in dinamik sanat dünyasında konumlanacak yeni galeri, uluslararası sanat sahnesinde kalıcı bir iz bırakmaya hazırlanıyor.

*Görsel, dirimart resmi instagram hesabından alınmıştır.

Gökhan Tüfekçi’den “Şeytanımız Bol Olsun”

Gökhan Tüfekçi’nin “Şeytanımız Bol Olsun” isimli solo sergisi, 16 Mart’a kadar MeshRu’da sanatseverlerle buluşuyor. Geçtiğimiz yıl Pera’daki eski Union Française binasında, eşitlikçi ve çoğulcu bir buluşma noktası yaratma hayaliyle kapılarını açan MeshRu, bu kez Tüfekçi’nin popüler ve arabesk kültüre ait kavramları minyatür sanatı ve sokak sanatı pratiğiyle yorumladığı eserlerine ev sahipliği yapıyor. Minyatür sanatındaki perspektif ve istifleme biçimini kendi üslubuyla ele alan Tüfekçi, yoğun renk ve figür kullanımıyla tuvallerin dışına taşarak sergi alanının bütününe yayılıyor. Geleneksel resim üslubunun yanında üç boyutlu eserlerini ve mekânın duvarlarını kullanarak gerçekleştirdiği duvar resimlerini de izleyiciyle buluşturuyor. Sanatçı, sokak jargonundan çocukluk imgelerine, gölge oyunlarından sloganlara kadar geniş bir referans alanı içinde, absürt kavramını ironiyle görselleştiriyor.


*Görsel, meshruistanbul resmi web sitesinden alınmıştır.


Devamını Oku

29 Ocak, 2025

Zamansız Bir Masal: İstanbul Efendisi Müzikali

Zamansız Bir Masal: İstanbul Efendisi Müzikali

Hakkı Yüksel  |  Ed. Seda İstifciel

Sanat, yaşadığı dönemin bir toplumsal dökümüdür. Eğer toplumu derin bir analizle inceleyip bu dökümü çıkarabilecek bir sanatçıysanız işte o zaman zamana direnebilecek bir eser yaratabilir, zamansızlığı yakalayabilirsiniz.

Müsâhipzâde Celal’in 1914 tarihli eseri İstanbul Efendisi, hem dönemin ışıltılı ama yorgun yüzünü hem de insan ruhunun eğlenceli çelişkilerini yakalayan bir tiyatro klasiği olarak zamana meydan okuyor. Yeniden sahnelenen bu unutulmaz eser, seyirciyi bir kez daha Osmanlı’nın kültürel labirentlerinde gezdirirken, modern dünyada dahi yankı bulan bir neşe, hiciv ve derinlik sunuyor. Yıllar yıllar önce, yine Engin Alkan yönetmenliğinde, güçlü ve kalabalık bir kadro eşliğinde sahnelenen İstanbul Efendisi’ni, İstanbul Şehir Tiyatrolarında izleme fırsatı yakalamıştım. Oyun ilk kez House of Performance prodüksiyonu ile özel tiyatrolar bünyesinde tekrar seyircisiyle buluştu. Oyunu seneler önceki ilk izleyişimde o kadar çok keyif almıştım ki yeniden sahneleneceğini duyar duymaz biletimi aldım. 

Oyunun merkezinde cinlerin perilerin hurafeleriyle dolu bir gerçekliğe gömülmüş olan İstanbul'un Baş Kadısı Savleti Efendi, yani bilinen diğer adıyla İstanbul Efendisi yer almaktadır. Engin Alkan tarafından canlandırılan Savleti Efendi’nin yıldızların açılarıyla oluşan kadere dair inancı öylesine kuvvetlidir ki, kızı Esma’nın kiminle evlenmesi gerektiğine bile yıldızların açılarıyla, fallarla, remillerle karar vermek istemektedir. Köleliğin hâlâ devam ettiği, özellikle kadınların bir eşya gibi alınıp satıldığı, köle olmayan kadınların ise babaları tarafından söz hakkı olmadan uygun görülen biri ile evlendirildiği bir zaman diliminde Savleti Efendi’nin kızı Esma fallarda çıkan damat adayıyla gönlünü kaptırdığı delikanlı arasında kalmaktadır. Bir baba ve baş kadı olarak bedenleşen bu otorite figürünü alt etmenin bir yolu bulunabilecek midir? Oyun bu bağlam içinde bir yandan çağdaşlaşma yolunda yeni bir kimlik tesis etmeye çabalayan toplumun geleneğiyle arasında oluşan uzaklığı yakınlaştırmaya çalışırken bir yandan da geçmişin bağnaz hatalarından bugüne dersler çıkarmaya çalışır.

İstanbul Efendisi’ni klasik bir komedi olarak tanımlamak yetersizdir. O, Osmanlı toplumsal yapısına ustaca bir eleştiri getiren, köklü geleneklerle alay eden ve çağdaş düşüncelerin tohumlarını atan bir tiyatro mirasıdır. Komedinin sırtına bindirilmiş toplumsal eleştirileri ve zengin karakter portreleriyle, hem eğlendirir hem de derinlikli bir düşünme alanı sunar.


Müsâhipzâde Celal’in eserlerinde sıkça rastlanan geleneksel tiyatro unsurları, İstanbul Efendisi’nde de en belirgin şekilde karşımıza çıkmakta. Meddah hikâyelerinin zengin dili, orta oyunlarının çizgi karakterleri ve Karagöz Hacivat oyunlarının güzel alaycılığı, bu metinde bir araya geliyor. Ama yazarın yeteneği, bu geleneksel çerçeveyi, modern bir çağrışım ve zamansız bir eleştiri aracına dönüştürmesinde yatmakta.

Oyun, bir dönüm noktasında olan Osmanlı toplumunu yansıtır. Güçlülerin kibri, zenginlerin ahlaki yozlaşması ve günlük hayatın çıkar ilişkileriyle dolu sığ dünyası, oyunun karakterleri aracılığıyla mizahi bir dile dökülmüştür. Ama İstanbul Efendisi, hicivle yetinmez; mizahın ardında, toplumsal çöküşün trajedisini de hissettirir. İzleyenleri kahkahalara boğan sahnelerin altında, çıkarcılık, hırs ve yozluk gibi insanın tanıdık ama tatsız yanları yatar. Bu sebeplerle yüz yılı aşkın bir süre önce kaleme alınan eser, aslında günümüze dair de bir şeyleri tartışmaya açar.

Oyunun kahramanı olan İstanbul Efendisi, kendi döneminin özetidir adeta. Parayla prestijin, ahlakı körleştirdiği bir toplumda, onun gibi bir karakterin yüzünde zamanın maskesini görürüz. Kendi menfaatlerini her şeyin üzerinde tutan, kurnaz ama trajikomik bir otorite figürüdür Savleti Efendi. Bu karakter, sadece döneminin eleştirisi değil, aynı zamanda bugünün dünyasında da yankı bulan evrensel bir tipleme olarak kabul edilebilir.

Çevresindeki karakterler de Osmanlı toplumunun birer arketipini temsil eder. Saf aşıklar, çıkar peşindeki hizmetkârlar, dönmeyen çarklarıyla farklı din, dil ve ırktan küçük esnaf... Hepsi, Müsâhipzâde’nin detaycı çizimleriyle çok boyutlu bir hâle gelir. Oyunun mizahî yapısı bu karakterler aracılığıyla daha da zenginleşir. Hizmetçilerin dönen entrikaları, mahallelinin abartılı dedikoduları ve işverenlerin kibirli şatafatı, alımlayıcıya hem kahkaha hem de derin düşünce sunar.


Modern sahnede bu karakterlerin güncel dokunuşlarla yeniden hayat bulması, İstanbul Efendisi’nin kalıcılığının kanıtı gibidir. Oyuncular, klasik metni sadık bir şekilde yorumlarken, güncel jest ve mimiklerle onu taptaze bir hâle getiriyor. Doğrusu oyunun bu yeniden sahnelenmesine gitmeye karar verdiğimde biraz endişe doluydum. Şehir tiyatrolarında izlediğim oyunun lezzetini bulup bulamayacağım konusunda düşünüyordum. Oyun yine kalabalık bir kadrodan oluşuyor. Kadronun hepsi genç, dinamik ve son derece başarılı oyuncular. Engin Alkan’ın başarılı yönetimi de oyunun içindeki tüm bu genç oyuncuları tek tek görüp tanımamıza olanak sağlıyor. Özellikle Dilara rolünü oynayan Zeynep Sevi Yılmaz, İrfan rolünü oynayan Serkan Ilgaz ve Menteş rolündeki Sertaç Nicholas Güder performanslarıyla ön plana çıkan oyunculardan. Özellikle şehir tiyatrolarında Çağlar Çorumlu gibi bir yetenekten izleme fırsatı bulduğumuz İrfan karakteri, Serkan Ilgaz’ın canlandırmasıyla da aynı tadı yakalamış. Bu cümleleri ufak bir tedirginlikle kuruyorum. Çünkü geri kalan oyuncuların da asla hakkı yenemez. Hepsi yaklaşık üç buçuk saat kadar süren ve iki perdeden oluşan oyunda baştan sona kadar çok yüksek bir başarı gösteriyorlar. Enerjileri asla düşmüyor. Oyuncular oyunlarının yanı sıra koreografik dansları ve güzel sesleriyle de sahneyi dolduruyorlar.

Güzel bir tiyatro oyununda metnin ustalığı kadar sahnelenmenin de etkisi yadsınamaz. Yeniden sahnelenen İstanbul Efendisi, izleyiciyi göz alıcı bir dünyaya çekiyor. Osmanlı mimarisiyle bezenmiş sahne dekorları, bir dönemin zarafetini ve karmaşıklığını yansıtıyor. Kostümler, sırf göz doldurmak için değil, karakterlerin ruhunu ve dönemin estetik anlayışını taşıyan birer anlatım aracı gibi işliyor. Sahnenin her detayı, seyirciyi geçmişin büyülü atmosferine taşırken, bir yandan da günümüzün ışığıyla aydınlanmış bir tarihsel okuma sunuyor. Oyuncuların makyajlarında stilize edilmiş teknikler kullanılmış. Yoğun ve koyu makyajlar ve dekordaki grotesk dokunuşlar oyunun hem mizahını kuvvetlendiriyor hem de oyuna biraz masalsı bir şölen havası katıyor. 


Seyirciler yerlerine geçerken sahnenin ortasında yanan ve dumanlar çıkaran bir tütsü ile karşılanıyoruz. Bunun gibi unsurlar, oyunun taşkın mizahı, zaman zaman bir kakafoni yaratan fazlasıyla gürültülü replikler, coşkusu hiç dinmeyen bir tempo ve duygusal taşkınlıklar oyunda gösterilebilecek Dionizyak etkilerden. İzleyici, bu Dionizyak unsurlarla kahkahalar eşliğinde günlük hayatın sınırlarını unutuyor ve bir an için toplumsal maskelerin ardındaki insani çelişkilerle yüzleşiyor. Bu unsurlar oyunu karnavalesk bir eğlence alanına dönüştürürken yaratılan yabancılaştırma etkisiyle de düşünsel boyut güçlendiriliyor.

Oyuncuların yabancılaştırma efekti olarak başlarda büyük bir doğallıkla yaptıkları rolden çıkmalar bir süre sonra o kadar çok tekrar eder bir hâle geliyor ki hem doğallığını yitiriyor, hem mizah gücü düşüyor hem de zaten fazlasıyla uzun olan oyun iyice uzamış oluyor. Bu türden rolden çıkışlar biraz törpülense oyun daha keyifli ve tatlı bir hâle gelecektir şüphesiz. Bunun dışında Engin Alkan’ın güncel taşlamaları, siyasi göndermeleri ve tüm oyuncuların seyircilerle kurdukları ilişki gayet başarılı.

Müzik, oyunun elbette en güçlü yanlarından biri. Geleneksel Osmanlı müzikleriyle bezenmiş sahne geçişleri, seyirciyi hem eğlendiriyor hem de dönemin hissiyatına dokunuyor. Şarkılar, sadece birer eğlence unsuru değil, aynı zamanda anlatının akışını derinleştiren bir işlev görüyor. Kaldı ki bu bir müzikalde bulunması gereken en önemli unsur. Bu müzikal dokunuşlar, izleyiciyi adeta bir düğün havasına çekerken, her notada toplumsal katmanların duygu yüklü hikâyesini sunuyor. Özellikle topluca söylenen müzikler gerçekten şahane. Şarkılar, güzel ve oyunun dramatik gidişatına uygun, etkileyici danslar eşliğinde söyleniyor. Sadece şarkılarını dinlemek için bile gidip izlenmesi gereken bir oyun İstanbul Efendisi. Ayrıca gitmeden dinlemek isterseniz oyunun tüm şarkılarını içeren, oyunla aynı adı taşıyan bir Spotify listesi de mevcut. Kullanılan şarkıların hepimizin bildiği fasıl havasındaki şarkılar ve türkülerden oluşuyor olması da seyircinin şarkılara eşlik edip kendini oyunun bir parçası gibi hissetmesini sağlıyor.

Oyunun oynandığı Bakırköy House of Performance sahnesi maalesef yeterli bir havalandırmaya sahip değil. Koltuk düzeni de salonun boşaltılıp yeniden dolmasını oldukça güç hale getiriyor. Salondaki yüksek sıcaklık sadece izleyicileri değil, yüksek bir performansla oyunlarını icra eden oyuncuları da hayli zor duruma soktu. Umarım buna kısa sürede farklı çözüm yolları bulunabilir ve oyunun keyfi zedelenmez.

İstanbul Efendisi, geçmişin nostaljisini yaşatırken, izleyiciyi günümüz toplumuna dair düşünmeye de davet ediyor. Müsâhipzâde Celal’in bu zamansız eseri, yeniden sahnelenmesiyle bir kez daha hem güldüren hem düşündüren bir deneyim sunuyor. İzleyiciler, kahkahalar arasında hem kendilerini hem de toplumu sorguluyor. Oyun, neşenin ve eleştirinin harmanlandığı, hem geleneksel hem modern bir başyapıt olarak Türk tiyatrosunun altın sayfalarındaki yerini bir kez daha sağlamlaştırıyor. Her bir sahnesi, geçmişten bugüne taşınan bir mizah, bir eleştiri ve bir sanat şöleni. 

Hayatta kalmak için çabaladığımız, ölmemeyi yaşamak, yaşamayı ise bir tesadüf ya da bir şans sandığımız günlerden geçerken olup bitenlere dayanma gücü mizah, sanat ve müzikten geçiyor. O yüzden bu oyunu kaçırmamanızı dilerim.

*Görseller House of Performance'ın resmi instagram hesabından alınmıştır.


Devamını Oku