BLOG

/ Blog
18 Nisan, 2024

Yves Saint Laurent ve İlham Perileri

Yves Saint Laurent ve İlham Perileri


Ksenia Kobeleva | Çev. Melisa Şahin | Ed. Murat Kadaş



Yves Saint Laurent'in ana ilham kaynağı; kadınların kendileri.


Yves Saint Laurent, kadınların güzelliğini kutluyordu. 1966'da ilk kez podyuma şeffaf elbiseler ve bluzlarla çıktı. Kadınların göğüslerini özgürleştirdi ve çıplak bir vücuttan daha güzel bir şey olmadığını ilan etti.




Victoire Doutreleau, Saint Laurent'in ilk ilham perisiydi. Birlikte Christian Dior'da çalışmaya başladılar. Yves, o evden ayrıldıktan sonra onu takip etti ve ilk yıllarda ona destek oldu.




Onun yerini, hayatının geri kalanında Yves'e yakın olacak bir ikili aldı: Loulou de la Falaise ve Betty Catroux. Birlikte Paris boheminin neredeyse en renkli karakterleri haline geldiler. Betty ve Yves birbirlerine benziyorlardı; uzun sıska figür, uzun bacaklar, sarı saçlar. Yves, ona "ikizim" bile diyordu. Hiçbir zaman birlikte çalışmadılar ama her zaman son gülen onlar oldu. Ancak Loulou, renkli etnik kıyafetleri ve kostüm takılarına olan sevgisiyle Saint Laurent'e Oran'ı hatırlatıyordu. Birlikte pret-a-porter serisi üzerinde çalıştılar ve daha sonra De La Falaise markanın mücevher tasarımcısı oldu. De la Falaise, Yves Saint Laurent'e zengin renkler ve aşırı süslemeler getirdi ve Yves'in dikkatini, koleksiyonlarında kültürüne defalarca atıfta bulunacağı Doğu'ya çekti.




Tasarımcı müşterilerinden de ilham almıştır. 1965 yılında atölyesinde, 22 yaşındaki Catherine Deneuve ile tanıştı. Deneuve, Kraliçe 2. Elizabeth ile yapacağı bir toplantı için elbise seçmeye gelmişti. Genç aktris Yves'i büyüledi. Onun uğruna, denemeye bile cesaret etti ve "Gündüz Güzeli" filminin kahramanı Deneuve için görüntüler geliştirerek kostüm tasarımcısı rolünü denedi. O zamandan beri, sadece markanın sadık bir müşterisi değil, aynı zamanda Saint Laurent'in kişisel bir arkadaşı oldu. Tasarımcının ölümüne kadar birbirleriyle iletişim kurmaya ve birbirlerini desteklemeye devam ettiler.




Pablo Picasso'nun gayrimeşru kızı olan Paloma Picasso, Yves'le hayatının çok istikrarsız bir döneminde tanıştı ve kendisi de bu dönemi daha sonra "karanlık zamanlar" olarak adlandıracaktı. Bitmek bilmeyen partiler, karışık ilişkiler, sınırsız miktarda uyuşturucu ve alkol karışımı... Bu, tasarımcının depresyonla başa çıkma ve kendini korkutucu dış dünyadan koruma yoluydu. Paloma, nasıl eğleneceğini biliyordu ve harika bir stil anlayışına sahipti. Paloma 1940'lardan kalma siyah bir vintage elbise ve tüylü pembe bir türbanla stüdyosunu ilk ziyaret ettiğinde Yves ona vurulmuş ve hemen onunla çalışmayı teklif etmişti. Paloma'nın görünümü, benzersiz stili ve çıplaklık konusundaki rahat tavrı 1971'deki skandal koleksiyonun ilham kaynağı oldu. Paloma, daha sonra Tiffany & Co. şirketinde mücevher tasarımcısı oldu ama Yves ile dostluğu devam etti. YSL ve Paloma Picasso arasındaki bu ilişkinin günümüzde de devam ettiğini söyleyebiliriz: İlkbahar/Yaz 2022 koleksiyonu Paloma'nın tarzından esinlenerek hazırlandı.

Yves Saint Laurent'in bir diğer önemli ilham kaynağı, Munia takma adıyla ünlenen Martinik adasından siyahi bir hostes olan Monique-Antoine Orosemann'dı. İlk modellik işini Givenchy'de aldı. Ancak 1978'de Saint Laurent podyumunda bir couture defilesinde yer alan ilk siyahi model olarak tarihe geçti.

Yves, sadece kadınların güzelliklerini ve zarafetlerini değil, aynı zamanda güçlerini de göstermek istedi. Yves Saint Laurent sanat evi, 1966 sonbahar-kış koleksiyonunda efsanevi Le Smoking'i sundu. Yves, erkekleri zırhlarından sıyırdı ve bunu kadınlara devretti. İlk kez akşam yemeği ceketleri kadın figürünün özellikleri dikkate alınarak dikildi. Seksi ama aynı zamanda katı görünüyorlardı. Başlangıçta eleştirmenler Le Smoking'i kabul etmedi ancak Yves bir kez daha Catherine Deneuve gibi ünlü arkadaşları ve sıradan kadın müşterileri tarafından desteklendi. Kadınlar ona her zaman olumlu karşılık verdi ve onun kendilerini daha güçlü kıldığını, başka hiçbir tasarımcıda olmadığı kadar anladıklarını hissettiler.



Devamını Oku

15 Nisan, 2024

İstanbul'da Sanatın Farklı Yüzleri

İstanbul'da Sanatın Farklı Yüzleri

Eda Çamlı  |  Ed. Murat Kadaş

43. İstanbul Film Festivali Başlıyor

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen 43. İstanbul Film Festivali, sinemaseverler için heyecan verici bir etkinlik olarak başlıyor. N Kolay'ın sponsorluğunda gerçekleştirilecek olan festival, 17-28 Nisan tarihleri arasında izleyicilerle buluşuyor.

Festival kapsamında 12 gün boyunca 132 uzun metraj ve 12 kısa metraj film, 6 farklı salonda seyircilere sunulacak. Beyoğlu'nda Atlas 1948 ve Beyoğlu Sineması, Şişli'de CineWAM Premium+ City’s Nişantaşı (Salon 3 ve Salon 7) ve Kadıköy'de Kadıköy Sineması ile Kadıköy Belediyesi Sinematek/Sinema Evi, festivalin gösterim mekanları olacak.

Programda ulusal ve uluslararası yarışmaların yanı sıra, N Kolay Galaları, Dünya Festivalleri, Genç Ustalar, Mayınlı Bölge, Antidepresan, Çiçek İstemez, Nerdesin Aşkım? ve Cinemania gibi 16 farklı bölümde filmler yer alacak.

Festivalin onur konuğu olarak dünya sinemasının önde gelen yönetmenlerinden Wim Wenders katılacak. Wenders'in üç filmi festivalde gösterilecek ve ayrıca bir sohbet de gerçekleştirilecek.

Japonya ile Türkiye arasında diplomatik ilişkilerin tesisinin 100. yıldönümünde, ünlü Japon oyuncu Koji Yakusho da festival için İstanbul'a gelecek. Yakusho'nun filmografisinde öne çıkan dört filmi festival programında yer alacak.

Amerikan bağımsız sinemasının usta isimlerinden Richard Linklater'ın yeni filmi Hit Man, festivalin açılış filmi olacak.

Festival programı için: https://film.iksv.org/


Fotoğraf Passo resmi web sitesinden alınmıştır.

Parlak Fikirler

Eric Coble'ın ödüllü kalemi ve genç rejisör Buket Gülbeyaz'ın yaratıcı yönetmenliği, tiyatro sahnelerinde yeni bir soluk getiriyor. "Parlak Fikirler", ilk gösterisinde büyük beğeni topladı ve şimdi Sahne Dragos'ta izleyicilerle buluşmaya hazırlanıyor.

Flanör Yapım ve Platz Project iş birliğiyle sahnelenen bu oyun, tiyatro ve televizyon dünyasının tanıdık yüzleri Ünal Yeter ve Afife Tiyatro Ödülü sahibi Ceren Taşci başta olmak üzere yetenekli oyuncularla dolu. "Parlak Fikirler", çocuklarını en iyi anaokuluna sokma arzusuyla yanıp tutuşan Gülderen ve Coşkun Biricik'in hikayesini anlatıyor.

Eric Coble'ın Shakespeare'in Macbeth'inden esinlenerek kaleme aldığı bu kara komedi, ailelerin sınıf atlama arzuları ve çocuklarının geleceği için verdikleri mücadeleyi esprili bir dille aktarıyor. "Parlak Fikirler", 16 Nisan Salı günü Sahne Dragos'ta seyircilerle buluşacak.


Fotoğraf Mobilet resmi web sitesinden alınmıştır.

Esmaeil Rashavand’ın Eserleri 42 Maslak’ta

Gama Gallery, Türkiye’deki serüvenine damga vuran İranlı kaligrafi sanatçısı Esmaeil Rashavand’ın özgün eserlerine ev sahipliği yapıyor. 17 Nisan ile 11 Mayıs tarihleri arasında 42 Maslak’ta sergilenecek olan eserler, modern kaligrafinin izleyiciyle buluşmasını sağlayacak.

2019 yılında Türkiye’ye taşınan Rashavand, Nakkaşihat akımının günümüzdeki öncülerinden biri olarak öne çıkıyor. Geleneksel İran sanatının mirasını çağdaş bir tarzda harmanlayan sanatçı, kişisel üslubuyla tuval resmine yeni bir soluk getiriyor. Rashavand’ın eserleri, geleneksel hat formlarını kullanarak insanın içsel dünyasını ve aşkın doğasını keşfetmeyi amaçlıyor.

Sanatçının eserleri, aşk kavramını varlık bilimsel bir bakış açısıyla ele alıyor ve Doğu Mistisizmi’nin izlerini taşıyor. Rashavand’ın zengin biçimselliği, izleyiciyi insanın sınırsız doğasını keşfetmeye davet ediyor. İran’dan İngiltere’ye, İtalya’dan Fransa’ya uzanan sergileri ve yayımladığı referans eserlerle tanınan sanatçı, eserleriyle izleyiciyi derin bir düşünce yolculuğuna çıkarıyor.


Fotoğraf Habertürk resmi web sitesinden alınmıştır.

T E R R A N U L L I U S: Yerçekiminin Hasadı

.artSümer, Deniz Üster’in “T E R R A N U L L I U S: Yerçekiminin Hasadı” başlığını taşıyan galerideki ilk kişisel sergisine 29 Mart tarihinden itibaren ev sahipliği yapıyor. Sergi, Türk sanatçının jeolojik, bilimsel ve antropolojik araştırmalarını kurgulayarak sanat pratiğiyle örüntüleyen çalışmalarını sanatseverlerle buluşturuyor.

Üster’in pratiğinde oyuncu bir yaklaşım izlediği bilinirken, uzay araştırmalarından yola çıkarak Dünya'daki yaşamın ötesinde tasavvur edilecek bir adalet kavramını merkeze alan etik sorunsallar yarattığı belirtiliyor. Serginin üst başlığı olan “T E R R A N U L L I U S” uluslararası hukukta hiçbir devlete ait olmayan, efendisi olmayan bir bölgeyi ifade ederken, Üster bu kavramı ironik bir bakış açısıyla ele alıyor.

Sergi, inşaat sektöründe kullanılan malzemeleri geleneksel el sanatları yöntemleriyle birleştirerek özel teknikler geliştiren sanatçının, heykellerinde kullanmak amacıyla belirli bir hafızaya sahip nesnelerin peşine düştüğüne dikkat çekiyor. Ayın yörüngesinde tomurcuklanan bir fidanın yapraklarından, Nasa'nın Mars jeolojisine örneklediği dünya taşlarına kadar geniş bir yelpazede yer alan bu nesneler, Üster’in eserlerinde katmanlanarak sanatçının öykülemesine eklemleniyor.


Fotoğraf artsümer resmi web sitesinden alınmıştır.

Devamını Oku

10 Nisan, 2024

Tripleks Bir Treplev!

Tripleks Bir Treplev!

Hakkı Yüksel  |  Ed. Murat Kadaş

Koşun, gelin de biraz Çehov çekiştirelim! Haydi, toplanın da azıcık dedikodu yapıp eğlenelim! Melisa Zeynep Şahin’in yapımcılığında gerçekleşen Decollage Art Space’in tek perdelik ve 90 dakikalık özel oyunu, seyircisini entelektüel bir dedikoduya davet ediyor.

Tiyatronun kült metinlerinden biri olan Anton Çehov’un Martı eserinden uyarlanan Treplev, alımlayıcısını daha önce yaşamadığı bir seyir deneyiminin içine sokuyor. Rusya’da Sorin’in göl evinde geçen olaylar, Suadiye’de bir sanat merkezinde yeniden ele alınıyor. Aralıksız bir biçimde, üç farklı katta, üç farklı dekor ve kostüm içinde oynanan oyun, sahnede görmeye alışık olduğumuz dinamizmi seyirci koltuklarına aksettiriyor.


Seyircilerin sanat merkezinin en alt katına indirilmesiyle başlıyoruz bu deneyimsel seyre. Merdivenlerden inerken Treplev için gazetelerde yayımlanmış ölüm ilanına ilişiyor gözümüz. Oyun alanı bir atölye havasında tasarlanmış. Treplev’i, başı bir lavabonun içinde, ayakları havaya uzanmış halde, tepetaklak görüyoruz. İzleyicileri elinde mikrofonu ve oyun metni ile yönetmen Başak Kıvılcım Ertanoğlu karşılıyor. Yönetmen de oyunun bir parçası. Zaman zaman Treplev’i sorgulayan bir yargıç, zaman zaman Treplev’in annesi Arkadina, bazen de Nina oluyor. Oyun, Çehov’un hikâyesine sondan başlıyor. Treplev, öldükten sonra yaşadığı hayatın anlamlılığını sorguluyor Çehov’un Treplev’ine yaraşır bir biçimde. Ancak bu Treplev, alıştığımız bildiğimiz gibi değil. Converse’leri, kot pantolonu, beyaz tişörtüyle; ağdalı Rus edebiyatına tezat bir sokak jargonuyla konuşuyor. Treplev’i oynayan Ümit Erlim’in bu hali, hem seyirciyle Treplev arasında sıkı bir empati oluşmasını sağlıyor hem de Treplev’in Çehov’un eserinde başına gelenlere başka bir gözle bakmamızı sağlıyor. Oyun içinde Treplev’e yakıştırılan “nepo baby” tanımı, kaynak metne karşı algımızı sarsan çok güzel bir buluş. İlk bölümde (katta), bir resim tablosuna yapıştırılan oyun karakterleriyle Treplev izleyicilere güzel bir serim yapıyor. Bir üst kata çıktığımızdaysa bir boks arenasıyla karşılaşıyoruz. Kaynak metindeki çatışmaların hepsi, oyunun düğüm bölümü, burada bir boks müsabakasında kapışan karakterler üzerinden somutlaştırılıyor. Oyuncular bu bölümde karşımıza başka başka rollerle çıkıyorlar. Ve oyunun son bölümünde seyircilerin taşındığı üçüncü kattaysa Treplev’in cenaze törenine dahil oluyoruz ve seyirci sandalyelerinde yazılı diğer karakterler, Treplev’le tek tek yüzleşiyor.

Oyunun ilk iki bölümünde dans koreografileri, temaya uygun özgün şarkılar ve birtakım barkovizyon gösterileriyle izleyenin algısı hep açık tutuluyor. Diğerlerine göre daha sönük bir tempoyla akan son partta ise arka fonda geriye akan ve oyunun bitiş süresini gösteren bir kronometre görünüyor. Bölüme katılmış bu aciliyet faktörü oyunun başından beri var olan dinamizmi yine diri tutmayı başarıyor.

Ümit Erlim’in de Başak Kıvılcım Ertanoğlu’nun da performansları muazzam. Tükenmek bilmeyen bir enerjiyle oyunu sürdürüyorlar. Beden kullanımları, izleyeni oyuna biraz daha düşünsel boyutta yaklaştıran stilize oyunculukları gerçekten başarılı. Oyunun uyarlaması da bu ikiliye ait. Adaptasyon stratejileri bağlamında bir uyarlamanın kaynak metinle bu kadar çok diyalog halinde olması Martı’yı okumamış seyirciler için biraz zorlayıcı olabilir. Muhtemelen bu seyirci kitlesi için tüm Çehov replikleriyle Martı, oyunda zaman zaman aynen tekrarlanıyor. Kaynak metni çok iyi bilen izleyen de oyunun bir parodisine maruz bırakılıyor bu sebeple kimi zaman. Oyun Treplev karakterini farklı ve alışılmadık bir noktadan ele alıyor almasına ama belki esas Çehov metniyle daha kavgalı bir tutuma girip daha iyi bir diyalektik geliştirebilirdi. Buna rağmen kaynak metinde Treplev tarafından bir leitmotiv olarak tekrarlanan “Yeni biçimler gerek! Yeni biçimler bulunamıyorsa hiçbir şey olmasın daha iyi!” repliği uyarlamada tam olarak karşılığını buluyor. Hatta sanki bu uyarlama direkt bu replik üzerine inşa edilmiş gibi. Merhum Treplev’in hatırasına saygı minvalinde yepyeni bir biçimle izleyicisiyle buluşuyor Martı oyunu.



Yepyeni bir biçim… Seyircisine bir deneyim alanı açan, metne metatiyatral bir düzlemden bakan, oyun içinde izleyeni devinimsel bir sahne gezisine çıkaran, mekânın ruhunu başarılı ve estetize bir şekilde kullanabilen, İdil Acim’in müzikleriyle modern ve dinamik bir seyir zevki yaratan, Eray Uygun’un sahne amirliği ve ışık tasarımıyla oyuncu mizansenlerini alımlayıcıya hissettiren, koreografik danslarıyla ve metindeki mizah dozuyla trajik duygusunun yanında eğlencesini de gösterebilen yepyeni bir biçim!.. Oyun seyircisiyle onu çok da rahatsız etmeden kurduğu iletişimle de izleyicisini performansa dahil ediyor. Bu dahil oluşun yarattığı oyunsuluk hissi de alımlayıcının üzerinde olumlu bir etki yaratıyor.

“Çok canım sıkılıyor, kuş vuralım istersen!” İkinci Yeniciler’den Ülkü Tamer’in anlaşılması ve çözümü zor Konuşma şiirinde geçen bu mısra bana hep Çehov’un Martı’sını hatırlatır. Şair sanki Martı’yı okumuş da bu mısrayı öyle yazmış gibidir. Tiyatronun köhneleşmiş seyir alışkanlıklarından canı sıkılanlar mutlaka Treplev’i izlemeli. Çehov’un Martı’sında kuşları vuran Treplev’in yerine üç kat arasında koşturan bu Treplev’le tanışmalı.

Devamını Oku

08 Nisan, 2024

Sergilerde Görsel Tarih Arayışı

Sergilerde Görsel Tarih Arayışı

Eda Çamlı  |  Ed. Murat Kadaş

Untraditional

Ertuğrul Güngör ve Faruk Ertekin’in sanat dolu dünyaları, Kütahya ve İznik’in zengin kültürel mirasından ilham alarak yeni bir sergiyle Anna Laudel İstanbul'da buluşuyor. "Untraditional" adını taşıyan sergi, özgün desenleriyle tanıdık ancak alışılmadık izler bırakıyor ve 28 Nisan 2024 tarihine kadar ziyaret edilebilir.

Galerinin portföyüne yeni katılan bu iki sanatçı, seramik sanatını modern tasarım ögeleriyle birleştirerek Kütahya ve İznik’in kültürel hafızasını yeniden yorumluyor. Sergi, geleneksel kadın motiflerinden seramik sanatına uzanan geniş bir kültürel zenginlikten besleniyor ve izleyicilere derinlemesine bir düşünsel deneyim sunuyor.

Ertuğrul Güngör ve Faruk Ertekin, çocukluklarını birlikte geçirdikleri Kütahya'dan aldıkları ilhamla, seramik sanatının hassas doğasını modern bir perspektiften ele alıyorlar. Sergi, Erken Cumhuriyet Dönemi yağlı boya eserlerinden İznik çinilerine kadar geniş bir imgelem havuzunu modern ve çağdaş figürlerle birleştirerek yeni semantik katmanlar oluşturuyor.

Her bir eser, geleneksel sanat anlayışını sorgulayarak izleyicilere alışılmışın dışında bir deneyim sunuyor. Sergide yer alan eserler, farklı kültürlerden esinlenen sanatsal referansları keşfetmek isteyen izleyicilere evrenselliği ve düşünsel dönüşümü anlama fırsatı sunuyor.

"Untraditional" sergisi, eleştirel düşünceye sahip sanatçıları övgüyle selamlarken, izleyicilere tanıdık ancak kendine özgü bu yeni ifade biçiminin parçası olma fırsatı sunuyor. Anna Laudel İstanbul'un ev sahipliğinde gerçekleşen bu etkileyici sergi, sanatseverleri zengin ve ilham verici bir sanat yolculuğuna davet ediyor.


Fotoğraf Anna Laudel resmi web sitesinden alınmıştır.

Yukarı Düşenler

Dirimart, Özlem Günyol & Mustafa Kunt'un "Yukarı Düşenler" adlı üçüncü sergisini 20 Mart–28 Nisan 2024 tarihleri arasında Dirimart Dolapdere’de sanatseverlerle buluşturuyor. Bu sergide, sanatçı ikilisi çeviri, kodlama, yapıbozum, sınıflama, eklemleme ve üst üste bindirme gibi yöntemler kullanarak işlerini oluşturuyor.

"Yukarı Düşenler", sergi için özel olarak hazırlanan dört yeni çalışma ve toplamda yedi eseri bir araya getiriyor. Gücün fiziksel büyüklük veya yükseklikle ifade edilmesine mizahi bir bakış sunan sergi, nesneleri parçalara ayırarak fiziksel ve bağlamsal bağlamlarından koparıp yeniden düzenleyen sanatçı ikilisinin estetik arayışını yansıtıyor.

İzleyiciyi karşılayan "Ne Yukarı ne Aşağı" başlıklı yapıt, dünyanın en yüksek bayrak direğine çıkan merdivenden bir kesitin 1:1 ölçekli modelini içeriyor. Bu yapıt, güce doğru dikey bir yol oluşturarak güç temsilcisi olarak düşünülebilecek bayrak direklerinin perspektifini yataya kaydırıyor ve izleyiciyi düşündürüyor.

Serginin merkezinde yer alan "Saat" adlı yapıt ise yere yatırılmış bir saati içeriyor. Saatin çizgiler ve sayılar olmadan zamanı göstermesi, izleyicinin zaman, mekân ve yer kavramlarını sorgulamasına neden oluyor.

"Yukarı Düşenler", Özlem Günyol & Mustafa Kunt'un işlerini bir araya getirerek izleyiciyi farklı okumalara yönlendiren bir düzen oluşturuyor. Bu sergi, gücün ve hiyerarşinin insan ölçeğine indirgenerek insanı merkeze alan bir perspektif sunuyor.


Fotoğraf Dirimart resmi web sitesinden alınmıştır.

Ozan Sağdıç: Fotoğrafçının Tanıklığı

Türkiye'nin fotoğraf tarihinde önemli bir yere sahip olan Ozan Sağdıç'ın 70 yıllık kariyerine odaklanan geniş kapsamlı bir sergi, "Fotoğrafçının Tanıklığı" başlığıyla İstanbul Modern’de izleyicilerle buluşuyor. Sergi, belgesel fotoğraf alanındaki çalışmalarına odaklanırken aynı zamanda Türkiye'nin sosyal, politik, ekonomik, kültürel ve görsel tarihine de ışık tutuyor.

Ozan Sağdıç, Türkiye'nin değişen yüzünü döneminin belgesi olarak kayıt altına alan önemli bir fotoğraf sanatçısı olarak öne çıkıyor. Özellikle fotoğrafın nadir çekildiği dönemlerde ürettiği eserlerle Türkiye'nin görsel hafızasının oluşumuna katkıda bulunan Sağdıç, sergisinde ülkenin politikacılarından sanat ve edebiyat dünyasının önde gelen isimlerine, sokak hayatından kesitlere kadar geniş bir yelpazede fotoğrafını sunuyor.

Sergide yer alan 127 fotoğraf aracılığıyla 1950'lerden günümüze Türkiye'nin değişen panoramasını izleyiciyle buluşturan Sağdıç, siyah beyaz ve renkli fotoğraflarında insanların günlük yaşamlarını, çalışma hayatını, eğlencelerini ve sokak atmosferini hümanist bir bakış açısıyla yansıtıyor. Sergi, vintage baskılar ve döneme ait Hayat dergisi örnekleriyle fotoğrafların üretildiği teknik ve döneme de ışık tutuyor.


Fotoğraf İstanbul Modern resmi web sitesinden alınmıştır.

Devamını Oku

01 Nisan, 2024

Oyunlar ve Keşifler

Oyunlar ve Keşifler

Eda Çamlı  |  Ed. Murat Kadaş

Akbank Sanat, Dijital Sanat ve Oyun Dünyasını Buluşturuyor: “Dijital Sanatta Şimdi: Oyun Odası” Sergisi Başlıyor

İstanbul'un kültür ve sanat sahnesinde önemli bir yere sahip olan Akbank Sanat, bilgisayar oyunlarını ve dijital sanatı bir araya getiren özel bir sergiye ev sahipliği yapmaya hazırlanıyor. “Dijital Sanatta Şimdi: Oyun Odası” adını taşıyan bu sergi, 18 Mayıs tarihine kadar sanatseverlerle buluşacak.

Zeynep Arınç ve Güven Çatak’ın küratörlüğünü üstlendiği bu özel sergi, günümüzde bilgisayar oyunlarının sanat dünyasındaki etkisini ve önemini ele alacak. Sergi, bilgisayar oyunlarının artık sadece bir eğlence aracı olmaktan çıkıp, eğitimden sanata kadar geniş bir yelpazede etkileşimli deneyimler sunduğunu gözler önüne serecek.

“Dijital Sanatta Şimdi: Oyun Odası” sergisi, gerçek dünya ile oyun dünyalarının birbirine geçişini inceleyerek, dünya çapında tanınmış sanatçıların ve oyun tasarımcılarının eserlerini izleyicilere sunacak. Avustralyalı ödüllü oyun tasarımcısı Ken Wong’un duygusal bir yolculuğa çıkaran oyunu "Florence", Total Refusal’ın çok ödüllü eseri "Hardly Working", We Are Muesli’nin kültürel miras, tarih ve sanatsal temalı oyunları, Jon Haddock’un tarihsel ve kurgusal olayları video oyunu stilinde yeniden yorumladığı "İsometric Screenshots" ve Ouchhh’un "Ra Atlas" adlı ilk oyunu sergilenen eserler arasında yer alacak.

Sergi kapsamında Bahçeşehir Üniversitesi Oyun Laboratuvarı (BUG Lab) tarafından düzenlenen atölyeler ve söyleşiler de sanatseverlerle buluşacak. Bu etkinliklerle, oyun teknolojilerinden akademik çalışmalara kadar geniş bir yelpazede katılımcıların bilgilendirilmesi amaçlanıyor.

Zeynep Arınç’ın sergi tasarımını üstlendiği “Dijital Sanatta Şimdi: Oyun Odası”nda; Amanita Design, BUG Lab, Eddo Stern, Emi Kusano, Jon Haddock, Ken Wong, Kristin Lucas, Murat Kalkavan, Ouchhh, Petra Szeman, Total Refusal, UCLA Game Lab, We Are Muesli gibi isimler yer alacak.

Sergi, pazar ve pazartesi günleri hariç her gün 11.00-19.00 saatleri arasında ziyaret edilebilecek. Sanatseverler, Akbank Sanat’ın bu özel sergisinde dijital sanat ile oyun dünyasının kesişimini keşfetmeye davet ediliyor.


Görsel, Akbank Sanat resmi web sitesinden alınmıştır.

Kırık Ufuk

Galerist, sanatçı Ayça Telgeren'in beşinci kişisel sergisi "Kırık Ufuk" ile sanatseverleri ağırlıyor.

"Kırık Ufuk", öngörülerin giderek belirsizleştiği bir dönemde sanatçının bakışını yeniden gözden geçirme ihtiyacından doğuyor. Sergide, geleceğin belirsizliği içinde ufku fiziksel ve metaforik anlamlarıyla bir bütün olarak ele alıp onu anlamlandırmaya çabalayan eserler yer alıyor.

Sergi, Galerist'in Passage Petits-Champs binasının girişinden başlayarak galerinin içinde dolaştıran bir düzenlemeye sahip. Sanatçı, mekânı adeta bir beden gibi kurgulayarak, farklı katmanlarda izleyiciyle etkileşime geçiyor. Sergi, binanın zemin katından başlayıp birinci kata uzanıyor ve galerinin çeşitli noktalarına yayılıyor. Beton heykeller, mürekkepli resimler, karakalem çizimler ve video çalışmalarıyla sergi, izleyicilere feminen formlar eşliğinde bir yolculuk vaat ediyor.

"Kırık Ufuk", Passage Petits-Champs binasının izleyicilere ev sahipliği yaptığı ve kendi bedenlerinde gezinmelerine izin verdiği farkındalığını tetikliyor. İzleyiciler, sanat ve mimari arasındaki sınırların bulanıklaştığı, ışık ve gölgenin, dokuların ve mekânsal düzenlemelerin etkileşimlerini takip ederek düşünmeye davet edilen sürükleyici bir deneyimle karşı karşıya kalıyorlar.

Her eser, izleyicilerin çevreleriyle ilişkilerini ve içinde bulundukları mekânı yeniden düşünmelerini sağlayan bir katalizör görevi görüyor. Sergi, izleyicileri galeri alanının fiziksel sınırlarının ötesine taşıyarak mekanın her katmanıyla etkileşime geçmelerine olanak tanıyor. Galerist, sanatseverleri bu benzersiz deneyimi keşfetmeye ve Ayça Telgeren'in çarpıcı eserleriyle buluşmaya davet ediyor.


Görsel, Galerist resmi Instagram sayfasından alınmıştır.

Sanat Bizim Oyun Alanımız

Galeri Siyah Beyaz, sanatın sınırlarını zorlayan bir sergiye ev sahipliği yapıyor. Ardan Özmenoğlu ve Gökhan Tüfekçi’nin “Sanat Bizim Oyun Alanımız” başlıklı sergisi, 27 Nisan'a kadar ziyaret edilebilecek.

Galeri Siyah Beyaz'ın 40. yıl kutlamalarının bir parçası olarak düzenlenen bu özel sergi, sanatçıların evrensel ve Türk popüler kültür imgelerini yeniden yorumladığı bir platform sunuyor. Ardan Özmenoğlu ve Gökhan Tüfekçi, kendi üretim pratiğinden esinlenerek, imgeleri, söylemleri ve kavramları bölerek, parçalayarak ve dönüştürerek izleyiciye farklı bir okuma deneyimi sunuyor.

Sergide, sanatseverlerin katılımıyla her okuma ile yeni bir katmanın eklenmesine olanak tanınıyor. Bu şekilde, izleyiciler de serginin bir parçası haline geliyor ve sanatın oyun alanında aktif bir rol üstleniyorlar.

Galeri Siyah Beyaz, 40. yıl kutlamaları kapsamında sanatseverlere sanatçı eşleşmelerini sunmaya devam ediyor. Sanatçı ikilileri, ortak bir üretim pratiği ve yaşam pratiğiyle bir araya gelerek, galeriye ve izleyicilere ortak bir deneyim sunuyorlar. Bu etkileyici sergi, sanatseverleri Galeri Siyah Beyaz'ın sınırlarını aşan dünyasına davet ediyor.


Görsel, Siyah Beyaz Ankara resmi Instagram sayfasından alınmıştır.

Devamını Oku

25 Mart, 2024

İhtimallerin Heyecanı

İhtimallerin Heyecanı

Eda Çamlı  |  Ed. Murat Kadaş

20. Akbank Kısa Film Festivali Başlıyor!

25 Mart - 4 Nisan tarihleri arasında gerçekleşecek olan 20. Akbank Kısa Film Festivali, bu sene 41 ülkeden 96 kısa ve 2 uzun metraj filmi sinemaseverlerle buluşturacak.

74 ülkeden toplam 2.421 kısa filmin başvurduğu Akbank Kısa Film Festivali, Festival Kısaları, Dünyadan Kısalar, Genç Bakışlar, Kısadan Uzuna, Deneyimler, Belgesel Sinema, Perspektif, Özel Gösterim ve Forum başlıklı 9 farklı bölümden oluşuyor. Akbank Kısa Film Festivali, dünya festivallerinde gösterilen birçok filmin yanı sıra, Türkiye prömiyeri yapacak yeni filmleri izleyicilerle buluşturuyor.

Festivalin 20. yıl özel konuğu ise yönetmen Nuri Bilge Ceylan oluyor. Son olarak 76. Cannes Film Festivali’nde Merve Dizdar’a En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü kazandıran Kuru Otlar Üstüne filmine imza atan yönetmen, 20. Akbank Kısa Film Festivali kapsamında genç sinemacılarla ve sinemaseverlerle bir araya geliyor. Buluşmada Ceylan’ın ilk kısa filmi Koza gösteriliyor ve ardından filme ve sinemasal yolculuğuna dair deneyimlerini aktaracağı bir söyleşi gerçekleşiyor.

İran sinemasının önemli isimlerinden usta yönetmen Ali Asgari’nin Sessizlik, Tanık ve Benim Hakkımda adlı kısa filmleri festival programında yer alıyor. Ayrıca yönetmen gerçekleştireceği söyleşide bilgi birikimlerini festival katılımcıları ile paylaşmayı planlıyor. Belgesel Sinema bölümüne, Lübnanlı yönetmen Sarah Francis konuk oluyor. Yönetmenin çok sayıda ödüllü belgeseli Birds of September filmi festivalde gösteriliyor. Francis’in yapacağı söyleşide, belgesel film deneyimlerini festival takipçileri ile paylaşıyor. Kısadan Uzuna’da bu yıl uluslararası alanda başarılı yapımlara imza atan yönetmen Ozan Açıktan yer alıyor. Yönetmenin deneyimlerini aktardığı bir söyleşi ve uzun metraj filmi Silsile ve ödüllü kısa filmi Marlis festival programında sahne alıyor.

Festival programı için: https://www.akbanksanat.com/kisa-film-festivali/20-akbank-kisa-film-festivali/program


Fotoğraf Akbank Sanat resmi web sitesinden alınmıştır.

Tekil İhtimaller

Simbart Projects, LÜTFÜ, Özge Akdeniz, Ufuk Aydın ve Emre Tura’nın eserlerini bir araya getirerek “Tekil İhtimaller” adlı yeni bir grup sergisine ev sahipliği yapıyor.

“Tekil İhtimaller” sergisi, bilinçdışı ve sınırların oluşturduğu katmanların belirsiz olan tekillik hâlini görsel ifade biçimleri üzerinden değerlendiriyor. Sergide, farklı sanatçıların eserleri, bireysel bilinç akışının toplumsal bilinçle ilişki kurduğu bir perspektif sunuyor. Bu eserler, tekil olanı nesne bazında ele alırken aynı zamanda bireysellik kavramını bağlantılı formlar üzerinden yorumluyor. Sergi, hafızanın farklı ifade biçimlerini keşfederken doluluk ve boşluk arasında tanımlanmamış bir alan ihtimaline odaklanıyor.

LÜTFÜ, günlük hayatta kullanılan nesnelere farklı bir bakış açısı getirerek seyircilere yeni perspektifler sunmayı hedefliyor. Sergideki çalışmaları, genellikle fark edilmeyen detaylara odaklanarak sarı mutfak bezi gibi yaygın nesnelerin doluluk ve boşluk ilişkisini inceliyor.

Özge Akdeniz, algılamanın, tanımlamanın ve ilişkilenme biçimlerinin dönüşüm olanaklarını araştırırken imgeyi merkeze alıyor. Üretim sürecinde sosyoloji, edebiyat ve sinema gibi farklı disiplinlerden de etkileniyor. Sergideki Aksamalar serisi, düzen içerisinde gerçekleşen aksama anlarını keşfederken izleyicileri düşündürmeyi amaçlıyor.

Ufuk Aydın’ın heykelleri, gündelik yaşamın imgelerinden esinlenirken bireysellik ve topluluk kavramlarını ele alıyor. Sergideki geometrik formlar, kent yaşamının görsel imgelerinden ilham alarak izleyicilere tanıdık ve aynı zamanda farklı bir bakış açısı sunuyor.

Emre Tura, detaylardan arınmış mekânlar ve zamansızlık kavramları üzerinden insanın büyük yalnızlığını ifade ediyor. Eserleri, izleyiciyi sonsuzluk ve uzak bir evrene davet ediyor.


Fotoğraf simbart project resmi instagram hesabından alınmıştır.

Light Metal

Seydi Murat Koç’un Ferda Art Platform’da gerçekleşecek olan 19. solo sergisi ’’Hafif Metal’’, 27 Mart’ta Ana Salon’da sanat severler ile buluşacak. Prof. Dr. Marcus Graf’ın küratörlüğünü üstlendiği sergi 27 Nisan tarihine kadar ziyaret edilebilecek.

Sergi, doğa ile insan arasındaki ilişkiyi merkezine alarak, bizlerin doğanın bir parçası mı yoksa üzerinde mi olduğumuzu sorgulatan, düşündürücü bir bakış açısı sunacak. Sanatçı, metal plakalar üzerindeki resimler ve üç boyutlu heykeller aracılığıyla, kültürel ve ontolojik soruları ele alırken, izleyiciyi çevremizdeki yaşam formları ve insan uygarlığı arasındaki bağlantıları düşünmeye davet ediyor.


Fotoğraf ferdaartplatform resmi instagram hesabından alınmıştır.

Devamını Oku

21 Mart, 2024

Gerçekliğin Düşüşü

Gerçekliğin Düşüşü

Hakkı Yüksel  |  Ed. Murat Kadaş

2024 Oscar’ında 5 önemli dalda adaylığı olan, senaryosu ve yönetmenliği Justine Triet’e ait, Bir Düşüşün Anatomisi filmini yakın zamanda izledim. Filmin başlamasını beklerken vakit geçirmek niyetiyle bir kitapçıya girmiştim. Kitapçının “bestseller” bölümünde gözüme ilişen, her anlamda klişe olduğu belli bir kişisel gelişim kitabının sayfalarını karıştırırken büyük harflerle yazılmış ve kitabın ilk sayfasını tamamen kaplayan şu yazıyla karşılaşmıştım: “Ne olduğun değil ne gösterdiğin önemlidir!” Kitabın, önemli bir mottoymuşçasına okuyucusuna sunduğu bu cümle, film boyu kulaklarımda yankılandı durdu.

Sosyal medyanın tüm hayatımıza hükmettiği, takipçi sayısının bir güç olarak kullanıldığı devirde bu cümleyi küçümseyip yok sayamayız sanırım. Günümüzde insanların ederi, sosyal medya profillerindeki görünürlükleri ve gösterdikleri kadar değil mi sahiden?

Kitaptaki cümlenin doğru olduğunu kabul edersek de karşımıza başka bir problem çıkıyor: Gerçek nedir? Gösterdiklerimizle karşımızdakini manipüle etme olasılığımız hayli yüksek. O hâlde gerçeği eğip bükmek elimizde. Bu kaçınılmaz paradoks bizi günümüzde yüksek bir geçerlilik kazanmış olan post-truth evreninin içine itiyor. İtildiğimiz evrende ayakta kalmak için de gerçek ile aramızdaki ilişkiyi yeniden düzenlemek mecburiyetindeyiz.

Bir Düşüşün Anatomisi, Fransız Alpleri’nde bir kulübede, kocası Samuel ve oğlu Daniel’la izole bir yaşam süren Sandra’yı merkeze alarak meta-kurmaca düzlemde bir “gerçeklik” tartışması açmaya çalışıyor.


Filmde, Samuel yüksekten düşerek ölür; fakat soruşturma sonucunda ölüm nedeni kesinleşmeyince Sandra cinayet suçlamasıyla tutuklanır. Samuel’in ölümünün sorgulandığı mahkeme süreci, çiftin ilişkilerini deşen tatsız bir psikolojik yolculuğa dönüşür. Filmin görünen bu olay örgüsünde Sandra yalnızca gerçekleri anlatır. Üstelik üç kere öteki olduğu bir toplumsal düzenin içinde: Bulunduğu ülkenin dilini bilmemektedir, biseksüeldir ve kadındır. Savcı bu üç aygıtı da jürinin önünde ustaca kullanarak Sandra’yı sürekli baskılar.

Gerçeklikten ayrılmamak teoride Sandra’nın işini kolaylaştıracak gibi görünse de bu tercihi her şeyi onun aleyhine çevirir. Kuru gerçeklik öylesine katı ve düzensizdir ki bir nevi jüri olan biz izleyicilerin de kafası karışır. Filmin kurgusuyla manipüle olan bizler de Sandra’nın haklılığını sorgularız. Bu davada gerçek, “olan” değil “görünen”dir. Sandra’nın avukatı Maitre, Sandra’ya gerçeğin bazen bükülebileceğini söyler. Ancak dürüst Sandra, hakikati anlatmaya devam edecektir.

Karakterleri yazar olan bir film, en baştan alımlayıcısına bir meta-kurmaca düzlemi açtığını ilan eder. Sandra da, eşi de bir roman yazarıdır. İnsanlar neden roman okur, kurmaca metinlere neden ihtiyaç duyar? Prof. Dr. Beliz Güçbilmez, “Kurmacalara neden muhtacız?” sorusunun cevabını güçlü argümanlarla aramaya çalışmaktadır. Güçbilmez’e göre artık tartışmasız bir hakikat belgesi yoktur. Görünür olanı birebir yansıtan fotoğrafın bile artık grafik tasarım programlarıyla iz bırakmadan değiştirilebileceğinden hakikatinin tartışılabilirliğine dikkat çekmektedir. Yazara göre gerçek, gündeliğin içinde bulunamaz.

“Gerçek, ‘olan’ değil ‘üretilen’dir: dille, yazıyla, ifadeyle, imgeyle. Öyleyse dili, düşünceyi ve imgeyi bir araya getiren, kendini bunlardan kuran, gerçeklik iddiasından geri çekilmiş kurmacalar pekâlâ aradığımız hakikatin adresi olabilir.” (Anne Ben Düştüm mü, s.33)

Yaşamın gerçekliğiyle kurmacaların gerçek dışılığını teraziye koysak rasyonel akıl yaşamın gerçekliğinin ağır basacağını söyler. Oysa yanılır. Çünkü kurmaca metinlerdeki gerçek dışılık bir sebepten ötürü yaşamın gerçekliğinin önünden gider. Yaşam düzensizdir, rastgeledir, öngörülemezdir. Kurmacalardaysa her şey belli bir nedenselliğe dayanır. Bu sebeple aklın kavrayabileceği bir gerçekliği yaşamda değil, kurmaca metinlerde buluruz. Ranciere, Kurmacanın Kıyıları kitabında “kurmacayı olağan deneyimden ayıran şey, gerçekliğin eksik değil rasyonelliğin fazla oluşudur.” der. Bu bağlamlarda, Sandra’nın izleyici üzerinde gerilim yaratan çıkmazından kurtuluş yolu salt gerçeğe tutunmak olamayacaktır.

Sandra, hakikat için kurmacaya muhtaçtır. Bu iki karşıt kavram mahkeme salonunda çözülecek, zıtlıklar çökecek, çözüme ancak öyle ulaşılabilecektir. Başta dramatik tiyatro olmak üzere kurmaca dünyasının neredeyse İncil’i kabul edilebilecek Aristoteles’in Poetika’sında şöyle bir kuraldan bahsedilir: “Ozanın işi, gerçekten olmuş şeyleri değil olabilecekleri, olabilirlik ve zorunluluk gereği meydana gelebilecekleri söylemektir.” Sandra da Aristoteles’in ideal ozanı gibi davranmalıdır. Belki gerçekliği olduğu şekilde anlatmaktan vazgeçmeyerek; ama onu olabilirlik ve zorundalık ilkesiyle yeniden kurgulayarak...

Yapay zekânın hükmündeki zamanımızda gerçeğin peşinde koşmak yorucu. Bu koşuya bir mola vererek şahane kurgusuyla gerçek üzerine gerçek bir tartışma yapan bu filmi hâlâ vizyondayken kaçırmamalı. 

Devamını Oku

18 Mart, 2024

Miras Kalanlar

Miras Kalanlar

Eda Çamlı  |  Ed. Murat Kadaş

Glossolalala

Johanna Gustafsson Fürst ve Dilek Winchester'ın bireysel üretimlerini bir araya getiren "GLOSSOLALALA" sergisi, farklı mecraları ve üretim yöntemlerini kullanarak sanatçıların eserlerini Arter’de buluşturuyor. Sergi, iki sanatçının farklı yerlerde ürettikleri eserlerini karşılaştırma ve tartışma yollarıyla aynı zeminde bir araya getiriyor.

"GLOSSOLALALA" adını, "glossolali" teriminden esinlenerek oluşturuyor. Bu terim, bilinmeyen ve uydurmaca dillerde konuşma yetisi etrafında tanımlanırken, sergi dilin farklı yönlerini ve kullanımlarını ele alıyor. Sanatçıların dil meselesi etrafında kurguladıkları eserler, dilin ses, yazı, beden ve mekânla ilişkilendirilmesini inceliyor.

Sergi, dilin sınırlarını ve olanaklarını keşfederken, dilin bizi hem bölen hem de birleştiren farklılıklar üzerine düşünmeyi sağlıyor. Eserler, dilin gücünü ve çeşitliliğini vurgularken, dilin egemenliği ve dilsel şiddet gibi konuları da ele alıyor. Kekeleyen cümleler, ham seslere dönüşen yazılar, mekâna düşen kelimelerin yeniden bir araya getirilmesi, Divan Edebiyatı'ndan ritme dönüştürülen parçalar ve çok dilli bir topluluğun cisimleştirilmesi gibi çeşitli temaları işliyor.

Johanna Gustafsson Fürst ve Dilek Winchester'ın sanatsal diyalogunu yansıtan "GLOSSOLALALA" sergisi, izleyicilere dilin ve iletişimin çeşitli yönlerini keşfetme fırsatı sunuyor. Sergi, 4 Ağustos 2024 tarihine kadar görülebilir.


Fotoğraf Arter resmi web sitesinden alınmıştır.

Çubuklu Silolar: İstanbul'un Yeni Kültür ve Sanat Merkezi

İstanbul'un endüstri mirasının önemli yapılarından biri olan Çubuklu Silolar, şehre kazandırılan yeni bir kültür, sanat ve yaşam alanı olarak kapılarını açtı. Kaderine terk edilmiş bir miras alanı olan Çubuklu Silolar, İBB Miras tarafından dünya çapında örnek teşkil edecek devasa bir kültür sanat alanına dönüştürüldü. Yenilenen mekanda, Dijital Sanatlar Müzesi, Doğa ve Bilim Müzesi, kütüphane, atölye, karşılama merkezi, sahne, kafe, restoran, çocuk ve sanat merkezi gibi çok çeşitli alanlar bulunuyor.

Çubuklu Silolar'daki Dijital Sanatlar Müzesi, Ars Electronica'nın küratörlüğünde oluşturulan bir seçkiyi sergiliyor. İBB Miras ve İBB Kültür'ün katkılarıyla gerçekleştirilen açılış sergisi olan "Bilinci Yeniden Kurmak: Gerçek Nedir?", medya sanatının perspektifinden gerçeklik kavramına yeni ve alternatif bir bakış sunuyor.

Sergi, uluslararası ve yerel dokuz farklı sanat pratiğini bir araya getirerek görünmez olanı görünür kılmayı hedefliyor. Sanat ve teknoloji ekseninde bir düşünce alanı açmayı amaçlayan sergi, izleyicileri somut olanın sınırlarının ötesine taşıyarak algılanabilir gerçekliklere temas etmeye davet ediyor. “Bilinci Yeniden Kurmak: Gerçek Nedir?” sergisi, 10 Mart – 10 Haziran 2024 tarihleri arasında Çubuklu Silolar Dijital Sanatlar Müzesi’nde ziyaret edilebilir.


Fotoğraf Arkitera resmi web sitesinden alınmıştır.

Görüntü Tarihinin Şahidi: Ozan Sağdıç'ın Fotoğrafçılık Serüveni

İstanbul Modern Fotoğraf Galerisi, belgesel fotoğrafın usta ismi Ozan Sağdıç'ın gözlerinden Türkiye'nin tarihine yolculuk sunan bir sergiye ev sahipliği yapıyor. Burgan Bank'ın sponsorluğunda düzenlenen "Ozan Sağdıç: Fotoğrafçının Tanıklığı" sergisi, 20 Ekim'e kadar ziyaretçilere açık olacak.

Sergi, fotoğraf sanatının en önemli temsilcilerinden biri olan Ozan Sağdıç'ın 1950'lerden bu yana ürettiği kapsamlı eserlerini bir araya getiriyor. İstanbul Modern Fotoğraf Küratörü ve Bölüm Yöneticisi Demet Yıldız Dinçer ile fotoğraf sanatçısı Merih Akoğul'un küratörlüğünü üstlendiği sergide, 127 eser, Türkiye'nin sosyal, politik, ekonomik ve kültürel tarihine ışık tutuyor.

Ozan Sağdıç'ın karanlık odasından çıkan baskılarla birlikte sergide yer alan eserler, Türkiye'nin fotoğraf tarihine dair benzersiz bir panoramayı sunuyor. Fotoğrafçının çalışmaları, belgesel fotoğrafın altın çağı olarak kabul edilen döneme ışık tutarken, ülkenin geçmişine ve döneminin ruhuna dair önemli bir tanıklık sunuyor.


Fotoğraf fotografya resmi web sitesinden alınmıştır.

Devamını Oku

14 Mart, 2024

Kent, İmge, Algı

Kent, İmge, Algı

Eren Can Altay  |  Ed. Murat Kadaş

Geleneksel olana algımız, hafıza üzerinden değil imgeler üzerinden oluşur. Geçmişin izleri ya o dönemin gözüyle çizilen, yazılan, üretilen eserlerle ya da o dönem hakkında sonradan üretilen ikinci dereceden imgeler ile sağlanır. Sanatın ya da entelektüel üretimin pratik yararlarından biridir bu. Bize belirli bir dönemin tanıklığını yaptırırlar. Daha da önemli olansa arşiv ya da dokümanın aksine, sanat içeriği zamanın mantığını anlamamıza ve onu bir açıdan hissetmemize de yardımcı olur.

Ancak bu hisler en iyi ihtimalle ikinci el hislerdir. Çünkü durumu bizzat deneyimlememişizdir. “Gerçek” olan, bir başkasının -sanatçı, düşünür, gezgin- filtresinden geçerek bize ulaşır. Tarih hakkındaki hafızalarımız imgelerden meydana gelir. Bu açıdan tam olarak güvenilmezdirler ve değişime müsaittirler. Belkide bu yüzden gerçek ile arasındaki bu boşluk nostalji ile doldurulur.

Bu algı ile geliştirilen nostaljik duygular belki de en çok şehirlerde karşımıza çıkar. Çünkü herhangi bir eserde tasvir edilen yer, bir şekilde kişisel olarak da deneyimlenebilir. Eğer mevzubahis şehir korunmuş ya da dönüşüm süreçlerinin dışında kalmış bir yerse, geçmiş tasvire yakın bir manzara hala mevcut olabilir. Eğer durum bunun tersi ise de bir zamanlar o mekanın neye benzediği düşünülür. Deneyimlenen yer her ne kadar aynı olmasa da, mekanın devamlılığının sağladığı bir bağ dokunur izleyiciye/dinleyiciye. Bu sayede fiziksel bağın ötesinde, duygusal bir bağ da kurulmuş olur ve sanki o geçmiş zaman, artık bizim “hatırladığımız” bir anıya evrilir.

Bu ne kadar bize ait olduğu tartışmaya açık anı, bir başkasının filtresinden geçip bize ulaşmıştır. Bu durumda sanatçı, gezgin ya da yazar ürettiği şey ne olursa olsun bir anlatıcı rolündedir ve bizim “hafızamız” üzerinde doğrudan etkiye sahiptir. Bir şehri ya da mekanı önemli kılan unsurlardan biri de bu üretimdir zaten. Çünkü sevdiğimiz ya da bağ kurduğumuz şehirler sadece fiziksel ögelerden oluşamaz. Yeni kurulmuş bir yerleşkenin ya da şehrin eksiği biraz da bu durumdur.


İstanbul örneğinden ilerleyecek olursak, bir Orhan Veli, Süleymaniye ya da Kapalıçarşı kadar önemlidir İstanbul için. Çünkü gözlerimiz kapalı dinlemezsek şehri herkesin bildiği mısralarda, eksik kalır İstanbul. Oysaki hiçbirimiz görmemişizdir o yosmanın elinden düşen gülü. Ancak artık bu mısralar bildiğimiz kentin bir parçası, bizim de hafızamızdır. Ya da Orhan Pamuk’un kaleminden bir İstanbul anlatısı okunursa, hüzünden bir çarşaf iner şehre. Kişisel olarak bu duygu ile şehri birleştirmemiş olsak da artık bu ikiliyi ayıramayız kolay kolay. Şehir bizim için de hüzne bürünür bir anlamda. Tarihsel verilerle desteklenen bu anlatım ne kadar gerçekçi ve tutarlı anlatılırsa, şehir algısına işlenmesi ve kalıcılığı da bir o kadar sağlam olur.


“İstanbul ve Hatıralar" kitabında Orhan Pamuk’un da bahsettiği gibi bu anlatılar, yabancı gözler tarafından da yapılır. Bu durumda taktığımız gözlük bambaşka bir zihinden çıkar ve aslında 'tam da İstanbul gibi olmayan bir İstanbul' anlatır bize. Melling, Gautier, Nerval ya da Gide gibi yazarlar/ressamlar/mimarlar, İstanbul hakkında üretimleri ile farklı bir pencere açar ancak dönemleri gereği oryantalist bir eser oluşturmaktan kaçamazlar. Sanki mistik bir altlığı olan bu ürünler masalsı bir İstanbul’un gözlüğünü yaparlar. Artık kent biraz 1001 Gece Masalları'ndan fırlamış gibidir. Gerçek olmayan bir masal katmanı da eklenir kente. Bu örneklere Ayvazovski’nin gece manzaraları da eklenecek olursa, iyiden iyiye mitik bir kent canlanır gözümüzde. Ancak herkes kendi bildiğinden üretmektedir gördüğü manzarayı. Sonuçta Ayvazovsky, Rusya Deniz Kuvvetleri'nin baş ressamlığını yapmış biriydi ve etrafını biraz da bu perspektiften görüyordu.


Tüm bu katmanlar birer imge olarak algımızda kocaman bir İstanbul’a dönüşür. Hangi gözlüğü taktığımıza göre farklı bir şehir olur. Çoğu zamanda “gerçekten” sapan ve inanmak istediğimiz bir manzaradır bu. Nostalji tam da burada girer devreye çünkü eskinin müdahale edilebilir hafızası her zaman daha iyi, daha güzel ve daha yaşanılası bir şehir çıkartır karşımıza. Oysa ki o günler de bizim gerçekliğimiz kadar rutin ve bizimki kadar sıkıcıydılar. Onlar da aynı şehrin farklı sorunlarıyla mücadele ettiler ve aynı bizim algılarımızdaki dönüşmüş şehir gibi kendi algılarında meydana gelmiş, daha eski bir İstanbul özlemiyle yaşadılar belki de.


Melling’in İstanbul Gravürü  https://tr.travelogues.gr/collection.php?view=221


Ivan Ayvazovski: Ay Işığı Ortaköy'den Istanbul ihttps://www.gzt.com/skyroad/ivan-ayvazovskinin-gozunden-istanbul-3548951

Devamını Oku