BLOG

/ Blog
20 Mayıs, 2024

Küresel ve Yerel Perspektiflerin Buluşması

Küresel ve Yerel Perspektiflerin Buluşması

Eda Çamlı  |  Ed. Murat Kadaş

Ters Yüz PƎRⱯ

Pera Müzesi, 23 Mayıs - 18 Ağustos tarihleri arasında sanatseverleri "Ters Yüz PƎRⱯ" sergisiyle buluşturuyor. 2005 yılından beri üniversitelerle iş birliği yaparak gerçekleştirdiği gelenekselleşmiş sergilerine bir yenisini ekleyen Pera Müzesi, bu kez Bauhaus-Universität Weimar’dan Prof. Mona Mahall ve Yelta Köm'ün yürüttüğü "Temsil Pratikleri ve Politikaları" bölümü ile Bremen Sanat Üniversitesi’nden Prof. Aslı Serbest'in yürüttüğü "Geçici Mekânlar" bölümü iş birliğiyle düzenlenen bu sergide küresel kapitalist ilişkileri ve yerelleşmiş kültürel pratikleri araştırıyor.

Sergi, "Küreseller", "Basamaklar" ve "Spekülasyonlar" adlı üç bölümden oluşuyor. "Küreseller" bölümünde, ışıklı tabelalar, havuzlar, Guzmanya bitkisi ve deterjan kokularının adaptasyonları küresel kenti bir harabe olarak taklit ve teşhir ederken, Pera Müzesi’nin Art Deco kafesinden ödünç alınan avize de kurumun cazibeli kırılganlığını vurguluyor. "Basamaklar" bölümü, Pera bölgesinin merdiven ve rampalarla dolu karmaşık ve parçalı kentsel topografyasını temsil etmenin imkansızlığıyla oluşan travmayı işaret ediyor. Bu basamaklar, özellikle Bauhaus modernizminin ve genel olarak Batılılaşmış bir modernitenin yaygınlaştırdığı evrenselci biçim ve norm hayalini absürt hale getiriyor. "Spekülasyonlar" ise süregelen eşitsizlikleri ve şiddeti farklı bir şekilde harekete geçirerek, gitgide soyutlaşan küresel ekonomik, politik ve estetik spekülasyon süreçlerini yorumluyor. Sergi, kendini hem giderek birbirine bağlanan hem de parçalanan bir dünyada kurumların rolünü keşfetmek için ortaklaşa bir pratiği benimseyen bir kurum olarak öneriyor.

"Ters Yüz PƎRⱯ", İstanbul, Ankara, İzmir, Tahran, Hong Kong, Osaka, Berlin, Weimar ve Almanya’nın diğer kentlerinden sanatçı, mimar ve araştırmacıları bir araya getiriyor. Serginin katılımcıları arasında Anıl Aydınoğlu, Arın Aydın, Aslı Serbest, Ayça Tuğran, Çisel Karacebe, Celal Orkun Gözübüyük, Dorian Beer, Elizaveta Boucke, Elif İmre Bilgin, Helen Christina Hümmer, Iben Schneider, Jolina Mix, Jisu Kim, Kitman Yeung, Leonie Link, Mona Mahall, Negar Rahname, Talia Ölker, Yelta Köm ve Yuhe Lin yer alıyor. Bu sergi, küresel ve yerel perspektifleri bir araya getirerek sanatseverlere unutulmaz bir deneyim sunmayı amaçlıyor.


Fotoğraf Pera Müzesi resmi web sitesinden alınmıştır.

Pictures

Eren Göktürk'ün altı yıllık bir süreyi kapsayan işlerinden seçilen 13 büyük ölçekli sinematografik fotoğraftan oluşan ilk kişisel sergisi "Pictures", OG Galeri'de sanatseverlerle buluştu. 7 Haziran'a kadar açık olacak sergide, sanatçının çevre bilinci, kentleşme, felsefe, sinema, fotoğraf tarihi ve edebiyatı referans alarak büyük bir titizlikle oluşturduğu eserler yer alıyor. Bu sergi, ortalama bir kişinin günde binlerce fotoğraf tükettiği bir dönemde, bu tüketimin kapsam ve genişliğine dikkat çekiyor.

Göktürk’ün sergisi, İstanbul merkezli olmakla birlikte küresel ve çok yönlü referanslar taşıyor. 2000’li yılların ardından doruğa ulaşan tüketim kültürü, hızlı yaşamın sembolü haline gelen kağıt bardaklar ve şehir manzarasının parçası olan fiber internet kabloları ile resmediliyor. Sanatçı, kompozisyonlarında bilinçli yerleştirmelerle ışık ve gölgeler arasında dramatik bir anlatı yaratıyor.

Eren Göktürk'ün "Pictures" sergisi, modern yaşamın hızla tüketilen unsurlarına eleştirel bir bakış sunarken, izleyiciyi düşünmeye davet ediyor. 7 Haziran'a kadar açık kalacak bu sergiyi, OG Galeri’de ziyaret ederek sanatçının sinematografik yaklaşımıyla kent ve tüketim üzerine yaptığı çarpıcı yorumları keşfedebilirsiniz.


Fotoğraf ogthegallery resmi ınstragram hesabından alınmıştır.

Öğleden Sonra

Sanatçı Antonio Cosentino'nun farklı mecralarla sürdürdüğü sanat çalışmalarından oluşan yeni sergisi "Öğleden Sonra", 25 Mayıs'ta İMALAT-HANE'de sanatseverlerle buluşacak.

Sanatçının "kent" kavramı etrafında şekillenen sanatsal pratiği, eserlerini bir nevi görsel şehir envanterine dönüştürüyor. Sokak manzaralarının rastlantısal günlüğünü tutan bir kent gezgini gibi, Cosentino çalışma sürecinde de sergisini bir maceraya dönüştüren çağrışımlara ve anlık etkilere izin veren açık bir yol izliyor. Cosentino, sergiye özel olarak yazdığı metinde çalışma pratiğini şu şekilde anlatıyor: "Önemli bulduğum hafıza parçacıklarını, temaları, iç içe geçtiğim nesneleri, kişileri, üsluplar arası, anti sistematik bir sezi ile bir arada tutmaya çalışıyorum. İşlerle aramda kurup tasarlamış olduğum ve anlamına inandığım duyusal bir bağ olmalı. Bazen melodram denebilecek sahneler, alegoriler, odaklandığım nesneler, durumlar üzerine bir sezi ile yaklaşırım, ne tür anlamların oluştuğunu iş meydana geldikten sonra düşünürüm. Öngörülemezlik, belirsizlik temel çıkış noktam. Sergi oluşurken bir lahzada oluşan durumlar arzu ettiğim düzeneğe iyi geliyorlar, daha doğrusu tek ve büyük hayalim öngöremediğim durumların ışıması, izleyici her zaman ışıyan durumu dikkatlice fark ediyor. Işıyan yapıt kendi hikâyesini ve gerçekliğini oluşturuyor." "Öğleden Sonra" sergisi, sanatseverlere Cosentino'nun benzersiz bakış açısını ve sanatsal anlatısını keşfetme fırsatı sunuyor. İMALAT-HANE'deki bu sergi, 25 Mayıs'tan itibaren ziyaret edilebilir.


Fotoğraf imalat_hane resmi instagram hesabından alınmıştır.

Devamını Oku

13 Mayıs, 2024

Kökler

Kökler

Eda Çamlı  |  Ed. Murat Kadaş

52. İstanbul Müzik Festivali: Kökler Temasıyla Müzik Dolu Bir Deneyim

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından Borusan Holding sponsorluğunda düzenlenen 52. İstanbul Müzik Festivali, 21 Mayıs-12 Haziran tarihleri arasında müzikseverlere klasik müziğin yıldızlarıyla dolu bir program sunmaya hazırlanıyor.

Festival, İstanbul’un seçkin konser mekânlarında gerçekleştirilecek 25 konserde dünyanın dört bir yanından seçkin orkestraları ve önemli solistleri ağırlayacak. Budapeşte Festival Orkestrası, Festival Strings Lucerne, Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası, Tekfen Filarmoni Orkestrası, Mantova Oda Orkestrası, Franz Liszt Oda Orkestrası, Macar Ulusal Korosu, Borusan Quartet gibi önemli topluluklarla birlikte Maria João Pires, Khatia Buniatishvili, Francesco Piemontesi, Jean-Guihen Queyras, István Várdai, Gülsin Onay, Edgar Moreau, Kristóf Baráti, Roby Lakatos gibi 60'ın üzerinde sanatçı festival kapsamında sahne alacak.

Programın önemli bir parçası olan dört eserin dünya prömiyeri ve iki eserin Türkiye prömiyeri gibi özel etkinliklerle zenginleşecek olan festivalin teması bu yıl "Kökler" olarak belirlendi. Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesinin 100. yılına odaklanarak, müzik aracılığıyla bu coğrafyanın kültürel ve tarihi öykülerini aktarmayı hedefleyen festival, ayrıca Macaristan ve Hollanda ile ilişkilerin 100. yılının kutlanacağı Kültür Yılları etkinliklerine de ev sahipliği yapacak.

Klasik müziği farklı türlerle bir araya getiren özel projelerin de yer alacağı festival, her yıl olduğu gibi klasik müzik dünyasının yıldız solistleri ve prestijli orkestralarını ağırlayarak müzikseverlere unutulmaz deneyimler sunacak.


Görsel, IKSV resmi web sitesinden alınmıştır.

Gölge Topraklar Gök Topraklar

II. Dünya Savaşı sonrası Paris’te yükselen soyut sanat akımının önemli temsilcilerinden biri olan Albert Bitran’ın ilk kişisel sergisi, 3 Mayıs 2024 tarihinde Dirimart Dolapdere'de açılıyor. Gölge Topraklar Gök Topraklar başlıklı sergi, sanatçının 1956–2013 yılları arasında ürettiği eserlerin bir seçkisini izleyicilere sunuyor.

Sergi, geometriden doğa soyutlamalarına geniş bir yelpazede eser üreten Bitran'ın soyut resme dair keşif niteliği taşıyan eserlerini bir araya getiriyor. Paris’teki atölyesine davet niteliğinde bir karşılamayla açılan sergi mekânı, tarihsel ya da üslup bazlı bir tasnifin ötesinde bir deneyim sunuyor.

Bitran’ın kariyeri boyunca sürdürdüğü mekânsal duyarlılık ile farklı dönemlerdeki serileri arasındaki akışkan geçişlere odaklanan sergide, sanatçının geometrik soyut işlerden Fransa’nın güneyindeki yaşamından esinlenen kırsal manzara soyutlamalarına kadar geniş bir yelpazede eserleri sunuluyor. Son dönem eserleri ise zamana ve mekâna yayılan etkisini gözler önüne seriyor.

Soyutlamalar üzerine bir dünyanın izleyicilerle buluştuğu Gölge Topraklar Gök Topraklar sergisi, Bitran’ın sanatının ve yaşamının farklı evrelerini ele alarak eserlerinin zamana ve mekâna yayılan etkisini sergiliyor.


Görsel, Dirimart resmi web sitesinden alınmıştır.

Kökler Üç Hür El

Dirimart, sanatseverleri heyecanlandıracak bir başka etkinliğe daha ev sahipliği yapıyor. Jennifer İpekel’in muhteşem eserleriyle dolu "Kökler Üç Hür El" sergisi, 7 Mayıs 2024 tarihinde Dirimart Pera’da kapılarını açtı.

Jennifer İpekel'in ikinci kişisel sergisi olan "Kökler Üç Hür El", sanatseverlere bir keşif yolculuğu sunuyor. Sanatçının batik tekniğiyle oluşturduğu eşsiz tekstil ve seramik eserler, izleyicileri farklı kültürlerin derinliklerine ve evrensel değerlerin özüne doğru bir yolculuğa çıkarıyor.

Sergi, tarihte farklı kültürlerden gelen tekstil işlerinin insanlık mirasındaki önemine odaklanıyor. İpekel’in eserleri, doğadan ilham alarak yaratılan felsefi öğretilerle harmanlanıyor ve izleyicilere benzersiz bir deneyim sunuyor.

“Kökler Üç Hür El”, Tribawana felsefesinin evreni tanımladığı üç diyarı –Mikro, Makro ve Işık Kozmosu– temsil ediyor. Sergideki eserler, farklı kültürlerin yaratılış mitlerine dayanırken doğa ile insan arasındaki bağı vurguluyor. İpekel’in kumaş boyama teknikleri ve seramik işleri, doğayla insan arasındaki bu derin bağı sanatseverlere hissettiriyor.


Görsel, Dirimart resmi web sitesinden alınmıştır.

Devamını Oku

10 Mayıs, 2024

Wim Wenders ve Koji Yakusho İstanbul’da!

Wim Wenders ve Koji Yakusho İstanbul’da!

Kumru Yaren Cengiz  |  Ed. Murat Kadaş


43. İstanbul Film Festivali 26 Nisan’da İstanbul’da bir basın toplantısı düzenledi. Konuşmacı olarak, Wim Wenders ve Koji Yakusho'nun yanı sıra Istanbul Film Festivali Direktörü Kerem Ayan ile MUBI’nin kurucusu ve CEO'su Efe Çakarel yer aldı. Sinema yazarı Engin Ertan’ın toplantının moderatörlüğünü  üstlendiği toplantıda Wim Wenders ve Koji Yakusho basın mensuplarının odağındaydı. Perfect Days filmi ile dünya çapında gündemde olan iki isim öncelikle İstanbul’a dair beğenilerini ifade etti. Sabah uyandıklarında boğazı görmenin büyüleyiciliğinden bahsettiler. Ardından basın tarafından çeşitli sorular soruldu. Ayrıca Perfect Days filminin ortaya çıkış sürecinden, yönetmenin filmle kurduğu kişisel ilişki de anlatılanların arasındaydı.



 

Japonya'nın Oscar Adayı olan Perfect Days, Kôjı Yakusho'ya 76. Cannes Film Festivali'nde “En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü getirmişti.

 

78 yıllık yaşamında ilk kez İstanbul’a gelmiş olduğunu “Bu anı 78 yıldır bekliyorum.” şeklinde belirten Wenders, aynı günün akşamında Atlas 1948’de gösterimi gerçekleştirilen Wenders, Anselm filminin öncesinde festival tarafından verilen bu yılki Sinema Onur Ödülü’ne sahip olurken, ödülünü Zülfü Livaneli'den aldı.

 

Çağımızın hastalığı "aşırı tüketim" sorulan sorular arasında dikkat çekti. Wenders’a daha önce yaptığı bir söyleşisine atıfta bulunarak iletilen soruya Wenders: “Fazla şeyle yaşıyoruz. Bir bavulla yaşayanlar var. Gezegenimiz için de böyle daha iyi olur. Ben umutsuz bir koleksiyonerim. Daha az olma fikri bana çok ilgi çekici geldi. Hayatımızı basitleştirdikten sonra bu karakterin ne kadar doğru olduğunu düşündüm. Çok şeyle yaşamış ama mutlu da değildi. Bir gün karar verdi farklı bir hayat yaşamaya karar verdi. Basitlik daha önemliydi. Çok pahalı bir makinesi vardı ama olsun. Elektroniğe ve çokluğa ihtiyacı olmadığını fark etti. Hayatında en fazla ihtiyaç duyduğu şey belki müzikti. Eski bir kamerası, birkaç tane de cep defteri… Yeterdi bunlar. İlk çekim gününden önce boş bir daire bulduk. Çok da güzel bi yer. Bizim sanat yönetmenimiz tasarladı içini. Dekore etti. Dehşete düştüm görünce. Dedim ki Koji’ye burası sizin karakterinizin evi. İhtiyacınız olmayan her şeyi gösterin dedim. 2 saat sonra hiçbir şey kalmadı evde. Sandalyeyi bıraksa iyiydi. Boş bir ev oldu. Sanat yönetmenimiz ise şok oldu.” şeklinde yanıt verdi.



Türkçeye 'Mükemmel Günler' şeklinde çevirebileceğimiz Perfect Days’in devam filmini yapmak istediğine buna da Perfect Nights (Mükemmel Geceler) adını verebileceğini söyleyen Wenders, Koji’nin de bu fikri ilk kez orada duyduğunu belirtti.

Gelen bir soru üzerine daha önceki filmlerinde yiyecek-içeceklerden uzak durduğunu belirten Wenders, bu filminde ilk kez yiyecek-içecek kullandığının altını çizdi. Karakterin beslenme alışkanlığının da alçak gönüllü olması gerektiğini vurgulayan Wenders, “Ben makine kahvesi seviyorum mesela. Karaktere de makine kahvesi aldırttım. Tüm filmlerimde yiyecek-içeceklerden kaçtım. Bu benim için bir çıkış yoluydu. Karakterin yemek yemesi benim için de yeniydi. Seks gibi hep kaçtım diğer filmlerimde.” şeklinde konuştu. Wenders filmiyle şahsi kurduğu bağları da toplantı boyunca çok güzel özetledi.

 

Koji Yakusho ise daha çok karakteri üzerinden sorulan sorularda söz aldı. Koji, Japonya'da her şeyin bir ruhu olduğuna inanıldığını, bunun tuvaletler için de geçerli olduğunu belirtti. Tuvaletlerin kutsal ruhunun adının Kami olduğunu söyleyen Koji, küçüklükten beri bu inançla yetiştiğini ifade etti. Her  temizlik yapışında onun tarafından korunduğunu düşünürmüş. Her zaman Kami’nin varlığının farkındayım diyen Koji, Hirayama ismindeki karakterinin tuvalet temizlemesiyle olan bağını buradan açıkladı.

 

Film, bilindiği üzere 2020 Tokyo Olimpiyatları için yapılan tuvaletler üzerine mimari bir belgesel çekilmesi niyetiyle ortaya çıktı. Wenders’e bu yönde gelen teklif ise hepimizin severek izlediği ve bu yıl hep gündemde olan belgesel türünden tamamen azade Perfect Days filmiyle sonuçlandı.

Devamını Oku

10 Mayıs, 2024

Sanat, Yannick İçindir!

Sanat, Yannick İçindir!

Kumru Yaren Cengiz  |  Ed. Murat Kadaş


Sanatın ne için, kim için olduğu bin yıllardır sorup, konuştuğumuz bir şey. Her dönemin kendi içerisinde, kendi ihtiyaçları doğrultusunda sanatı şekillendirdiği şüphesiz bir gerçek. Fakat sanattan beklentimizi, tüketici ya da üretici olarak kendimize sorduğumuzda ayakları yere basan cevaplarla pek karşılaşamıyoruz. Beğenilerimizi ne şekillendiriyor? Cevabımızdan emin miyiz?


Quentin Dupieux tarafından yazılıp yönetilen, Locarno Film Festivali’nde “En İyi Avrupa Filmi” seçilen Yannick isimli film, bu sorularla bizi “rehin” alıyor. Yannick, otopark bekçiliği yaparak yaşamını sürdüren bir erkek, bir akşam işten güç bela izin alarak bir bulvar komedisi olan “Le Cocu” isimli oyunu izlemeye gider. Oyunun içerisinde birden ayağa kalkıp söze girerek oyunun hiç eğlenceli olmadığını, iyi hissetmek için geldiği bu oyun yüzünden daha kötü hissettiğini, burada bir problem olduğunu dile getirir. Oyuncular da diğer seyirciler de bu alışılmadık tepkiye çok şaşırırlar. Tabii ki saygısızlık olarak nitelendirilen bu hareketin sonlandırılması istenir. Yannick, o akşam oraya gelmek için ne kadar zorluk çektiğini, ne kadar çok emek verdiğini ve karşılaştığı şeyin buna değmediğini söyler. Öyleyse paranı al ve git tavrıyla karşılaşan Yannick, parasını değil parasının karşılığını istemektedir. En sonunda ciddiye alınmadığını fark eder ve salonu terk etmek zorunda kalır. O çıkar çıkmaz kahkahaların yükseldiğini fark edip bu kez silahıyla geri döner. Eleştirileri dikkate alınmak yerine dalga geçilmekte olan Yannick’e artık herkes kibar davranmaya başlar. Çünkü silahı ile hem herkesi rehin almıştır hem de rezalet olarak adlandırdığı bu oyuna el koymuştur. Bulduğu bir bilgisayarla hemen yeni bir oyun yazmaya ve bu işin nasıl yapılacağını herkese göstermeye niyetlenir.


Yannick, sanatla ilişkimiz üzerine çok fazla konuya çok basit yerlerden değiniyor. Diğer seyircilerle kurduğu sohbetler sırasında oyunu bölmeden önce beğenip beğenmediklerini sorar. Beğenmeyenler, beğenenler ve beğenip beğenmediklerini dahi bilmeyenler vardır. Tek ses çıkaran Yannick olmuştur. Oyunun, yanlarındaki bir seyirci tarafından bölünmesi dahi çoğu kişide dışsal bir tepkiye neden olmuyor. Söz gümüşse sükût altındır diye düşünülüyor sanırım.

Sanat ve emek günümüzde kutsal bir dokunulmazlığa sahiptir çoğu insan için. Halbuki her iş kadar emek sarf edilen, her iş kadar “iş” olan bir şey değil midir sanat? Yaptığımız şeyleri meslekleştiren ve emeğimiz karşılığında para kazanmamızı meşrulaştıran şey de budur aslında.


Seyirci ve sanatçı arasında bazı sessiz sözleşmeler vardır. Bir tiyatroya, sinemaya gittiğimizde Yannick gibi davranmayız. Eleştirilerimizi oyun sonuna saklarız ya da alanı -mümkünse- terk ederiz. Bazen ikisine de cesaret edemeyiz. İzlediğimiz şeyi anlamadığımızı, üzerine söz söyleme hakkımız olmadığını düşünürüz. Sanatı gözümüzde kutsallaştırırız, onun taşıdığı anlamlara erişemeyeceğimizi içselleştiririz. Elbette her konuda olduğu gibi sanatta da uzmanlar var. Eleştirmenler olarak yaptığımız şey, gerçek bir meslek. Fakat her şeyin ötesinde her seyirciyi amatör bir şekilde eleştirmen konumunda tutan çok önemli bir şey var: Beğeniler. İçimizden geçirdiğimiz düşünceleri dışarıya usulünce dahi vurmuyoruz. Önümüze konan her şeyi beğenmemiz isteniyor. Asıl saygısızlık olan, bu kadar kötü işleri sahneye koymak; seyirciden susup, izleyip, alkışlamalarını beklemektir belki de.


Beğeninin öznelliği burada devreye giriyor ve usulünce fikirlerimizi söylemek de bu yüzden önemli aslında. Yannick, bunu umursamıyor. Silahla, zor kullanarak her şeyi kontrolü altına alıyor. Sanatla kurduğumuz bu kutsiyet illüzyonunun ardındaki sevgi eksikliğine, varoluşsal sancılarımıza, değersizlik ve yetersizlik duygularıyla yaptığımız eylemlere de silahının namlusunu doğrultuyor aslında. Alkışlar, kahkahalar ve gözyaşları da bu yapılanın katharsisinin somut verileri oluyor.

Yannick, sesini çıkartmaktan korkmayan bir izleyici. Yannick’in eleştirilerini dile getiriş tarzını tasvip etsek de etmesek de Yannick’i haklı bulabiliyoruz. Öyleyse, içimizdeki Yannick’i; yerinde, zamanında, nezaket kuralları içerisinde olmak üzere ortaya çıkartmamız hem kendimiz için hem de sanat için en doğrusu olabilir.

Sanat, toplum için midir? Sanat, sanat için midir? Sanat, Yannick içindir!

Devamını Oku

08 Mayıs, 2024

Olmazlar Cumhuriyetinde Mevcudiyet

Olmazlar Cumhuriyetinde Mevcudiyet

Hakkı Yüksel  |  Ed. Murat Kadaş

2000 yılından beri geleneksel tiyatro algısının sınırlarını zorlayan Almanya merkezli sanat kolektifi Rimini Protokoll, Beykoz Kundura’da yeniden sahnelenen “Namevcut Konferans” adlı projesiyle odağına ekolojiyi ve ontolojiyi alıp farklı bir performatik deneyim içine soktuğu seyircisiyle faşizm, antisemitizm, nüfus patlaması gibi birçok yan konuyu tartışmaya açıyor.


Konuşmacısı Olmayan Konferans:

Küreselleşmenin ekolojik-toplumsal sonuçlarına ilişkin katkılar ve çelişkili tezler sunacak uzmanlarla gerçekleştirilecek bir konferans olarak lanse edilen “Namevcut Konferans”ta konuşmacılar, fiziksel olarak salonda bulunmuyor. Seyirci oyunda yapay zekâ tarafından bu konuda yapılan anonsla ilk sarsıntısını yaşıyor.

Salondaki gönüllü seyirciler, ilgili konuşmacının kimliğine bürünüp eline verilen metinle veya kulaklığına fısıldanansözcüklerle uzmanın sunumunu, diğer izleyicilerin önünde, o uzmanın kimliğine bürünerek canlandırmaya çalışıyor. Böylece proje, tiyatronun en önemli elemanlarından biri olan “oyuncuyu” bertaraf ederek yapay zekânın da desteğiyle “pasif izleyeni”, “aktif oynayan” eyliyor.

Koltuklarından kalkıp sahneye çıkarak mevcut olmayan konferans katılımcılarını performe eden izleyiciler, tiyatronun imkânları ve araçlarıyla konferans uzmanlarının hayatlarını ve düşüncelerini sahiplenen, onların fikirlerinin taşıyıcısı haline gelen insanlara dönüşüyor. Böylece hiç bilmedikleri bir düşünce ve dünyayla empati geliştirmek zorunda bırakılan alımlayıcı, varlığının farkında olmadığı gerçeklerle yüzleşiveriyor.

Günümüzdeki kapitalist iktidarlar, iktidarlarının sürekliliğini koruyabilmek adına kendi gerçekliklerini yaratarak bu gerçekliği halkına dayatıyor. Yaratılan bu “post-truth” evren içinde birey, içinde bulunduğu dünyanın mevcut gerçekliğine yabancılaşıyor. İşte bu bağlam içinde Namevcut Konferans projesi, tiyatral araçlarla bireye, hükümetlerin sistemli çabasıyla yok saydırdığı olguları gösteriyor. Onlarla yüzleşmesini, onları irdelemesini sağlıyor.

İzleyenler bazen faşist bir Sırp askerinin avukatını, bazen faşizmden kaçan bir Yahudi'yi, bazen nüfus patlamasının önüne geçmek isteyen bir aktivisti, bazen de ekolojik felaketle mücadeleye çalışan bir bilim adamını temsil etmek adına öncesinde tanımadığı duygularla özdeşime zorlanıyor. Oyunda bu özdeşim, belgesel tiyatronun sıklıkla kullandığı araçlarla gerçekleştiriliyor. Seyirciler yalanlarla üstü örtüldüğü için “olmadığı” varsayılan gerçekliğin mevcudiyetiyle sarsılıyor.


Üç Maymunu Oynamak:

Dünyanın bir numaralı gündem maddelerinden olan iklim krizi, doğa tahribatı, karbon salınımı, nüfus patlaması gibi ekolojik problemlerin ne kadarı ülkemizde masaya yatırılmakta? Seçim propagandası sürecinde bu meselelerin kaçına dair çözüm vaatlerinde bulunuldu? Bu sorunları tartışmak şöyle dursun; nükleer santral planlarımızla övünüyor, “Her aileye en az üç çocuk!” emri salık veriliyor, coğrafyayı tahrip edecek “çılgın projelerimizle” gururlanıyoruz. Peki biz, olmadığını varsaydığımız için bu problemlerimiz“ namevcut” mu?

Gerçek şu ki; kapitalizm, çarkını döndürmek, o çarkın dişlerinde öğütebilmek adına daha çok iş gücünü ve doğa kaynaklarının sömürülmesini talep ediyor. O yüzden her geçen gün daha geniş rant alanları uğruna daha çok betona gömülüyor, ekolojik sorunlara yenilerini ekliyoruz. Günümüzde ayyuka çıkan neo-faşizme inat, hamasi sözlerle yaratılan sahte vatanperverlikle, küçük dünyalarımız içinde, olmazlar cumhuriyetinde birliğimizi muhafazaya çalışıyoruz.

Namevcut Konferans alımlayıcısının içinde bulunduğu bu kısır döngüyü kırmak adına izleyenini ataletten kurtarıp kendi dünyasından çıkarıyor, ayağa kaldırıyor, belgesel tiyatronun araçlarıyla gerçekliği görünür kılıyor. Bupost-truth döngüden çıkışın nasıl gerçekleşebileceği üzerine kafa yoran proje, çözümü gerçekliği tüm yalınlığıyla göstererek tartışmaya açmakta buluyor.


Maskeli Balo:

Namevcut Konferans gösteriminin içinde “oynayan izleyiciler”, konferans konuşmacılarını icra ederken olmayanı var ediyor. Bu durum, projenin izleyeni olarak benim “temsiliyet” kavramı üzerine sorular sormama yol açtı. Gösteri de zaten katılımcısından bunu talep ediyordu. Oyunun bir yerinde izleyenlerden yanlarındaki tanımadıkları insanlara dönüp temsiliyet üzerine kısa bir konuşma yapmaları istendi. Sahi, biz nelerin temsilcileriydik?

Yanımızda olmayan ailemiz, mensubu olduğumuz millet, din gibi kültürel ögelerimiz, aldığımız eğitimler, işimiz ve daha nice şey bizimle yürüyordu bu dünya sahnesinde. Biz, ânın içinde “mevcut olmayanların” temsilcileri olarak onların yansıtıcıları konumundayız, diyebilir miyiz? Sanki biraz kendimizken biraz da başkalarıyız. Shakespeare’in “Dünya bir sahnedir.” lafına binaen, bu hayatta rolünü içselleştirmiş oyuncular olmalıyız. Maskeleri değiştirerek mevcudiyetimizi devam ettirdiğimiz bir dünya sahnesindeyiz. Kendi kültürümüzü, kendi cinsiyet rollerimizi sürekli performe ederek yineliyoruz. Ve elbette biz başkalarını temsil ederken, başkalarının da temsillerinde yer alıyoruz. Böylece olmadığımız ve görünmediğimiz alanlarda da var oluyoruz.

Peki temsil edilmeyenler, yok sayılanlar, görmezden gelinenler? Hor görülenler ya da hiç görülmeyenler?


Sahnenin Dışındakiler:

Ülkemizde, içinde bulunduğumuz politik iklimde “namevcut” kabul edilen ya da iktidarca varlığı kabul edilen, ancak mevcudiyet sınırlarının iktidarca belirlendiği gruplar olan azınlıklar, Sünni Müslümanlar dışındaki dini gruplar, LGBTİ+ bireyleri, kadınlar… Kısacası “onlardan olmayan ötekiler” mevcudiyetlerini “nasıl” sağlayabilirler? Bu ötekiler ki güçsüz olduklarından mağdur değillerdir. Mağduriyetleri görülmemek, kâale alınmamaktan ileri gelir. Yukarıda anlatmaya çalıştığım bağlamdan hareketle bu grupların temsiliyetlerinin irdelenmesi gerektiğini ve mevcut olma hallerinin sadece bu şekilde sağlanabileceğini düşünmekteyim. Ülkenin neredeyse yarısı için “yaşamayan” bu grupların hayata tutunmaları için gerekli temsil gücü sağlanamadığı müddetçe faşizan yaklaşımlar büyüyerek devam edecektir.

Faşizm hamuru, korku unuyla yoğrulup tutulur. Korku da bilinmeyene karşıdır. Temsiliyet, işte bu bilinmezliği ortadan kaldıracaktır. Yoksa bu görünmez gruplar ötekileştirilmekten, terörize edilmekten kurtulamayacaktır.


“Ben, tam inşası sürerken inşa edenin düşünmekten bıktığı, oldum olası kendi yıkıntısından başka şey olmamış bir yapının yıkıntısıyım.” diyor Pessoa Huzursuzluğun Kitabı adlı eserinde. Var olan nizamın içinde birey olarak mevcut kalabilmek için, yıkıntılarımızdan gökdelenler kurmak için yok edilen alanlarda temsil edilip varlığı yakalayabileceğimizi görünür kılan Namevcut Konferans, tiyatronun araçlarına sarılarak bunun gerçekleştirilebileceğini göstermekte. İzleyicinin kendi üzerine, çevre üzerine, temsiliyet kavramı üzerine yeni sorgulamalara girişmesini sağlayan bu projeyi mayıs ayı içinde Beykoz Kundura’da deneyimleyebilirsiniz.

Devamını Oku

06 Mayıs, 2024

İnsana, Doğaya ve Müziğe Dair

İnsana, Doğaya ve Müziğe Dair

Eda Çamlı  |  Ed. Murat Kadaş

“Human”

Arter, dünyanın önde gelen fotoğraf ve sürdürülebilirlik ödülü Prix Pictet'nin onuncu edisyonu "Human" sergisine ev sahipliği yapıyor. 24 Temmuz'a dek açık kalacak sergide "insan" temasının çeşitli yönleri ele alınıyor. Victoria & Albert Museum’daki ilk sergilenişinin ardından, Prix Pictet’in 10. edisyonu 26 Nisan’da Arter’de açıldı. “Human” başlıklı sergide, ödülün onuncu döneminde finale kalan 12 fotoğrafçının yapıtları sergileniyor.

Eserler, yerli halkların yaşadığı zorluklar, çatışma, çocukluk, ekonomik süreçlerin çöküşü, insan yerleşiminin izleri, sanayinin gelişmesi, çete şiddeti, sınır toprakları ve göç gibi çeşitli temaları merkeze alıyor. Bu temalar arasından seçilen portfolyolar, belgesel, portre, manzara fotoğrafçılığının yanı sıra ışık ve süreç üzerine farklı denemeleri kapsıyor.

Bağımsız jürinin değerlendirmesi sonucu Prix Pictet Human’ı kazanarak 100 bin İsviçre Frangı değerindeki ödülün sahibi olan Hindistanlı fotoğrafçı Gauri Gill’in eserleri de sergide yer alıyor. Gill, 20 yılı aşkın süredir Kuzey Hindistan’ın batısındaki Racastan çölünde yaşayan topluluklarla ve son 10 yıldır da Maharaştra’da yerli sanatçılarla yakından ilgileniyor.

Prix Pictet Halkın Seçimi Ödülü’nün sahibi olan Kolombiyalı fotoğrafçı Federico Rios Escobar’ın fotoğrafları ise anne babaları Kolombiya-Panama sınırında, tehlike dolu Darien Geçidi’ni aşmak için risklerle dolu bir göç yolculuğuna kalkışan, Güney Amerikalı çocukların trajik yaşamlarını yansıtıyor. Sergide Gill ve Escobar’ın yanı sıra Hoda Afshar, Gera Artemova, Ragnar Axelsson, Alessandro Cinque, Sian Davey, Michal Luczak, Yael Martinez, Richard Renaldi, Vanessa Winship ve Vasantha Yogananthan’ın eserleri de görülebilir.


Fotoğraf arter resmi web sitesinden alınmıştır.

Havaya Dair

Milano merkezli tasarım stüdyosu 2050+, Salt Beyoğlu’ndaki Forum alanı için özel olarak tasarlanan Havaya Dair sergisiyle dikkatleri üzerine çekiyor. Bu sergi, hava kirliliğinin toplumsal ve ekolojik boyutlarını maddi, işitsel ve görsel deneyler aracılığıyla irdelemeyi hedefliyor.

Ziyaretçileri havanın maddeselliğiyle ilişki kurmaya teşvik eden bir dizi müdahale sergide yer alıyor. Azot dioksit, ozon, karbon dioksit, partikül madde, kükürt dioksit gibi havanın kimyasal bileşenlerinin farklı zehirlilik derecelerine karşılık gelen renklerle tasvir edildiği panolar, havadaki zehirliliğin farklı ölçeklerdeki yaygınlığını gösteren veri ve görüntülerin işlendiği perdeler ve havadaki bu maddelerin etkileşiminin ses enstalasyonu ile duyumsanabilir kılınması serginin önemli unsurlarını oluşturuyor. Ayrıca, İstanbul’un gökyüzünün fotogrametri tekniğiyle hazırlanmış bir animasyonu da ziyaretçilere sunuluyor.

Havaya Dair sergisi, soluduğumuz havaya içkin karmaşıklıklara ilişkin anlayışımızı genişletmeye yönelik bir davet niteliği taşıyor. Ziyaretçileri, havadaki zehirliliğin ötesinde, bu durumun işaret ettiği toplumsal ve politik sonuçları, yerel ve küresel izlekleri, gezegen ölçeğindeki bağlantıları derinlemesine düşünmeye teşvik ediyor.

Sergi, temiz ve solunabilir havanın müşterek ve evrensel bir hak olduğu bir dünya için kolektif eylemin gerekliliğini vurguluyor. 8 Mayıs-18 Ağustos tarihleri arasında Salt Beyoğlu’ndaki Forum alanında ziyarete açık olacak sergiye eşlik eden kamu programları ise saltonline.org ve Salt’ın sosyal medya kanallarında duyurulacak.


Fotoğraf saltonline resmi web sitesinden alınmıştır.

Iconic Tour: David Garrett

Dünyaca ünlü keman virtüözü David Garrett, yeni albüm turnesi "ICONIC TOUR 2024" kapsamında Türkiye'ye geliyor. Bayhan Müzik organizasyonuyla gerçekleştirilecek olan konser, 7 Mayıs 2024 Salı akşamı Harbiye Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu’nda müzikseverlerle buluşuyor.

Garrett, sevilen klasik eserlerin yanı sıra rock ve pop klasiğini kendine özgü tarzıyla yorumlayarak geniş kitlelere hitap ediyor. Albümleriyle rekor sayıda altın ve platin plak kazanan, konserlerinde milyonlarca izleyiciye ulaşan Garrett, yeni albümü "ICONIC"te Bach, Dvořák, Gluck, Kreisler, Mendelssohn ve Schumann'ın müziklerini yeniden düzenleyerek kaydetti. Albüm düzenlemelerinde gitaristi Franck van der Heijden ile çalışan Garrett, düet düzenlemelerinde ise eski hocası Itzhak Perlman, yıldız tenor Andrea Bocelli, flütçü Cocomi ve trompetçi Till Brönner'e yer verdi.

Müzikseverler, David Garrett'ın çocukluk hayali olan efsanevi kemancıların eserlerinden aldığı ilhamla hazırladığı "ICONIC" albümünden eserleri seslendireceği ve büyülü bir atmosfer sunacağı konser için Passo'dan biletlerini temin edebilirler.


Fotoğraf passo resmi web sitesinden alınmıştır.

Devamını Oku

29 Nisan, 2024

Bellek ve İmajlar: Yeni Sergiler Rüzgarı

Bellek ve İmajlar: Yeni Sergiler Rüzgarı

Eda Çamlı  |  Ed. Murat Kadaş

Saklambaç

Sanatçı Ece Haskan'ın heyecan verici ilk kişisel sergisi olan “Saklambaç”, 26 Nisan-25 Mayıs tarihleri arasında Büyükdere35’te sanatseverlerle buluşuyor. “Saklambaç” sergisi, Ece Haskan’ın son dönem üretimleri ile ilk kez izleyicilerle buluşacak heykellerini bir araya getiriyor. Sergide, insan yaratıcılığının köklerinden gelen oyunlar ve hikayeler, farklı formlarda izleyiciyle buluşuyor. Masallar, çocuk oyunları ve kostümler gibi yaratılmış imgeler, sanatçının elinde mecazi bir oyun haline dönüşerek beklenmedik anlamlarla yeniden şekilleniyor. Bu durum, izleyicilerin gerçeklik algısını sorgulayarak saklı anlamların keşfine ve tamamlanmasına bir davet niteliği taşıyor.

Ece Haskan, “Saklambaç” sergisinde gri alanlara renkli müdahaleler yaparak nesnel ve öznel olan arasındaki çatışmayı ele alıyor. Özne ve nesne arasındaki ilişkiyi değiştirerek imgelerle oyunlar oynuyor ve ironiyi bir anlatım aracı olarak kullanıyor. Sergideki çalışmaları, insan bedeni ve nesneler arasındaki hiyerarşik ilişkileri sorgulayarak tuhaf ve ironik hikayeler anlatıyor. Bu hikayeler, zaman ve mekân algısının belirsizliklerle dolu çoğulcu bir anlatıma sahip olduğu bir zeminde şekilleniyor.

Ece Haskan’ın eserleri, öznel deneyimlerle iç içe geçmiş nesnel ve öznel temsillerin bulanık sınırlarının keşfedildiği bir deneyim sunuyor. İzleyiciler, sanatçının çalışmalarını kişisel deneyimlerinin ışığında yorumlayarak insan zihninin karmaşıklığını ve kavramsal derinliğini keşfetmeye davet ediliyor.


Görsel ece.haskan resmi instagram hesabından alınmıştır.

Being

Sanatçı Seçil’in uzun zamandır üzerinde düşündüğü yaşamın içindeki “olma hâli” fikrinden esinlenerek ürettiği yeni işlerinin yer aldığı “Being” başlıklı kişisel sergisi, 4 Mayıs tarihine kadar sanatseverler tarafından ziyaret edilebiliyor.

Sergi, Seçil’in Being (Olma Hâli) ve Being in Love (Aşık Olmak) adlı iki eserini ilk kez gösteriyor. Sanatçı, renk ve dokunun ön plana çıktığı, hareketten beslenen ve parça bütün ilişkisini vurgulayan eserlerini izleyiciyle buluşturuyor. Being (Olma Hâli), 18 metre boyutunda ve 12 parçadan oluşurken, Being in Love (Aşık Olmak) ise modüler bir kurguyla bir araya gelen 30x30cm boyutunda 30 parçadan meydana geliyor.

Seçil, sergisinde deneyimlediği özgürleşme ve dönüşüm yolculuğunu Being (Olma Hâli) üzerinden aktarıyor. Sanatçı, soyadı olarak da seçtiği “Being”i serginin temel çerçevesi olarak kullanıyor. Rupert Spira’nın kitapları ve dinlediği söyleşiler gibi kaynaklardan ilham alan Seçil’in eserleri, soyut kavramları geometrik formlar aracılığıyla estetik bir şekilde ifade ediyor.

Seçil, yapıtlarında sınırları zorlarken, soyut kavramlar ile somut formlar arasında köprü kuruyor. Metafizik iç görüleri geometrik dille buluşturan sanatçı, izleyicileri soyut düşüncelerin derinliklerine doğru bir yolculuğa çıkarıyor.


Görsel secilsstudio resmi instagram hesabından alınmıştır.

Ritim ve Armoni

Atilla Atala'nın kişisel sergisi olan "Ritim ve Armoni", 15 Haziran'a kadar Gallery 11.17'de sanatseverlerle buluşuyor. Atilla Atala, sergisinde dünyaca ünlü Türk ve yabancı caz sanatçılarını ve caz müziğini konu alan resim ve heykellerini sergiliyor. Sanatçı, cazın derinliklerinde yatan duyguları, ritimlerin ve harmonilerin dansını tuvale ve heykellere yansıtarak izleyicilere benzersiz bir deneyim sunuyor.

Cazın evrensel dilini ve ruhunu yansıtan eserlerinde, Atala, müziğin ruhunu renklerle ve formlarla ifade ediyor. Geometrik soyutlama ve Gestalt kuramının etkisi altında, ritmin ve armoninin dansını figürlere dönüştürerek, izleyicileri müziğin büyüleyici dünyasına davet ediyor. Atilla Atala, resim ve heykel çalışmalarında caz sevgisini ve saygısını hissedebileceğiniz bir atmosfer yaratıyor. Her bir eserinde, cazın ruhu ve müzisyenlerin tutkusuyla doldurulmuş "ikonik portreler"iyle, izleyicilere unutulmaz bir sergi deneyimi sunuyor.


Görsel gallery11.17 resmi instagram hesabından alınmıştır.

Devamını Oku

24 Nisan, 2024

“Göz Alan” Oyun: Fosforlu Cevriye

“Göz Alan” Oyun: Fosforlu Cevriye

Hakkı Yüksel  |  Ed. Murat Kadaş


İBB Şehir Tiyatroları'nda sergilenen oyunlara karşı, önceki seyir deneyimlerimden dolayı nahoş bir önyargım vardır. Ancak Suat Derviş tarafından roman olarak yayımlanan ve sonrasında farklı uyarlamalarla seyircisiyle buluşan Fosforlu Cevriye’nin Yelda Baskın yönetmenliğindeki son uyarlaması, Dârülbedâyi koltuklarının üzerine fosforlu yıldızlar yağdırmayı başarmış.

Ne demektir “fosforlu”? TDK bu kelimeyi “alımlı, göz alan, parlak.” olarak tanımlamış. Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesinin ağır perdesi aralanmaya başladığında Fosforlu Cevriye müzikali, alımlayıcısının gözünü almak için ilk andan itibaren fosforları çakmaya başlıyor. Peki “göz almak” ne demektir? Sözlükte bu deyim için iki farklı anlam var:

Güzelliğiyle gözleri üzerine çeken:

Perde açıldığında seyirci, orkestra çukurunun önünde sahneyi kaplayan, çok amaçlı, hareketli, muazzam bir dekorla karşı karşıya kalıyor. Anne babasını tanımadığı için gökteki yıldızlardan doğduğuna inanan, İstanbul’un izbe mahallelerinde hayat kadınlığı yaparak geçinmeye çalışan Fosforlu Cevriye’nin hayatının geçtiği mekânlar -Galata eşrafıyla buluştuğu Rum meyhane, yaşadığı pansiyon, âşık olduğu “kanun kaçağı” adamla karşılaştıkları kayık, adamın evi, karakol- Barış Dinçel’in tasarladığı dekora başarılı bir biçimde nakşedilmiş. Tasarım, ince işçiliğiyle izleyeni etkilerken işlevselliğiyle de göz dolduruyor. Dekor, oyuncuların Maral Ceranoğlu tarafından hazırlanan koreografilerine de bir müzikal ögesi olarak yardımcı ve eşlikçi bir alanda konumlanıyor.

Türk edebiyatının başarılı kadın yazarlarından Suat Derviş’in kaleminden süzülen romanın lineer olmayan, kesintili ve atlamalı zaman akışı, Gülriz Sururi uyarlamasında tiyatro formu içinde korunamamış. Romanın kelimelerle ördüğü anlam tiyatro tekstinde görünürlüğünü yitirirken 2022’de oyunun yeniden ele alınışında sahne dilinin olanakları bu korunamamış olan formu yeniden parlatıyor. Hayatında farklı mekânlar arasında koşup duran Cevriye’yi, sahnede dönen dekor içinde izlerken döngüsel zaman modelini göremesek de hissedebiliyoruz.


Oyunun hikâyesi içinde Cevriye, ona kimsenin davranmadığı gibi davranan idam mahkûmu bir adamla karşılaştığında kara sevdaya tutulur ve hayata dair inandığı değerleri yeniden sorgulamaya başlar. Gökhan Akdemur’un dramaturgisinden geçen oyun, seyircileri “izleyen”den çok “tanık olmaya” çağırıyor. Bu amaçla da Brechtyen üslup, sahnelemenin büyük bir bölümünde ağırlığını hissettiriyor. Oğuzhan Balcı tarafından yapılan besteler, oyunu küçük epizotlara ayırıyor. Oyuncular, çoğunlukla dördüncü duvarı yıkarak seyirciyle doğrudan temas kuruyor. Klasik İtalyan çerçeve sahnenin sınırları ihlal edilerek zaman zaman seyirci koltukları da oyun uzamına dahil ediliyor. Oyuncuların planlı bir şekilde yaptıklarını düşündüğüm rolden çıkma anları da yabancılaşmayı kuvvetlendirerek oyunu daha düşünsel bir boyuta çekmek için çabalıyor.

Galata civarındaki seks işçilerinin hayatla mücadelesini anlatan oyun sırasında oyuncular, sahnede rollerini gerekli jest ve mimiklerle, uygun gestuslarla icra ediyor. Ödenekli tiyatroların kurumsal yapısı ve çoğunlukla bu yapıdan mütevellit edindiği törpüleyici tavrı bu kez işlememiş. Oyunun kendinden taviz vermeyen bu cüretli mizansenleri, şehir tiyatrolarındaki olumlu yapısal değişimlere de işaret etmekte.

Kemal Yiğitcan’ın ışık tasarımı oyunun söz etmeye değer ögelerinden. Işık, oyunun asli unsurlarından biri. Salonun tepesindeki disko topunun yansımalarıyla yaratılan “yıldız yağmuru” seyirciyi de içine alan bir sahneleme düzeni oluşturuyor. Görsel açıdan etkileyici bu ışıklandırma, oyunun ana tohumunu da besleyen bir gösterge niteliğinde.


Cevriye’yi canlandıran Irmak Örnek başta olmak üzere tüm oyuncular, müzikal boyunca gerek oyunculuklarıyla gerek danslarıyla gerekse güzel sesleriyle söyledikleri şarkılarla göz dolduruyor. Şehir Tiyatrolarında görmeye alışık olduğumuz parlatılıp öne çıkartılan tek bir oyuncu yerine her oyuncunun eşit olarak kendini gösterebildiği başarılı bir oyuncu rejisi yapılmış. Özellikle Binnur Şerbetçioğlu ve Yağmur Damcıoğlu seyirciden olumlu reaksiyonlar alıyorlar. Güllü karakteriyle Yağmur Damcıoğlu’nun oyuna kattığı mizah, oyunun ritmini değiştiren ve dinamikleştiren bir unsur oluyor.

Göz kamaştıran, gözü rahatsız eden:

Dekoruyla, rejisiyle, layık görüldüğü ödüllerle rüştünü ispatlayan Fosforlu Cevriye, üç buçuk saate yakın bir süreyle iki perde halinde sahneleniyor. Modern hayatın değişen koşulları, sosyal medya alışkanlıkları ve pandemi deneyimiyle odaklanma alışkanlıkları değişen seyirci kitlesi, oyunun yeniden ele alınışında belki daha çok düşünülmeliydi. Çünkü bir müzikal olmasına, keyifli şarkılarına, dikkat çeken koreografilerine, dozunda mizahına rağmen bu süre seyircinin tahammülünü zorluyor.

Oyunun iki saatlik ilk perdesinden sonra verilen arada, fuayede kulak kabarttığım seyirci yorumları beni biraz düşündürdü. Üzerine kafa yorulmuş bir reji, dramaturgi ve oyunculuklara rağmen seyircilerin oyunu bir melodram gibi ele aldığı fark ediliyor. Fosforlu Cevriye hikâyesinin Yeşilçam tarafından sömürülmesi bu düşüncenin temel sebeplerinden biri olmalı. Ancak yine de oyunun katmanlı yapısı, politik duruşu, art öyküleri belki biraz daha vurgulanabilirdi.

Başkasıyla karşılaşmanın başkalaşmak ve kendini bulmak olduğunu anlatan Fosforlu Cevriye, başkasına tahammül edemediğimiz şu günlerde fosforlu yıldızlarla yıkanan şehir tiyatrolarının koltuklarında keyifle izlenmeli.

Devamını Oku

22 Nisan, 2024

Çok Yönlü Etkinlikler

Çok Yönlü Etkinlikler

Eda Çamlı  |  Ed. Murat Kadaş

Show of Hands

Tahran merkezli Hermes Records'un öncülüğünde düzenlenen ve uluslararası alanda büyük ilgi gören Show of Hands Doğaçlama Müzik Festivali, 24–27 Nisan 2024 tarihleri arasında İstanbul'un kültür ve sanat merkezi Arter'de gerçekleşecek. İstanbul'da ikinci kez düzenlenecek olan festival, A.K. Müzik iş birliğiyle hayata geçirilecek.

Show of Hands, alışılmış kalıplardan sıyrılarak anlık yaratımı merkeze alan bir yaklaşımla, müzik aracılığıyla evrensel değerleri kutlamayı hedefliyor. Şair ve düşünür Ömer Hayyam'ın eserlerinden ilham alan festival, hayatın kırılganlığı ve güzelliklerinin anlık olarak deneyimlenmesi fikrini merkeze alarak yeni fikirlerin, dostlukların ve müzikal keşiflerin kapılarını aralıyor.

Arter, dört gün boyunca gerçekleşecek olan festival için zengin bir program sunacak. Seminerler, film gösterimleri, ustalık sınıfları ve müzik profesyonellerine yönelik etkinliklerin yanı sıra, Sevgi Gönül Oditoryumu ve Karbon performans salonlarında düzenlenecek konserlerle müzikseverleri doğaçlama müziğin büyülü dünyasına davet edecek.

Detaylı bilgi almak için: https://www.arter.org.tr/etkinlik/show-of-hands-dogaclama-muzik-festivali/4355


Fotoğraf Arter resmi web sitesinden alınmıştır.

2. İzmir Uluslararası Edebiyat-Sinema Buluşması

İzmir Büyükşehir Belediyesi, sanat ve kültürü bir araya getiren 2. İzmir Uluslararası Edebiyat-Sinema Buluşması’nı 19-26 Nisan tarihleri arasında düzenliyor. Kentin çeşitli noktalarında ücretsiz olarak gerçekleştirilecek olan festivalde, 17 film sanatseverlerle buluşacak. Ayrıca, İZKİTAP fuarına paralel olarak söyleşiler de düzenlenecek.

Geçen yıl başlatılan Uluslararası Edebiyat-Sinema Buluşması’nın ikinci edisyonu, İzmir Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sanat Dairesi Başkanlığı’nın öncülüğünde birçok kurumun iş birliğiyle hayata geçirilecek. Fransız Kültür Merkezi, İtalyan Kültür Merkezi ve Kültürpark'taki İzmir Sanat salonlarında gösterilecek olan 17 film arasında, edebiyat eserlerinden uyarlanmış yapımlar da yer alacak.

Festival kapsamında Fransa'dan klasik ve modern yapımlar, Almanya'dan son dönem filmleri ve İtalya'dan da seçkin yapımlar izleyicilerle buluşacak. Ayrıca, yerli yapımlar arasında da dikkat çekici eserler yer alacak.

Edebiyat-Sinema Buluşması, yalnızca film gösterimlerinden ibaret değil. Festival kapsamında düzenlenecek olan söyleşiler de büyük ilgi çekecek. Vecdi Sayar'ın küratörlüğünde gerçekleştirilecek olan "Buluşma" adlı etkinlikte, seçkin konuklarla yapılacak söyleşiler sanat ve edebiyat tutkunlarını bir araya getirecek.


Fotoğraf izmir.art resmi web sitesinden alınmıştır.

Artweeks İstanbul’un 9. Edisyon

Artweeks Istanbul'un 9. edisyonu, 20-28 Nisan tarihleri arasında The Ritz Carlton Residences, İstanbul B Blok'ta sanatseverlerle buluşacak.

Bilgili Sanat ve Sabiha Kurtulmuş organizasyonu ile düzenlenecek etkinlik, sanatın evrensel dilini yansıtan eserlerle sanatseverler ve sanatçılar arasında bağlantı kurmayı hedefliyor. Katılımcı galeriler arasında MERKUR Galeri, Martch Art Project, Anna Laudel, Sevil Dolmacı, Rıdvan Kuday Gallery, Ferda Art Platform, Gallery Kairos, Mine Sanat Galerisi, Ruzy, Collect Gallery, KUN Art Space, The Key Art Gallery, Artopol ve Frank Art Studio gibi isimler yer alırken, kurum sergileri olarak Bilgili Koleksiyonu ve Burhan Doğançay Müzesi ve Koleksiyonu bulunuyor.

Bu yılki etkinlikte, küratoryel projelere ayrılan “Storytellers” bölümü, Bilgili Sanat’ın projesi bağımsız sanatçıları bir araya getiren ONE Akaretler 101 adını taşıyan seçkisi olan “Nexus” alanı ve İstanbul dışından katılan galeriler gibi birçok yenilik de yer alacak. Artweeks Istanbul'da tüm sergiler ve söyleşiler tüm sanatseverlere açık ve giriş ücretsiz olacak.


Fotoğraf artweeks resmi web sitesinden alınmıştır.

Devamını Oku