BLOG

/ Blog
20 Kasım, 2024

Tomris: Yalnızlaşmanın Adı

Tomris: Yalnızlaşmanın Adı

Hakkı Yüksel  |  Ed. Seda İstifciel

“Eski şeylerin hepsine veda etmek istiyorum. / Otuzların Kadını, Tomris Uyar”


Çalıştığım kız meslek lisesinde, Cumhuriyet Dönemi Türk yazarlarını anlattığım bir edebiyat dersinde öğrencilerimden biri hararetli bir şekilde parmağını kaldırarak bana şu soruyu yöneltti: “Hocam, bunların hepsi erkek! Bizim edebiyatta hiç kadın yazarlar yok mu?” Öğrencimin bu doğal bir feminist içgüdüyle yapmış olduğu sorgulaması ve eleştirel bakışı çok hoşuma gitti doğrusu. “Olmaz olur mu? Az, ama var tabii.” dedim. Neden az olduklarından, erkek egemen bir dünyanın edebiyat üzerinde de bir tahakküm oluşturduğundan bahsederek rastgele on kadın yazarımızın ismini tahtaya yazdım. Hepsinden kısaca bahsettim ve ilgilerini çeken birini seçip o yazar hakkında minik bir araştırma yapmalarını istedim. Gelen ödevlerin çoğu Tomris Uyar’ı seçmişti.

Her daim severek okuduğum Tomris Uyar, Türk öykücülüğünün başat isimlerinden biri. Yalın ve kıvrak üslubuyla ve müthiş kurgu yeteneğiyle kaleme aldığı hikâyeler, sıradan diyaloglarla bezeli olayların altında yatanları gün yüzüne çıkarma derdinde. Bu ülkede yaşayan bir kadın ve bir edebiyatçı olarak toplumun geçirdiği değişimlerin kendisinde bıraktığı izleri okuyucuyla buluşturmayı amaçlamış usta bir kalem. Bu izleri bir kelime cambazı olarak aktaran, gördüğü karanlık tabloyu kara mizahın aydınlık çakarlarıyla yansıtan, çocukluğundan beri içinde barındırdığı hınzır uyumsuzluğu bir yabancılaşmayla tamamlayarak modern edebiyatımızın ışıltılarından biri olmuş unutulmaz isimlerinden biri. Aynı zamanda usta bir çevirmen ve iyi bir eleştirmen. 

Bu nitelikli edebiyat insanını seçerek ödevini hazırlayan öğrencilerimin yazılarına attıkları başlıklar beni biraz düşündürdü: “Aşkından Deliye Dönülen Kadın”, “Büyük Şairlerin İlham Perisi”, “İkinci Yeni’nin Gelini” ve bunun gibi bir sürü iç burkan başlık… Bu başlıklar öğrencilerimin şüphesiz iyi niyetleriyle attıkları; ancak Tomris Uyar’ın edebiyatımızdaki kimliğini çok yanlış şekilde betimleyen nitelendirmeler!.. Sadece öğrencilerimin ödevlerinde değil Google aramalarında da bu türden başlıklar taşıyan akademi tezleri, saygın makaleler ve köşe yazılarına ulaşmak mümkün. Ne yazık!.. Tomris Uyar’ı kimliksizleştiren, onun varlığını erkek yazarlar üzerinden tanımlayan sorunlu, derhal düzeltilmesi gereken, korkunç bir bakış açısı… 

Bu değerli yazarımızı konu edinen bir tiyatro oyunu gördüğümde doğrusu heyecanlandım. Onca biyografik oyunu bünyesinde taşıyan tiyatro repertuvarımızda Tomris Uyar gibi nitelikli bir edebiyat insanını ele alan bir oyunun olmayışı üzüntü vericiydi. “Tomris”, Oda Tiyatrosu tarafından çeşitli sahnelerde uzun süredir seyircisiyle buluşan bir oyun. Adıyla oluşturduğu beklentiye tezat, Tomris Uyar’ın hayatını ele alan bir biyografik oyun değil. Ancak yazarımızın hayatıyla teğet noktalar barındıran başka bir kadın karakter üzerinden kurgulanmış ilginç bir performans.

Kaan Erkam’ın kaleminden çıkan ve Mehmet Ulay’ın yönettiği Tomris adlı oyunda sahnede Janset Paçal’ı görüyoruz. Oyun, televizyon ekranlarından gayet iyi tanıdığımız başarılı oyuncu Janset Paçal ile tiyatro sahnesi üzerinde yeniden tanışmamıza olanak sağlıyor. 

Kendini “Tomris Uyar” sanan bir akıl hastasının hastane odasındaki gündüz sayıklamalarına şahit oluyoruz oyun boyu. Janset’in performansı gerçekten göz alıcı. Hatta televizyon ekranlarından daha başarılı bir oyunculukla karşılaştığımı söyleyebilirim. Tek başına sahnede olmak, birden fazla duyguyu aynı anda hissettirmek, izleyicinin ilgisini sürekli canlı tutmak kolay değil. Ancak Janset Paçal, güçlü oyunculuğuyla bu zorluğun üstesinden gayet başarılı bir şekilde geliyor. Karakterin dengesiz halleri komik olduğu kadar trajik yönleriyle de derinlemesine ele alınmış. Sahnedeki jest ve mimikleri, bir delinin karmaşık iç dünyasını başarılı bir şekilde yansıtıyor. 


Sahnede kullanılan dekor oldukça minimalist. Ortada dikey pozisyonda bir yatak görseli, yatağın sağında ve solunda metnin olay örgüsüne uygun şekilde çeşitli zamanlarda kullanılan iskemlelerle sade bir düzen oluşturulmuş. Oyunun başlangıcı hayli yüksek ve etkileyici. Janset Paçal’ın gölgelerle yatak dekorunun arkasında yaptığı ve oyun karakterinin iç dünyasını hissettirdiği dans gerçekten etkileyici. Kadını konu alan ve patriyarkal sisteme karşı bir duruş sergilemeyi amaçlayan oyunlarda bu tür dans veya müzik performanslarını önemsiyorum. Çünkü bu konu dille ifade edilmeye kalkıldığında yine dilin kendi sistemi içindeki erkek hegomonik söylemlerin içine sıkışılacaktır kaçışı olmaz bir biçimde. Bu göstergesel anlam açısından zengin ve fazlasıyla yüksek başlangıç aynı zamanda izleyicinin oyuna odaklanmasını da sağlıyor. Hayli ilginç makyaj ve kostümü de karakterin delilik halini vurgular nitelikte. Oyunun makyaj ve kostüm aşamasında yine medyatik bir ismin imzası var: Kemal Doğulu. Kemal Doğulu oyunun sanat yönetmenliğini üstleniyor. Başarılı, değişik ve dikkat çekici bir iş çıkardığı söylenebilir.

Makyaj, kostüm ve dekor konusunda anlayabildiğim kadarıyla bir iş birliği de mevcut. Oyuncu Janset’in müdahaleleri ve tercihleri de önemsenmiş. Çoğu şey başarılı bir şekilde kotarılmış. Ancak oyun içindeki değişken renkli ışıklandırmalar, oyunun ortasında sahneye getirilen kocaman aynalı masa, sahne üzerinde anlamlı göstergeler halinde kullanılamıyor. Birçok oyunda kullanılan kişisel yüzleşmeler ve iç hesaplaşmalar sekanslarındaki ayna klişesi bu oyunda da tekrarlanmış. Oyundaki bazı göstergeler sahneye aksiyon katmaktan öte performansa yeni bir anlam katkısı sunmuyor. 

Oyun metni kara komedi ile dram arasında gidip gelmekte. Tomris Uyar’ın hayatına yapılan göndermeler ve sahne üzerinde İkinci Yeni’den okunan şiirlerle Tomris’in hayatına ufak da olsa değen bir metin. Ancak karakter neden kendini “Tomris” sanıyor, delirmesinin nedeni tam olarak ne, sürekli tekrarlanan “Sen Tomris değilsin!” lafının derinlikli bir alt anlamı var mı gibi sorulara cevap bulunamadan oyun bitiyor. Bu anlamda metni çok başarılı bulmadığımı belirtmeliyim. Metin, dramaturjik bir düzenlemeye tabii tutulsa ayakları yere daha sağlam basan ve alımlayıcısıyla bağını daha net bir yerden kurabilen, daha güçlü bir metne dönüşebilirdi. Bunun yerine zorlama aforizmalarla ve gereksiz kafiyelerle dolu şiirsel bir yığına evrilmiş. Kaldı ki Tomris Uyar’ın kendisi kayıtlı röportajlarında da belirttiği üzere bu “şairanelikten” tiksinircesine nefret eder. 


Oyunun metniyle alakalı başka bir problem daha mevcut. Metin söylemini erkekler üzerinden kurmuş ne yazık ki… Bunun üzerinden kurulan gözlem ve espriler seyircide karşılık buluyor dürüst olmak gerekirse. Ancak Tomris Uyar’ı hayatta zorlayan şey, onu yalnızlaştıran, onu yabancılaştıran, bir uyumsuz hâline getiren şey erkekler değil “erkeklik” ti. Oyundaki karakterin de metnin kurgusu içinde gri bir alanda olmasına rağmen bu sebeple delirdiğini varsayıyorum. Oyun, söylemini toplumsal cinsiyet merkezli bir yerden kurabilseydi ve dilin ataerkil işleyişini yeniden üretmeden bir söylem üretebilseydi, belki oyunun açılış sekansındaki dans performansı gibi yenilikçi başka buluşlarla zenginleştirilebilseydi vermek istediği mesajı daha kuvvetle aktarabilirdi şüphesiz. 

Oyunun süresi elli beş dakika. Yani eksikliklerine rağmen seyircisini asla sıkmıyor. Yarım Elma, Ayrılsak da Beraberiz gibi popüler televizyon işlerinden tanıdığımız Janset Paçal’ı sahnede görmek ve etkileyici performansıyla büyülenmek için izlenmesi gereken bir iş. Ayrıca salondan çıkanların oyunda sürekli duydukları ve kulaklarında oyun sonrasında da yankılandığına emin olduğum “Sen Tomris Uyar değilsin!” repliği, belki bir kısmın “Peki bu Tomris Uyar kimdir?” şeklinde merakını celbedebilir. Kadınların patriyarkal bir sistem içinde kimliksizleşip delirmedikleri güzel bir dünya umuduyla…

(*Yazıdaki oyunla ilgili görseller ve afiş, Janset Paçal’ın resmî instagram hesabından alınmıştır.)


Devamını Oku

18 Kasım, 2024

Berlin Müzeler Adası: Eser-Zaman İlişkisi

Berlin Müzeler Adası: Eser-Zaman İlişkisi

Eren Can Altay  |  Ed. Seda İstifciel

Bir yapı ne zaman tamamlanmış olur. İnşaatı bittiği an mı? Kullanıcıları ile ilk kez buluştuğu an mı? Kullanımı son bulduğu anda mı? Yoksa yıkıldığı an mı? Bu sorulara yanıt vermek zor. Hatta bu sorular mimariyi diğer sanatlardan ayıran ana temalardan birine işaret ediyor: eserin zaman ile ilişkisine. 

Plastik sanatlar, eserin ortaya çıkma süreci bittiği andan itibaren, zaman ile bozunma üzerinden bir ilişkiye girer. Öyle ki artık eser zamanın ve çevrenin yıpratıcı etkilerinden korunmak zorundadır. Işık pigmentleri bozmamalı, kağıt deforme olmamalı ya da materyal bozulmamalıdır. Bu süreçteki her bir değişim eserden bir şeyler koparmaktadır (en azından Batı düşüncesi buna yatkındır. Zira Japon Kintsugi sanatı-ve belki de benim bilmediğim daha fazlası- bu düşünce tarzının tersine bir söylem üretmiştir). Ancak konu mimariye gelince, tüm bu “bozunmalar” yaşanmışlık gibi bir terimin altında birleşirler. Bu terim de bir yapının tamamlanma serüvenini muğlak bir konuma yerleştirir. 

Berlin’deki Müzeler Adası bu soruların somut bir şekilde tartışılabilmesi için çok uygun bir zemin oluşturur. Zira bu müzeler kompleksi denilebilecek alan, hem inşa edilmiş ve kullanılmış hem de yıkılmış ve terkedilmiştir. Günümüzde ise restore edilmiş ve modern eklentiler eklenmiştir. Genel olarak bahsedecek olursak 19.yüzyılda ve 20.yüzyılın başında inşa edilen 5 farklı müzeden oluşan kompleks, Almanya’nın dünya standartlarındaki en önemli müzelerini oluşturur. Eski Ulusal Galeri, Yeni Galeri (Neues Galery), Bergama Müzesi, Bode Müzesi ve Altes Müzelerinden oluşan kompleksin inşası 1920’li yıllarda tamamlanmış gibi gözükse de, eserlerin dönüşüm hikayeleri bitmekten çok uzaktır. 


Yapı adası 2.Dünya Savaşında Berlin’in bombalanmasında, tüm şehir gibi harabeye dönmüş ve büyük oranda zarar görmüştür. Bu olayları takip eden süreçte Kızıl ordu tarafından yağmalanmış (eserlerin çoğu savaş sonrasında Doğu Almanya’ya geri verilmiş) ve yapılar uzun bir süre kaderlerine terk edilmiştir. 1980’lerde başlayan restorasyon süreci de iki Almanya’nın birleşmesinden sonra sekteye uğramış ancak 1999 yılında Unesco Dünya Mirasına kabul edilmiş ve müze işlevlerini devam ettirmiştir. 

Bu dönüşüm süreçleri yetmemiş olacak ki 2018 yılında inşası tamamlanan yeni bir giriş yapısı komplekse eklenmiştir. James Simon Galerisi olarak adlandırılan bu yeni ekleme, güncel mimarlığın en prestijli ödüllerinden biri olan Pritzker ödüllü mimar David Chipperfield tarafından tasarlanmış ve inşa edilmiştir. Bu yeni ekleme Neues Galeri ile Bergama müzelerinin kesiştiği noktada tarihsel referansları takip ederek ancak çağdaş mimariden de ödün vermeyerek ikonik bi yapıya dönüşmüştür. Hatta tüm yapı kompleksinin yeni imajı olmaya başladığını söylemek de çok absürt kaçmaz diye düşünüyorum. 


Bergama Müzesinin kolonadlı yapısını kendi cephesinde de devam ettiren James Simon Galerisi, ritim ve materyal anlamında tarihi binadan ayrılsa da, bitişiğindeki Bergama Müzesi ile kurduğu bağı ortaya koyacak kadar net referanslar ile inşa edildiğini de belli ediyor. Zaman içerisinde değişen mimarlık algısını çok net bir şekilde görünür kılan bu yeni eklenti müze kompleksinin ne zaman tamamlandığı sorusunu iyice muğlak bir konuma yerleştiriyor. Eski kompleks ile bu denli bağlanan bu yeni yapı, artık adanın ayrılmaz bir parçasına dönüşme yoluna girmiş görünüyor.  

Tüm bu dönüşümler ışığında Berlin Müzeler Adasının ne zaman tamamlandığını ya da tamamlanıp tamamlanmadığını net bir tarih ile belirtmek zor gibi duruyor. İnşa edilen, yıkılan, tekrar inşa edilen ve yeni bölümler eklenen bu eserin zamanın tek bir noktasında sonlandığını söylemek çok da adil olmaz gibi. Zamanlar arasında devamlı bir dönüşüme tabi tutulan bu mimari eser için yaşayan bir retrospektif olarak tanımlanabilir belki de. Bu perspektiften plastik sanatların yıpratıcı etmeni olan zamanın, mimari eser için taş ve tuğla kadar katı bir üretim elemanı olduğunu düşünmek bir çeşit romantizmi içerisinde barındırsa da çok da yanlış bir tanım sayılmaz. Retorik bir söylemin ötesinde yapıların algılanmasında ve imgesinde doğrudan etkisi olan zaman-eser ilişkisi, zamanın çapası gibi işleyen mekanı düşünmek için önemli bir mimari tartışma olarak önümüzde durmaktadır. 


Referanslar:

Kapak Görseli ve 2. Görsel: https://davidchipperfield.com/projects/james-simon-galerie 

1. Görsel: https://en.wikipedia.org/wiki/Museum_Island


Devamını Oku

18 Kasım, 2024

İkilem, Denge ve Duyusal Etkileşim

İkilem, Denge ve Duyusal Etkileşim

Eda Çamlı  |  Ed. Seda İstifciel

Haftalık Sanat Haberleri (18 Kasım-25 Kasım) :

CerModern'den İki Etkileyici Sergi: Ercan Arslan ve Astim Kolektifi

Sanatta 15. yılını kutlamaya hazırlanan CerModern, iki önemli sergiye ev sahipliği yapıyor: Ercan Arslan’ın kişisel sergisi "İkilem ve Denge" ve Astim Kolektifi’nin çağdaş sanat anlayışını yansıtan sergisi.

Ercan Arslan: “İkilem ve Denge”

Burak Fidan’ın küratörlüğünü üstlendiği “Ambiguous Polarities / İkilem ve Denge” sergisi, Ercan Arslan’ın insan ruhunun derinliklerine inerek varoluşsal soruları ve duygusal çelişkileri keşfe çıkmasını sağlıyor. Arslan, figüratif biçimleri parçalayarak ve estetik bir dekonstrüksiyon sunarak izleyiciye sıradanın ötesinde bir bakış açısı sunuyor. Eserlerinde, mavi arka planın sakinliğini ve figürlerin içsel çalkantılarını yansıtan sıcak tonların (turuncu ve kırmızı) zıtlıkları öne çıkıyor. Arslan’ın resimleri, izleyiciyi hem kendi varoluşunu sorgulamaya hem de dış dünyayla ilişkisini yeniden değerlendirmeye davet ediyor. Sergi, 8 Aralık’a kadar CerModern’de ziyaret edilebilir.


Astim Kolektifi: Sanayi ve Çevresel Duyarlılık

CerModern, Astim Kolektifi’nin eserlerini 16 Kasım-15 Aralık tarihleri arasında sanatseverlerle buluşturuyor. Çanakkale Bienali’nde dikkat çeken kolektif, sanayi ve çevresel etkileri dijital medya ve immersive teknolojilerle harmanlayarak toplumsal sorumlulukları gündeme getiriyor. Hakan Yılmaz, Süleyman Yılmaz, Kerem Meriç ve Volkan Babaotu tarafından kurulan kolektif, endüstriyel üretimin çevresel izlerini sanatsal bir deneyime dönüştürüyor. Astim, izleyiciyi aktif katılımcı olmaya davet ederken, çevreyle ilişkisini sorgulayan projeleriyle toplumsal sorumlulukları yeniden tartışmaya açıyor.

CerModern’de ayrıca 1 Ekim’de açılan ve hâlâ devam eden "Mayalar" sergisi de ilgililerle buluşuyor. Bu sergi, "Gizemli Dünyalar" temalı serinin ilk gösterimi olup, pazartesi hariç her gün 14.00-19.00 saatleri arasında gezilebilir.

Ercan Arslan’ın sergisi 8 Aralık’a kadar, Astim Kolektifi’nin sergisi ise 15 Aralık’a kadar CerModern’de görülebilir.

     

*Görseller, cermodern resmi web sitesinden alınmıştır.

Türkiye’nin İlk Sanal Gerçeklik Müzesi MüzeVerse Kapılarını Açıyor

Sanat ve teknolojiyi buluşturan Türkiye’nin ilk sanal gerçeklik müzesi MüzeVerse, 19 Kasım’da UNIQ İstanbul’da ziyarete açılıyor. Fransa merkezli ödüllü sanal gerçeklik şirketi Excurio ve VR Future işbirliğiyle hayata geçirilen MüzeVerse, müze deneyimini fütüristik bir boyuta taşıyor.

Piramitlere Yolculuk: Açılış Gösterimi

Müzenin ilk gösterimi olan Piramitlere Yolculuk, Antik Mısır’ın Keşfi, ziyaretçileri 4.500 yıl öncesine götürüyor. Katılımcılar, Kral Khufu’nun cenaze törenine tanıklık ederken Giza Platosu, Sfenks ve Büyük Piramit’in gizli alanlarını keşfetme fırsatı bulacak. Sanal gerçeklik teknolojisinin gücüyle tasarlanan bu deneyim, izleyicileri pasif birer seyirciden, aktif birer tarih kaşifine dönüştürüyor. Müze, aynı anda 100 kişiyi ağırlayabilecek kapasiteyle toplu bir VR yolculuğu sunuyor.

Kültürel Mirasla Bağlantı Yeniden Tanımlanıyor

MüzeVerse, VR teknolojisini kullanarak geleneksel müze anlayışını baştan tanımlıyor. Konuklar, tarihsel olayların içinde yer alıyor, erişilmesi zor alanlara adım atıyor ve hikayenin bir parçası haline geliyor. Bu yenilikçi platform, müze kavramını sanal dünyaya taşıyarak kültürel mirasla daha derin bir bağ kurmayı amaçlıyor.

MüzeVerse, geçmişi keşfetmenin sınırlarını zorlayarak sanat ve teknolojiyi bir araya getiren bu yeni deneyimi meraklılarına sunmaya hazırlanıyor.


 *Görsel, bubilet resmi web sitesinden alınmıştır.

14. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali Başlıyor

"Herkes için Adalet" sloganıyla yola çıkan 14. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali, 22-28 Kasım tarihlerinde İstanbul'da 14. kez sinemaseverlerle buluşacak. Festival, hukuk ve adalet temalarını ele alarak hem dünyadan hem de Türkiye’den önemli yapımları bir araya getiriyor. Kadıköy Sineması ve CineWAM Nişantaşı City’s’de uzun metraj filmleri gösterilecek olan festival, kısa film programı ve VisionIst etkinliklerini ise İBB Beyoğlu Sineması’nda sunacak.

Açılış Filmi: Dava

Festivalin açılış filmi, Orson Welles’in 1962 yapımı, Franz Kafka'nın aynı adlı romanından uyarladığı Dava (Le procès) olacak. Ayrıca, festivalin ‘Klasikler’ seçkisi kapsamında Kara Tanrı, Beyaz Şeytan (Glauber Rocha, 1964) ve Şehirde İki Adam (José Giovanni, 1973) gibi önemli yapımlar da izleyiciyle buluşacak.

Uluslararası Altın Terazi Yarışmaları

Festivalin Uluslararası Altın Terazi Uzun Metraj Film Yarışması’nda, dünya çapında tanınan jüriler, toplamda 10 film arasından birincisini seçecek. Yarışma kapsamında Türkiye prömiyerini yapacak olan filmler arasında Stray Bodies (Yön. Elina Psykou), Ceviz Yaprakları Sarardığında (Yön. Mehmet Ali Konar) ve My Stolen Planet (Yön. Ferahnaz Şerifi) gibi dikkat çeken yapımlar yer alıyor. Uluslararası Altın Terazi Kısa Metraj Film Yarışması’nda ise kısa filmler arasında Türkiye prömiyerini yapacak yapımlar, sinemaseverleri bekliyor.

Adalet Terazisi Seçkisi

Festivalin geleneksel bölümlerinden olan Adalet Terazisi, bu yıl da dünya sinemasından adalet temalı filmleri bir araya getiriyor. Seçkide yer alan Tanrıların Arasında (Vuk Ršumović, 2024) ve Şahit (Nader Saeivar, 2024) gibi güçlü yapımlar, izleyicilere hukuk, adalet ve toplumsal meseleler üzerine düşündürtmeyi hedefliyor.

‘Sıfır Noktasından: Gazze’nin Anlatılmamış Öyküleri’

Festivalde Filistinli usta sinemacı Rashid Masharawi tarafından hazırlanan, Sıfır Noktasından: Gazze’nin Anlatılmamış Öyküleri adlı kısa film programı da yer alacak. Gazze’deki genç sanatçılar tarafından çekilen 22 kısa film, Filistin halkının yaşadığı zorlukları ve direnişi sinematik bir dille anlatıyor.


Devamını Oku

13 Kasım, 2024

Geçmiş ve Geleceğe Çağdaş Yaklaşım

Geçmiş ve Geleceğe Çağdaş Yaklaşım

Orhun Atmış  |  Ed. Seda İstifciel

Ramazan Can & Cem Sonel’in hem ortak üretimleri hem de bireysel işleri Anna Laudel İstanbul’da “All The Good Memories Are Stored” sergisinde görülebilir. Sergi 15 Kasım’dan 12 Ocak 2025 tarihine kadar ziyaret edilebilecek. 

Üretimlerini birbirinden zıt malzemelerle yapan iki sanatçı... Ramazan Can’ın eserlerinde Şamanizm ve modern mistisizm hayati bir rol oynuyor. Eserlerinde Anadolu motiflerinin izlerini kullanırken bu motiflerle biraz mesafeli bir ilişki kuruyor ve onları neo-ekspresyonist unsurlarla birleştirerek tarihsel bağlamlarından da koparıyor. Çalışmaları resimden kolaja, neon ışık çalışmalarından heykele kadar uzanıyor ve doğası gereği politik olmayan ancak tarih ve modern toplum üzerine belli bir anlatı barındıran içerikler sunuyor.


DİJİTALİN TEMELİ: 0 VE 1

Cem Sonel ise grafik tasarım çıkışlı bir sanatçı. Yarı dijital duvar resmi sergileyen ilk sanatçılardan... Simetriye “takıntılı” olduğunu dile getiriyor. Daha önce 2022 yılında Anna Laudel İstanbul’da açılan “One and Zero Makes Two” sergisi de yine dijitalin temelini oluşturan “0” ve “1” rakamları üzerine kuruluydu. 

İki sanatçının atölyesi de Ankara’da. Hatta çok yakın mesafede oldukları için sık sık birbirlerini ziyaret edebiliyorlar. Sonel ve Can’ın dostluğu 2019 yılına kadar uzanıyor. Mamut Art Project’e seçilen Sonel’in eserleri Can’ın aracıyla taşınabilmiş. O günden bugüne dostlukları sürüyor. Sonel, bugünkü serginin üretim sürecini anlatırken üretim aşamasının çok hızlı bittiğini dile getiriyor. Bunun da Can’la birlikte çalışmanın rahat olmasından dolayı olduğunu belirtiyor. Gerçekten de yüzyıllardır insan hayatında olan halıyla 50 yıldır aşina olduğumuz LED’i, yani gelenekselle çağdaş  malzemeyi bir araya getirmek uyum istiyor. İyi anlaşan iki arkadaşın bir araya gelmesiyle de ortaya başarılı işler çıkıyor. 

Ramazan Can, geçmişte İslam’da yasak olan tasvirin halı motiflerinde sonsuz sayıda soyut desen ortaya çıkardığını dile getiriyor. Sonel de buna ekleme yapıyor; “Algoritma kavramı aslında hep bizimleydi, halıda gözlemlenebilen desenler de birer algoritma.” Serginin giriş katında birbirini tamamlayan halılar ve ledler görüyoruz. Bir duvarda ise sadece “makinelerin okuyabileceği” 0 ve 1’lerden oluşan bir eser yer alıyor. 


‘HELLO WORLD’

Sanatçılar giriş kattaki “We bring you greetings from the nomads” eserinin aslında serginin de bir özeti olduğunu söylüyor. Diğer eserlerde bir bölümünü gördüğümüz bütün malzemeler bu eserde hep birlikte var oluyor: halı, beton, dokuma ve LED... “Hello World” yazısı ise aslında dijital dünyaya bir atıf. Yazılımcılıkta kodlama eğitimi alırken ilk öğrenilen şey “Hello World” yazısını yazabilmek. 

Serginin ikinci katında ise merdivenlerden çıkar çıkmaz sizi dijital bir muska karşılıyor, belki de kötülüklerden koruyor! Salona giriş yaptığınızda sağ tarafta tanıdık bir resim görüyorsunuz; Rene Magritte’in “Bu bir pipo değildir” resminin Ramazan Can tarafından halıya dokunmuş hali... Hemen solunuzda duvar boyunca çözülen yapbozlar şeklindeki halı sizi büyülüyor. 

TABELA KİRLİLİĞİ 

Sonel’in “Symmetry” eseri ise sizi hiç görmediğiniz kadar estetik bir tabela imgesi karşılıyor. Simetriye takıntılı olduğunu dile getiren Sonel, bir yandan da görsel tasarım çıkışlı olmanın algıda seçiciliğe yol açtığını vurguluyor. “Şehirlerde tabela kirliliği yüzünde şehri göremiyoruz” diyen sanatçı, kodlar kullanarak, simetrik, estetik bir led tabela tasarlamış. 

“All The Good Memories Are Stored” sergisinde vurgulanan kolektif hafıza, insanların birlikte aynı anda yaşadıkları geçmiş üzerine değil; geçmişin bilgisinin ortak olmasına odaklanıyor. Piksel tabanlı LED ve halıların birleşimden oluşan eserlerde sanatçılar geçmiş ve geleceği çağdaş bir yaklaşımla birbirine bağlıyor. Sergideki üretimler, Andreas Huyssen’ın belleğin zamansal statüsü üzerine düşüncelerine de atıfta bulunuyor.

Ramazan Can & Cem Sonel, geçen yıl Almanya’nın Köln şehrinde düzenlenen dünyanın en köklü sanat fuarı Art Cologne’de ortak üretimlerini sergilediler. Anna Laudel İstanbul’daki yeni sergilerinde Art Cologne’de yer alan iki eserin yanında ortak ve bireysel üretimleri olan yaklaşık 20 yeni eser yer alıyor.


Devamını Oku

11 Kasım, 2024

Renklerin ve Anıların İzinde: Keribar, Akçura ve ARAF’ın Sahnesi

Renklerin ve Anıların İzinde: Keribar, Akçura ve ARAF’ın Sahnesi

Eda Çamlı  |  Ed. Seda İstifciel

Haftalık Sanat Haberleri (11 Kasım-18 Kasım) :

İzzet Keribar: Renklerin Yolculuğu

İstanbul Modern, Türkiye fotoğrafçılığının ustalarına adadığı sergi serisinde bu kez İzzet Keribar’ı ağırlıyor. Usta sanatçının 1950’lerden günümüze uzanan eserlerinden oluşan İzzet Keribar: Renklerin Yolculuğu sergisi, sanatçının uzun ve renkli kariyerini gözler önüne seriyor. 20. yılını kutlamaya hazırlanan İstanbul Modern Fotoğraf Galerisi’nde yer alan sergi, izleyicilere dünyanın farklı coğrafyalarında renk, ışık ve dokunun büyüleyici bir yolculuğunu sunuyor.

Küratörlüğünü İstanbul Modern Fotoğraf Bölümü Yöneticisi Demet Yıldız Dinçer’in üstlendiği sergide, Keribar’ın sanat yolculuğu tüm detaylarıyla sergileniyor. Sanatçının fotoğrafla ilk tanıştığı dönemlerde çektiği İstanbul ve Güney Kore görüntüleri, 1980’lerde fotoğrafa yeniden dönüş yapmasıyla kazandığı deneyimle şekillenen estetik dili ve günümüze kadar süren çalışmalarını kapsamlı bir seçkiyle bir araya getiriyor. Sergi, Keribar’ın seyahat ettiği farklı ülkelerden manzara, mimari ve portre fotoğraflarına yer verirken, renk, ışık ve grafik ögeler gibi görsel detaylara da dikkat çekiyor.

Renklerin Yolculuğu, fotoğrafseverleri, Keribar’ın objektifinden dünyayı keşfe çıkararak bir bakıma sanatçının içsel yolculuğunu da deneyimlemeye davet ediyor. Çeşitli dönemlere ve kültürlere ait renkli kareler sunan bu retrospektif sergi, sanatçının yıllar içinde değişen tarzını, görsel hikâye anlatıcılığındaki derinliğini ve kendi sanatındaki evrimini izleyiciye aktarıyor. Türkiye’nin sanat sahnesine önemli katkılarda bulunmuş bir ismi yakından tanıma fırsatı sunan İzzet Keribar: Renklerin Yolculuğu sergisini, İstanbul Modern’de 25 Mayıs 2024 tarihine kadar ziyaret edebilir.


*Görsel, İstanbul Modern resmi web sitesinden alınmıştır.

Araf: Bir Mor ve Ötesi Müzikali

BKM’nin uzun süredir merakla beklenen yeni prodüksiyonu Bir Mor ve Ötesi Müzikali: ARAF, 25, 26 ve 27 Kasım tarihlerinde Maximum Uniq Hall’da prömiyer yaparak izleyicileri zamanda bir yolculuğa çıkarıyor. Mor ve ötesi hayranlarının yanı sıra müzikal tutkunlarını da kendine çeken bu gösteri, 9-10 Aralık ve 11-12 Ocak tarihlerinde de sahnede olacak. Türkiye turnesi kapsamında, 18 Ocak’ta Bursa Merinos AKKM Osmangazi Salonu’nda ve 27 Ocak’ta Ankara Congresium’da da sahnelenecek.

ARAF’ta sahnede oyuncular, mor ve ötesi şarkılarını seslendirirken canlı orkestra ile birlikte bir müzik şöleni sunuyor. Müzikalin izleyicilerine unutulmaz bir sahne deneyimi yaşatan bu yapım, seyirciyi hem müziğin nostaljik dünyasına taşıyor hem de görsel bir ziyafet sunuyor. Baran Bölükbaşı, Şifanur Gül, Reha Özcan ve Canan Ergüder gibi ünlü oyuncuların başrollerini paylaştığı müzikalde, Beyti Engin, Cem Güler, Yunus Emre Terzioğlu, Ece Yaşar, Ayşe Buse Özgel ve Ayşegül Aslan Öcal’ın da aralarında bulunduğu kalabalık bir oyuncu kadrosu sahne alıyor.

Sanat yönetmenliğini Ömer Fırat Köker’in üstlendiği ARAF, klasik bir müzik deneyiminin ötesine geçerek izleyicilere teatral bir yolculuk sunuyor. Sahneye konan her bir şarkı adeta bir hikaye anlatıyor; aşk, hayal kırıklığı, umut ve belirsizlik temaları ile örülen hikayeler izleyiciyi derin bir duygusal yolculuğa çıkarıyor. Mor ve ötesi şarkılarının nostaljik etkisini sinematik bir sahneleme ile harmanlayan müzikal, hem müzik hem de tiyatro severleri cezbeden yenilikçi bir performans vaat ediyor.




*Görsel, biletix resmi web sitesinden alınmıştır.

Anamnesis

Sanatçı Hakan Akçura, İzmir’deki ilk sergisi “Anamnesis” ile Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi’nde sanatseverlerle buluşuyor. 15 Aralık’a kadar ziyaret edilebilecek sergi, sanatçının geçen yıl İstanbul’da Karşı Sanat’ta sergilediği çalışmaları İzmir’e taşıyarak bir gezici sergi konseptine dönüştürme kararıyla öne çıkıyor. “Anamnesis” adını, tıp ve felsefede “geçmiş deneyimleri veya bilgileri geri çağırma” anlamına gelen Yunanca kökenli bu terimden alarak, belleğin derinliklerinde gezinen, yeniden hatırlanan ve düşünceye çağrılan konuları ele alıyor.

Sergide sekiz büyük boyutlu resim, yedi online görüşme kaydı ve bir performans videosu yer alıyor. Akçura, özellikle geçmiş yüzyılın acı olaylarına, kültürel mirasın kadim anlatılarına ve unutturulmaya yüz tutmuş kökenlere yeni bir bakış açısı getiriyor. Sanatçının eserlerinde, hem tarihsel hem de duygusal hafızanın izleri üzerinden bugüne yansıyan ortak sorgulamalar ve derinlikli tartışmalar dikkat çekiyor.

Sergide yer alan görüşme kayıtlarında Yaşar Kurt, Mahir Günşiray, Selen Uçer, Nazan Kesal, Tilbe Saran, Taner Ölmez ve Laçin Ceylan gibi sanatçılara, “her gerektiğinde nasıl ağlayabildikleri” sorusunu yönelterek, insanın kırılganlıklarını ve gücünü açığa çıkarmaya yönelik içsel bir keşif sunuyor. Akçura’nın kendi atölyesinde kaydettiği performansı ise karanlık bir dünyada ruhsal ve bedensel sınırlarımızın ne kadarını aşabileceğimize dair bir davet niteliğinde.





*Görsel, kultursanat.izmir.bel resmi web sayfasından alınmıştır.






Devamını Oku

06 Kasım, 2024

Ophelia’yı Kim Öldürdü?

Ophelia’yı Kim Öldürdü?

Hakkı Yüksel  |  Ed. Seda İstifciel

“Ben sahtekârım!

Samimiyetsizliğiyle tiksinenim haline.

Sahteliğiyle samimi olana hayranım.

Fark etmemeye hayranım.

İşte bu bir tiksinti.”


Türkiye’de 2024 yılının başından ekim ayına kadar 296 kadın cinayeti işlenirken bu sayıya ek olarak bu on aylık süreçte toplamda 184 kadın da şüpheli bir şekilde ölü bulundu.

Her şeyi bir kenara bırakıp kadın cinayetleri üzerine düşünmek ve tartışmak gerektiği yerde, sanki ortada popüler bir magazin malzemesi var gibi geleneksel ve sosyal medyanın da yardımı ile cinayet haberlerini önce metalaştırıyor, sömürüyor, sonra da her zaman yaptığımız gibi unutuveriyoruz. Belleksiz bir toplum olarak kasım ayında “dubai çikolatası”nı kadın meselesinden daha çok konuşuyor oluyoruz, ne yazık!.. Üstelik bu unutuş, hafıza-i beşerin nisyan ile malulünden öte patriyarkal sistemin bizi bile isteye attığı, boğmaya çalıştığı azgın bir nehir... Shakespeare’in bundan neredeyse dört buçuk asır öncesinde kaleme aldığı ünlü tragedyası Hamlet’te Ophelia’yı yutan nehir de işte bu nehrin aynısı.
Esra Tarhan’ın üzerine çokça şey yazılıp çizilmiş Ophelia’yı, günümüz politik konjonktürü içinde yeniden sahneye taşıması bu açıdan büyük bir önem arz etmekte. “Ophelia- Hamlet Complex” adı ile Ara Sahne’de sahnelenen oyun William Shakespeare’in klasik eseri Hamlet’in, Heiner Müller’in Hamlet Makinası katkısıyla sorgulanmasını performe ediyor.

Oyunda Hamlet, alışılageldik klasik dilinin dışında, biçimsel anlamda da var olan metne katkı sağlayacak dokunuşlarda bulunan yenilikçi, post-modern bir sanat diliyle sahneleniyor. Oyun her şeyin olup bittiği bir andan başlıyor. Hamlet, mezar taşının üzerine uzanmış her zamanki gibi kendi kendine kelimelere boğulurken, Ophelia beyaz bir çarşafın altında hareketsizce sahnenin orta yerinde yer alıyor. O kadar hareketsiz ki sahnenin ortasında yer almasına rağmen Ophelia’yı hemen fark etmiyoruz. “Fark edilemeyen”, yitip giden Ophelia’yı taşıyamayan nehir birden kusup gün yüzüne çıkarıyor. Ve olay örgüsü, parçalı bir anımsamalar silsilesi ile geriye doğru akıp yeniden gözden geçiriliyor. Bu bağlamda “Ophelia- Hamlet Complex”i Shakespeare’in Hamlet’inin bir yeniden yazımı olarak değerlendirmek mümkün. 

Kimdir bu Ophelia? Shakespeare’in trajik karakterlerinden biri. Hamlet’in biricik sevdiceği. Özellikle on dokuzuncu yüzyılda Romantik dönem sanatçılarıyla birlikte masumiyeti vurgulanan, ölümü Merritt, Delacroix, Redon gibi sayısız ressam tarafından tasvir edilen bir figür. Shakespeare’in metninde Ophelia’nın trajedisi şuradan ileri gelir: Babası öldürülür, sevgilisinin onu sevmediğini anlar, hatta sevdiği kişinin babasının katili olduğunu öğrenir, delirir ve sonunda intihar eder. Oysa bu olup bitenler Ophelia’yı sadece bir acıma nesnesi yapabilir. Onu böyle indirgemeci bir yerden okuduğumuzda melodramatik bir karakter haline getirip Romantiklerin yanılgısına düşeriz. Ophelia’nın ardında kaynak metnin de işaret ettiği daha derinlikli bir yapı olmalı. Daha derinlikli bir yapı olmalı ki yaklaşık dört yüz yıldır bizi etkileyen bir karakter olmasını anlamlandırabilelim. İşte Esra Tarhan’ın yönettiği, uyarladığı ve aynı zamanda Ophelia’yı canlandırdığı Ophelia- Hamlet Complex, Shakespeare’in kaynak metnine eleştirel bir gözle bakıp bu derinlikli yapıyı çözme derdinde olan bir oyun.

Ophelia, erkek egemen toplumun kodlarını kabul edip kaderine razı olabilir, çilekeş bir kadın olarak yaşamaya devam edebilirdi. Ancak bunu yapmak yerine gayet bireysel bir durum olan delirmeye ve sonrasında intihara kadar ilerleyebildi. Ophelia’nın olay örgüsü içindeki bu tutumu düşünülmeye değerdir. Daha doğrusu Ophelia’nın trajedisi bu sorgulamanın içinde yatmaktadır. Ophelia, erkek egemen toplumun çoklu mekanizmalarınca mahvedilmiş bir karakterdir. Ancak bu kabulle hareket etmek de Ophelia’nın bizi neden yıllardır böylesine büyülediğini açıklamakta yeterli olmaz. Zira tiyatro ya da tüm edebiyat tarihinin erkek hegemonyasındaki toplumun baskısına uğramış ne ilk ne de son karakteridir Ophelia. Büyük aşkından ötürü mağdur edilmiş ilk kadın da değildir. Bunların hiçbirinde Ophelia’nın neden bizi bu kadar büyülediğinin cevabı yoktur. Öyleyse Ophelia’nın ayırıcı özelliği nedir? Ophelia yirminci yüzyılda Batılı genç kadının ya da ergenlik çağındaki kızların yaşadıkları tipik zorlukların ve duygusal geçişlerinin simgesi haline gelmiştir. Patriyarkal toplum düzeninin kıskacında kendini ifade edemeyen, debelenerek toplum düzeninin kodları içinde kendi çığlığını başka yollarla atan, farklı şekillerde -dilin kendisinin de bizatihi eril olduğunu düşünürsek daha performatif yollarla- yeni ifade araçları geliştiren, histeriye ve nihayetinde bireysel bir başkaldırı şeklindeki intiharla eyleme geçen bir karakter olmuştur. Ophelia kaynak metinde ne hiçbir şeyi sorgulamadan kabul eden, zayıf karakterli, muhtaç bir tiptir ne de arsız bir isyankardır. Shakespeare’in müthiş dengesi içinde kendini geliştirir. 

Ophelia- Hamlet Complex, Ophelia karakterinin sorgulamasını ve kaynak metin eleştirisini şu soruların peşine düşerek yapıyor: Ophelia neden deliriyor, daha doğrusu nasıl oluyor da deliriyor? İdeolojik tahakkümün altında kıvranan bir kadın olarak, toplumsal cinsiyet rolünün gereğini yaparak neden yarasına tuz basıp kaderini kabullenmiyor? Ophelia’nın delirmesinin toplumsal- ekonomik bir temeli var mıdır? Biçimsel açıdan klasik kurguyu kırarak bu soruları kaynak metnin kendisine soran oyun, aynı zamanda seyirci için de bir tartışma alanı yaratıyor.  



Oyunda Ophelia’yı Esra Tarhan, Hamlet’i Evren Akyürek canlandırıyor. İki oyuncu da yüksek performanslı, şahane bir oyun çıkartıyorlar. Enerjileri oyun boyunca bir an olsun düşmüyor. Zaman zaman seyircinin alanına taşan oyun, oyuncuların seyircilerle göz göze gelmeleriyle birlikte alımlayıcının da dikkatini canlı tutmayı başarıyor. Karakterler bazen replikleri değiş tokuş ediyorlar. Oyuncular, kalabalık bir kadrosu bulunan Hamlet oyununun diğer karakterlerine de hayat veriyor. Oyuncuların sahne üzerinde birbirleri ile uyumu, bedenlerini başarılı şekilde kullanmaları, başarılı koreografileri göz dolduruyor. 

Selenay Fidan’ın yaptığı dekor tasarımı da oldukça başarılı. Minimalist bir sahne düzeni oluşturulmuş. Dekordaki tüm ayrıntılar, anlamlı göstergeler oluşturacak şekilde dizayn edilmiş. Ortada kayalık taşlar ve bir mezar, arka fonda sarkan beyaz fonlarla tamamlanmış. Fon bezlerinde hayaletler, Hamlet metninden cümleler kırık vitray camları ve karanlık atmosferi güçlendiren figürler kullanılmış. Oyun içinde Hamlet metninin olduğu kitabın açılıp okunması, sayfalarının yırtılması hem gerekli yabancılaştırma efektini sağlamak hem de oyunun amaçlarına hizmet eden anlamlı göstergeler oluşturmak açısından güzel teknikler olarak düşünülmüş. Final sahnesinde Ophelia’nın sular içindeki çırpınışıysa oyunun en vurucu anlarından biri. Ve dekorun bir sürprizi olarak seyirciyi şaşırtmayı başarmakta. Oyuncuların kostümleri kaynak metindeki karakterlere uygun şekilde, dönemsel formda tercih edilmiş. Kostümlerin sahne üzerinde çıkartılması da yine anlamlar üreten ve metnin amaçlarını destekleyen güzel tercihlerden. Oyun için Alpgiray Kelem’in hazırladığı çok başarılı ve oyuna davetkâr afişi içinde ayrıca bir parantez açmak gereklidir. Metnin ruhunu yansıtan güzel, dikkat çekici ve çarpıcı bir çalışma olmuş.

Oyun, belki Hamlet’i hiç okumamış biri için bir tık zorlayıcı olabilir. Ancak üzerine bunca şey yazılmış bir klasik olarak Hamlet hakkında sıfır bilgi sahibi olmak çok da mümkün değil gibi. 

Oyunun final sahnesinde daha feminist bir bakış açısıyla ve eleştirel bir noktadan Ophelia’nın konumlandırıldığı yeni yer, metne günümüzden, hatta günümüz Türkiye’sinden bir bakışın olduğunu da vurgulamakta. Shakespeare’i tanrısallaştıran tiyatro izleyicileri genelde bu yeni yorumlamalara mesafeli bir tavır almakta. Ancak kültleşmiş oyunların yeniden tekrarından ziyade yeni dille ve yeni bir biçimle sahnelenmesinin her zaman daha olumlu olduğunu düşünüyorum. 

Nasıl ki Ophelia’yı öldüren, kadın olmasına rağmen erkek egemen toplumu yansılayan Kraliçe’nin iddiası gibi “kırılan bir dal” ya da tek başına Hamlet, babası veya abisi değil topyekûn erkek egemen toplumun kendisiyse, ülkemizdeki kadın cinayetlerinin sorumluları da yalnızca katleden bireyler olamaz. O bireyleri yetiştiren toplum da suça ortaktır. Ve o toplum kültürel kodlarını sorgulamakla, kadınlarına özgür yaşam hakkı tanımakla mükelleftir. Yaşadıklarımızın etkisiyle, yaşadıklarımız içinden, sağlam bir dramaturgi ile sahnelenen bu oyunu kaçırmamanızı dilerim.

   


*Fotoğraflar “taksimarasahne” instagram hesabından alınmıştır. Son fotoğraf Wikipedia Ophelia maddesindendir. 


Devamını Oku

04 Kasım, 2024

Işık, Gölge ve Sır

Işık, Gölge ve Sır

Eda Çamlı  |  Ed. Seda İstifciel

Haftalık Sanat Haberleri (4 Kasım – 11 Kasım)

Bilinmeyen Neden

İrfan Önürmen’in “Bilinmeyen Neden” başlıklı kişisel sergisi, 3 Kasım itibarıyla Galata Rum Okulu’nda sanatseverlerle buluşuyor. C24 Gallery tarafından düzenlenen sergide, sanatçının yıllara yayılan yaratım sürecinde kullanmaya başladığı farklı malzeme ve tekniklerin bir aradalığı göze çarpıyor. Tülden kağıt kolajlara, beton çalışmalardan tuvale ve zımpara kağıdı gibi yeni malzemelere kadar uzanan bu zengin dağarcık, izleyiciyi görünen ve görünmeyen, somut ile soyut arasındaki bulanık sınırlarda geziniyor.

Önürmen, sergisine adını veren “Bilinmeyen Neden” kavramıyla, belirsizlikler ve çözülemeyen anlamlar üzerinden felsefi bir diyalog yaratıyor. Sergi boyunca, form, içerik ve temsiliyet ekseninde şekillenen işlerinde izleyiciyi kendi içsel sorgulamalarına yönlendiren sanatçı, varoluşsal bir bilinmezliği sanatsal bir ifade alanına dönüştürüyor. Kronolojik bir sıra takip etmeyen bu sergi kurgusu, hem eski hem de yeni işleri aynı zeminde buluşturarak izleyiciye yeniden yorumlama imkanı sunuyor.

Sanatçının, tül kullanarak yarattığı şeffaflık ve çok boyutluluk etkileri, boya çalışmalarında da dikkat çekerken, soyutun sınırlarını zorlayan figürler, ön planda yerini koruyor. Bu figürler zamanla parçalanıp belirsizleşirken, insanın merkezi bir politik ve düşünsel mesele olarak varlığını hissettirmesi Önürmen’in eserlerinde keskin bir şekilde ortaya çıkıyor. Her eseri, izleyiciyi içsel bir yolculuğa çıkmaya, sanatçının dünyasında yeni patikalar keşfetmeye davet ediyor.


*Görsel, artam resmi web sitesinden alınmıştır.

Işık. Gölge. Sahneler

Sanatçı Çağatay Odabaş, yedi yıl aradan sonra yeniden izleyici karşısına çıkıyor. Odabaş’ın 25 Aralık’a kadar Ruzy Gallery’de görülebilecek olan “Işık. Gölge. Sahneler” başlıklı kişisel sergisi, ziyaretçilerini zaman ve hayatın kırılganlığı üzerine bir düşünce yolculuğuna davet ediyor. Sanatçının, ışık ve gölgeyi ustaca işleyerek sinema ile resim arasında kurduğu paralellik, Caravaggio, Rembrandt ve Georges de La Tour gibi ustaların ışık oyunlarını çağrıştırıyor.

Odabaş, sergide mumu “zaman”ın bir metaforu olarak kullanarak, her yanışı benzersiz olan bu nesneyle insan yaşamının eşsizliğini vurguluyor. Eserlerinde mum ışığını baş kahraman olarak ele alan sanatçı, izleyiciyi sahnenin içine çekerek, onlara sinematik bir deneyim sunuyor. Film sahnelerini andıran kompozisyonlarıyla sergi, izleyiciye bir filmin ana karakteri olma hissini yaşatıyor.

Teknik açıdan bakıldığında, Odabaş’ın eserleri ekrana özgü dokularla sinematografik bir derinlik kazandırırken, yedi renk paletiyle uyguladığı yaklaşık 60 yeni eseriyle izleyiciye gerçekçi ve yoğun bir görsel deneyim sunuyor. Sergi süresince eserlere eklenen yeni çalışmalarla dinamik bir koleksiyon oluşturuluyor; Odabaş’ın sanatseverlere sunduğu bu evrende, her kare bir hikâyeye dönüşüyor. “Işık. Gölge. Sahneler” sergisi, sinema ve resmin buluştuğu, düşünceli ve dokunaklı bir görsel şölen olarak sanatseverlerin ilgisini bekliyor.

Görsel, ruzygallery resmi web sitesinden alınmıştır.


Enigmatic Couple Tales

Gülin Hayat Topdemir’in yeni sergisi Enigmatic Couple Tales, x-ist’in Gümüşsuyu’ndaki yeni mekânında sanatseverlerle buluşuyor. Topdemir, kadın ve toplum ilişkilerindeki travmatik deneyimleri lirik bir üslupla aktararak, izleyiciyi gerçekle hayal arasında bir dünyaya davet ediyor.

Victoria döneminin zarif estetiğinden ilham alan eserler, klasik sanatın büyüsünü çağdaş bir görsellikle yeniden yorumluyor. Sanatçının çiftler üzerinden kurduğu anlatılar, geçmişin nostaljik naifliğiyle bugünün tuhaf ve gerçeküstü imgelerini bir araya getiriyor. Doğa, hayvanlar ve insanla evren arasındaki bağı sorgulayan eserler, klasik dönemin simgesel dilini çağdaş sanat teknikleriyle buluşturuyor. Bu yönüyle sergi, anakronik unsurlarla “steam punk” estetiğinin birleştiği bir anlatı sunuyor.

Topdemir’in her eserinde klasik dönemin bir yankısı duyulurken, dijital çağın etkileri ve gerçeküstü imgeler de öne çıkıyor. Sanatçının klasik sanata olan saygısını çağdaş bakış açısıyla yansıttığı Enigmatic Couple Tales sergisi, 16 Kasım’a kadar x-ist’te ziyaret edilebilir.

Devamını Oku

30 Ekim, 2024

Gündelik Nesnelere Ruh Kazandırmak: OMM’un “Ehlikeyf” Sergisi

Gündelik Nesnelere Ruh Kazandırmak: OMM’un “Ehlikeyf” Sergisi

Orhun Atmış  |  Ed. Seda İstifciel


Bir takıntı türü müdür bilinmez, bazı insanlar bazı eşyalara, kumaşlara, yüzeylere dokunma isteğiyle dolup taşar. Hatta bir sergideki tabloya, heykele dokunmamak için kendisiyle mücadele eden insanlar tanıyorum. Uyarımız bu tür bir obsesyonu olanlara... Eskişehir’deki Odunpazarı Modern Müze’de geçen ay açılan “Ehlikeyif” sergisi sizi oldukça zorlayacak ama hem görsel hem zihinsel olarak çok keyif alacaksınız. 

Neden mi bunları söylüyorum? Çünkü “Ehlikeyif” içinde doğanın unsurlarını barındıran (Modern dünyada Bauhaus ve türevlerinin modern mobilyalar üzerindeki etkilerine rağmen), alışılmadık ve eğlenceli mobilya tasarımlarını bir araya getiriyor. OMM’nin beşinci yılını kutladığı ve küratörlüğünü İdil Tabanca’nın üstlendiği sergi resim, heykel, yerleştirme ve mobilya tasarımı disiplinlerinde geleneksel sınırları aşan uluslararası sanatçı ve tasarımcıları bir araya getiriyor. Sergi, form ve işlev arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlıyor.

Türkiye’de örneği az

Türkiye’de çok fazla gündeme gelmeyen, çok az örneğini gördüğümüz tasarım üzerine bir sergi “Ehlikeyif”. Eserlerin çoğunluğu genç sanatçılara ait, birkaç daha deneyimli ismin eserleri de sergide yer alıyor. Teknolojinin yol açtığı hasar, nüfus yoğunluğu, iklim değişikliği ve salgınlar, sade zamanlara duyulan kolektif bir açlık yaratırken postmodern çağda doğaya ve doğanın içindeki karmaşık yaratıklara duyulan özlem bu serginin temel temasını oluşturuyor.

21. yüzyılda, doğanın hiç olmadığı kadar uzak hissedildiği bir dönemde, “Ehlikeyif” sergisi, doğanın kentsel hayatlarımıza tekrar girmesi için alan açan yapıtları inceliyor. Sanatçılar, yapıtlarına doğadan unsurlar ve insani nitelikler katarak bugüne kadar sadece işlevselliğiyle ilgilendiğimiz nesnelere ruh kazandırıyor.

Tabiat Ana ile işbirliği...

Eserlerden bazılarına oturmak, bazılarında uyumak istemek işten bile değil. Örneğin eserlerden bir kısmı insana “Taş Devri (The Flintstones)” çizgi filmini hatırlatıyor. Mamali Shafahi’nin “Sandalye” eseri oturmak hatta uzanıp televizyon izlemek isteyeceğiniz türden. Misha Kahn’ın anlamlı ve görsel açıdan da etkileyici eseri ise soyut olarak “organik” olan birtakım formları, masanın ayakta durmasını sağlayan ayaklar haline getirmiş. Gaetano Pesce’nin reçineden ürettiği sandalye ise buzdan yapılmış hissi yaratıyor. Audrey Large’ın üç boyutlu yazıcıyla ürettiği “MetaVase” ise gotik detaylarıyla ilgi çekici. Hannah Levy ise eserinde toplumun güzellik algılarına gönderme yapıyor. Chris-Wolston’un “Magdalena Bitki Sandalyesi” eseri de “Taş Devri”ni andıranlardan, eser üzerinde bulunan desenler sanatçının kendi el izleri.

Ham ahşap, pürüzlü kaya ve toprak gibi doğal unsurları kullanarak Tabiat Ana ile işbirliğinde olan sanatçıların yanı sıra karadaki hayatın özünü oluşturan çeşitli unsurları bir araya getiren sanatçıların eserleri sergide sanatseverlerle buluşuyor. 

Sergi, doğada rüzgâr, yağmur, ısı ve zamanın birer heykeltıraş olduğunu vurguluyor. Çağdaş yaşam tarzlarına uyumlu hale getirilmiş doğanın cevherlerinin insan dünyasının inşasında oynadığı önderlik rolüne bir övgü niteliğinde. “Ehlikeyif”, 20 Temmuz 2025’e kadar OMM - Odunpazarı Modern Müze’de görülebilir. 

Sergide yer alan sanatçılar

Seçkide yer alan sanatçılar ve tasarımcılar arasında Ahmet Doğu İpek, Andrea Branzi, Audrey Large, Barbora Žilinskaitė, Batten and Kamp, Bertrand Fompeyrine, Charlotte Kingsnorth, Chris Wolston, Elissa Lacoste, Studio Klarenbeek & Dros, Faye Hadfield, Gaetano Pesce, Guido Casaretto, Guillermo Santomà, Hannah Levy, Karl Monies, Linde Freya Tangelder, Mamali Shafahi, Marc Quinn, Max Lamb, Melih Çebi, Mesut Öztürk, Misha Kahn, Odd Matter, Roman Babakhanian, Saelia Aparicio, Schimmel & Schweikle, Serban Ionescu, Sigve Knutson, Slavs & Tatars, Studio EO, Studio Yellowdot, Süper Normal, Thomas Barger, touche-touche, VAUST, Wang & Söderström, Willem Van Hoff yer alı


Devamını Oku

28 Ekim, 2024

Sanatın İhtişamı: Ritim ve Renk Buluşması

Sanatın İhtişamı: Ritim ve Renk Buluşması

Eda Çamlı  |  Ed. Seda İstifciel

Haftalık Sanat Haberleri (28 Ekim – 4 Kasım)

Bizans’a Yelken Açmak    

İstanbul’un tarihi atmosferinde sanatla buluşan Zeyrek Çinili Hamam, 24 Ekim’de açılışı yapılan "Alekos Fassianos: Bizans’a Yelken Açmak" sergisine ev sahipliği yapıyor. 31 Aralık’a kadar ziyaret edilebilecek olan sergi, Yunan sanatçı Alekos Fassianos’un (1935-2022) İstanbul’a özgü beş eserinin dünya prömiyerine sahne oluyor.

Fassianos, antik dönem ve modernizmi harmanlayan özgün tarzıyla tanınan bir sanatçı. Resim, seramik, tasarım ve mimari gibi çeşitli disiplinlerde eserler üreten sanatçının canlı renkleri ve akıcı çizgileri, gündelik yaşamı mitolojik bir anlatıya dönüştürüyor.

Serginin küratörlüğünü üstlenen Anlam de Coster, William Butler Yeats’in “Bizans’a Yelken Açmak” adlı şiirinden ilham alarak eserler ile hamamın çok katmanlı mirası arasında bir diyalog kuruyor. Yeats’in Bizans’ı, ruhani ve sanatsal ölümsüzlüğün sembolü olarak derin bir öneme sahip; bu da sergiyi daha anlamlı kılıyor.

Sergi, tarihi bir şehre yapılan fiziksel yolculuğun yanı sıra, içsel keşif ve bilgeliğe yönelen bir yolculuğu da simgeliyor. Bizans, sanatın ve ruhsal tatminin yanı sıra, fani dünyanın ötesine geçme arayışının güçlü bir sembolü olarak öne çıkıyor. Ziyaretçiler, bu mistik deneyimle birlikte sanatın derinliklerine inmeye davet ediliyor


*Görsel, İstanbul Modern resmi web sitesinden alınmıştır.

Direnişin Estetik İfadesi

Gözde Tolan’ın liderliğindeki "Cansiparane" sergisi, 20 Kasım - 21 Aralık tarihleri arasında 42 Maslak’taki Gama Gallery’de sanatseverlerle buluşacak. 15 sanatçının katılımıyla gerçekleştirilen bu kolektif sanat projesi, Dominik Cumhuriyeti’nde özgürlük ve eşitlik mücadelesinin sembolü Mirabal Kardeşler’e ithaf edilen 25 eserden oluşuyor.

Sergide, kelebeklerin zarif formlarını yansıtan eserler, kadına yönelik şiddet ve insan hakları ihlallerine karşı direnişi simgeliyor. Eserler, bireysel ve kolektif direnişin gücünü estetik bir dille bir araya getirirken, kadınların toplumsal değişim ve mücadeledeki rollerine dikkat çekiyor.

Sanatçılar, çağdaş mozaik sanatının sınırlarını zorlayarak seramik, cam, çini, porselen, doğal taş, kumaş ve çiçek gibi çeşitli materyaller kullanıyor. Her eser, zamanın izlerini ve mücadelelerin çok katmanlı yapısını yansıtarak, izleyicileri değişime dair düşünmeye yönlendiriyor.

"Cansiparane" sergisi, toplumsal hafızanın derinliklerine bir yolculuk sunarak, izleyicilere sanatsal bir deneyim ve sosyal meselelere dair derinlemesine bir bakış açısı kazandırmayı amaçlıyor.



MIX Festival

Müzikseverlerin sabırsızlıkla beklediği MIX Festival, %100 Müzik katkılarıyla 2-3 Kasım tarihlerinde şehre dönüyor. Bu yıl, 2024 edisyonuyla zengin bir program sunan festival, dikkat çekici sanatçılarla dolu bir line-up ile karşımıza çıkıyor.

Amsterdam merkezli Türk psychedelic rock grubu Altın Gün, canlı performanslarıyla Digitalism, atmosferik melodileriyle Local Natives, ve folk müzik tutkunlarının beğenisini kazanan Milky Chance gibi isimler festivalin öne çıkan sanatçıları arasında. Ayrıca, 2000’den bu yana dinleyicilere huzur veren Starsailor ve karanlık melodileriyle Trentemøller de festivalde sahne alacak.

MIX Festival, sürprizlerle dolu programında Balthvs’un psychedelic funk ritimleri, Bedük, Catching Flies, Cem Yıldız, Hissikablelvuku, Lucky Love, Monday in Neptune (Live), Σtella, Temples ve Yīn Yīn gibi isimleri de barındırıyor.

Bu çeşitlilik, festivalin her müzik zevkine hitap eden yapısını güçlendiriyor. Müzik tutkunlarını unutulmaz bir deneyim bekliyor. MIX Festival’i kaçırmayın; 2-3 Kasım tarihlerinde Zorlu PSM'deki yerinizi alın!


Devamını Oku