Elif Eda ile Sinema Üzerine
Kumru Yaren Cengiz | Ed. Seda İstifciel
Yönetmen, senarist, yazar Elif Eda ile sinema, hayat, sektör zorlukları üzerine bir sohbet gerçekleştirdik. Disiplinlerarası çalışmalarıyla ve hem hayata hem işlerine dair bakış açısındaki farklılıklarla dikkat çeken Elif Eda’nın neler yaptığını konuşma fırsatımız oldu. Öcüler, Boşluk, Jülide, Pasajlar, Süt Çiftliği projelerini ve hali hazırda TRT 2’de sunmakta olduğu olduğu Sinema+ programının nasıl gittiğini konuştuk. Keyifli okumalar dilerim.
Kumru Yaren Cengiz: Zaten bir süredir tanışıyoruz; özellikle sosyal medya üzerinden. Uzun uzun sohbetimiz olmadı ama birbirimizi görüyor, neler yaptığımızı takip ediyoruz. Seni ilk olarak "Boşluk" filmiyle tanımıştım. Boğaziçi Film Festivali'ydi sanırım, pandemi öncesiydi. Orada izledikten sonra seni takip etmeye başladım. Sonrasında diğer işlerini de gördüm. Neler yaptığını az çok biliyorum ama senden duymak istiyorum. Eğitimini, kendini nasıl tanımladığını anlatır mısın?
Elif Eda: Ben lisans eğitimimde psikoloji ve sosyoloji okudum. Sonrasında yüksek lisansımı bilişsel psikoloji alanında yaptım. Daha sonra evlendim ve bir yıl kadar burada kaldıktan sonra Amerika’ya gidip sinema okumaya karar verdim. En sonunda NYU (New York Üniversitesi) Tisch School of Arts’a kabul aldım. Orada yaklaşık 5 yıl süren bir MFA sürecim oldu. Mezuniyet tezim için uzun metraj bir senaryo yazarak programı tamamladım. O esnada anne oldum, bir kızım oldu. Türkiye’ye döndüğümde kızım bir buçuk yaşındaydı.
Türkiye’ye dönmek benim için zor bir süreç oldu. NYU’da okurken bir sinema çevresi edinmiştim ve okulun yakınında olmak pek çok imkân sağlıyordu. Ancak buraya döndüğümde işler pek istediğim gibi gitmedi. Döner dönmez senaryo yazım dersleri vermeye başladım ve bu süreç yaklaşık 10 yıldır devam ediyor.
İlk projem “Öcüler” oldu, bir YouTube dizisiydi. O zamanlar “Adana Sıfır Bir” varmış, haberdar değildim ama genel olarak başka böyle işler pek yoktu. Proje iyi gidiyordu ama kişisel olarak zor bir dönemden geçiyordum. Uzun yıllardır mücadele ettiğim depresyonum ağırlaştı. Belki farkında olmadığımız bir postpartum depresyon da etkili olmuş olabilir. Evlilik sürecim de pek yolunda gitmiyordu. Bu yüzden “Öcüler”e devam edemedim ama senaryo dersleri vermeyi hiç bırakmadım. Bu dersler, hayatla bağımı koparmamı engelleyen şeylerden biri oldu. Öğrencilerimi hep çok sevdim ve eğitmenliği de severek yaptım.
Boşanma sürecinde “Boşluk” filmini çektim. Bu film beni yeniden hayata bağladı. Film, birçok festivalde gösterildi ve güzel geri dönüşler aldım. Pandemi öncesinde Türkiye’deki ilk VR (virtual reality) video art işlerinden birini yaptım ama pandemi patlayınca proje pek ses getiremedi, mâlum VR gözlük hijyen kurallarını zorlayan bir şey. Pandemiden sonra “Jülide”yi çektim ve o süreçte ilk uzun metraj senaryom olan “Süt Çiftliği” ile uğraşıyordum. Yaklaşık bir buçuk yıl önce de Süt Çiftliğinin çekimleri tamamlandı. Şimdi onun festival yolculuğunun başlamasını bekliyorum.
Bu arada TRT 2’de “Sinema+” programını sunmaya başladım. Şimdilik böyle gidiyor. Kendimi nasıl tanımlıyorum diye sorarsan… Aslında tanımlayamıyorum. Sadece “varım” diyebiliyorum. Hayatın içindeyim ve devam ediyorum.
“Hayatın her alanında her bir yeni rolle mücadele eden biriyim” diyebilirim. Mesela ‘anne’ desem, zihnimde hemen başka bir şey beliriyor. Ben varım, kızım var ve anlamaya çalıştığım şeyler var. Yaşım 100 olmuş gibi hissediyorum ama hâlâ kendime bir tanım bulabilmiş değilim. Ne zaman bir tanım bulsam, onun bir şekilde yıkıldığını gördüm.
Pandemi öncesinde başörtülü bir kadındım. Karantina bittiğinde artık başımı örtmüyordum. Kendimi bu şekilde mi tanımlamalıyım?
Kumru Yaren Cengiz:Açıkçası, bir tanım aramıyoruz bence. “Varım” diyebilmek, başlı başına dolu bir tanım gibi geliyor bana. Tercihlerimiz, o an neyi seçiyorsak, yanımızda aksesuar gibi geliyor. Hayatı anlamaya çalıştığım yerden bakınca, bu bana daha anlamlı geliyor.
Elif Eda: Özellikle Türkiye gibi politik olarak kafası karışık, fanatizme yakın ülkelerde bu tanımlar hep ayağımıza dolanıyor. 28 Şubat sürecinde gençliğimi başörtülü geçirdim. Kendimi anlamaya çalışmam gereken o dönemde, sürekli bana karşı duran ve beni anlamadığını hissettiğim insanlarla uğraşmak zorunda kaldım. Bu, tam bir zaman kaybıydı.
Şimdi ise, insanlar bana tanımlarla geldiğinde, sadece “Yok, ben öyle biri değilim. Ben sadece varım” diyebiliyorum. Baş edebildiğim kadar bununla baş ediyorum. Baş edemezlerse de “Sen bilirsin” deyip geçiyorum.
Kumru Yaren Cengiz: Çok güzel anlattın. Şimdi biraz işlerinden konuşmak istiyorum. Özellikle "Öcüler" üzerine. Dönemi için çok yenilikçi bir işti. Şimdi baktığımızda, benzer işler görüyoruz ama o zamanlar böyle bir şey yoktu. Belki de bu yüzden bu kadar ilgi gördü. “Öcüler’in devamı gelecek mi?” gibi sana sorulan sorular benim bile karşıma çıkıyordu. Seni bu projeye yönlendiren şey neydi? Öcüler nasıl doğdu, nasıl gelişti? Bu süreçte karşılaştığın zorluklar nelerdi?
Elif Eda: Yüksel Aksu’nun “Dondurmam Gaymak” filmindeki repliği hatırlıyorum: “Her şey bir cinnete bakar.” İşte “Öcüler” de benim için biraz böyleydi. Konuya gelirsek, “Öcüler” iki kadın karakterin, yani aslında iki “kaybeden” diyebileceğimiz başörtülü kadının absürt ama sıradan maceralarını anlatıyor. “Loser” diyoruz ama aslında hepimiz ortalama insanlarız. İzlemeyenler “loser” kelimesini daha farklı yorumlayabilir ama o kadar da basit değil.
Birincisi, dediğim gibi, ben 28 Şubat’ı başörtülü geçirmiş bir kadınım. Ta pandemi dönemine kadar, bundan üç yıl öncesine kadar başörtülüyüm. Ancak bu kimliğin tartışılma biçimini sevmiyorum. İnsanların üzerine yapıştırılan bu tür etiketlerden hoşlanmıyorum. Başörtülü kadınlar ne “melek” ne de “öcü”. İnsanlar arasında bu tür tek boyutlu yaklaşımları anlayamıyorum.
Ben psikoloji okudum, İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde burslu olarak eğitim aldım. O dönemde, hocalarımızın da olduğu bir ortamda, başörtülü kadınlar için “öcüler” diye bir ifade kullanılmıştı. Bunu yıllar sonra düşünürken dedim ki: “Neden bu ismi sahiplenmeyeyim ki?” Öcüysek öcüyüzdür. Bu fikirle, daha protest bir yerden yola çıkarak bir üretim yapmak istedim. Zaten o dönem işlerime de bu tavır yansıdı.
Hatta birinci bölüm, bir başörtülü kadının küfür etmesiyle başlıyordu ve bu çok büyük olay oldu. Muhafazakâr kesim arasında bu çok tartışıldı: “Başörtülü kadın küfreder mi?” Öteki taraftan, kendilerini nasıl tanımladıklarını bilmediğim bazı insanlar, “Siz absürt komedi mi yapıyorsunuz? Oralara mı geldiniz?” gibi yorumlar yaptı. Ancak aldığım bu tepkilerden, protest bir duruş sergilemiş olduğumu anlıyorum.
Fonlama konusunda gelirsek. O dönemde senaryo dersleri veriyordum, diyelim ki aylık 2.000 TL gibi bir gelir elde ediyordum. Toplamda 2.000 TL’ye iki bölüm çektim. Çok amatör bir işti, farkındasındır. Prodüksiyon anlamında bütçem çok sınırlıydı. Ama şanslıydım… Şu açıdan. Oyuncularım, profesyonel aktör ya da amatör fark etmeksizin, bu projeyi sevdikleri için tamamen gönüllü olarak çalıştılar. Görüntü yönetmenim Ayşenur, kendi ekipmanlarıyla projeyi destekledi. Kamera ekibi ve diğer arkadaşlar da aynı şekilde gönüllüydü. Ses ve ışık ekipmanlarını kiralamak gerektiğinde ise bir şekilde bütçeyi toparladım. Yani tüm ekip projeye gönülden bağlandı ve bu işin içinde yer aldı. Bu açıdan her biri projenin yatırımcı yapımcılarıydı.
Bu amatörlük içinde, aslında bir yandan da sektörel çevreye karşı kendi protest duruşumu sergiledim. Türkiye’ye döndüğümde, yönetmen olmak isteyen bir kadın olarak bir çevreye dahil olabilmek çok zordu. Yazdığım bir senaryoyu yönetmek istediğimi söylediğimde, bir yapımcı “Ha bi de yönetecek misin?” diye böyle garabet bir tepki vermişti. Kadın olmam ve bu sektörde kimlik politikalarının etkisiyle, sürekli kendimi kanıtlamam gerekti. Ama bunu başkalarının desteğini beklemeden, kendimce bir alan yaratarak yapmayı tercih ettim.
İlk iki bölümün kurgusunu Çağrı yaptı. Birlikte de çalıştık. Ancak sonraki bölümlerin kurgusunu da kendim yaptım. Zaten Tisch’de aldığımız eğitim bunların hepsini kapsıyordu. Amacım, elimde ne varsa onunla üretmekti. Sadece başkalarından destek beklemek yerine, kendi olanaklarımı zorlayarak bir şeyler yapmayı tercih ettim.
Oyuncularımdan yana çok şanslıydım. Her biri gönüllüydü ve projenin devam etmesini istiyorlardı. Ama sonrası gelmedi. Bunun biraz da benimle ilgili olduğunu düşünüyorum. İçimden bir şey protesto etmek geliyor, bunu yapıyorum. Ama sonra bir çöküş evresine giriyorum. O depresyon dönemlerinde, üretim duruyor. Belki de her şeyin bir miadı var. Bir iş belli bir noktaya kadar yapılır ve sonra başka projelere geçilir. Bazen kendime böyle teselli buluyorum. Ama yaş ilerledikçe ve Türkiye’nin, hatta dünyanın ekonomik anlamda zorlaşan durumunu gördükçe, o mücadeleci tavrımı yitirdiğimi fark ediyorum. Bu beni korkutuyor.
Mesela o işte iki başörtülü kadını merkez alarak yazdığım hikaye, aslında başörtüsü meselesinden çok daha fazlasını anlatıyordu. Bu kadınların yaşadığı olaylar, aslında absürdün en uç noktasında. Gerçeklik kırılıyor ve biz onların kafalarının içinden geçen hikayelere tanık oluyoruz. Protesto ettiğim şey, bir insanın üzerine bir kimlik yapıştırıldığında, onun insan olarak görülmemesi. İnsanları tek boyutlu bir şeye indirgenmesi… İşte o hikaye de bunu gösteriyor. Başörtülü kadınlar da düğünlerden sıkılabiliyor, saçmalıyor, hediye seçmekte zorlanıyor. Minibüs şoförüne sinirleniyorlar. Yani herkes gibi yaşıyorlar.
Bugün “Gibi”deki karakterlere kimlik yapıştırmaya çalışmıyoruz, değil mi? Çünkü beyaz erkeklik, zaten yeterince görünür bir yerde. Ama başörtülü bir karakter olunca, anında kimlik tartışması başlıyor. İşte bu durumu boşa düşüren bir iş yapmak istemiştim.
Kumru Yaren Cengiz: Senin tüm işlerinde benim gördüğüm şöyle bir şey var, aslında senin karakterinle de çok bağlantılı ve çok mantıklı. Tüm işlerinde, dediğim gibi, o felsefe yapma hali var. Bu, böyle çiğ bir ifade gibi gelebilir ama karakterlerin iç dünyası, kendi içlerindeki soru işaretleri ve anlam arayışları hep hikayenin ortasında duruyor. Boşluk da tam olarak böyleydi. İki insan, birbiri üzerinde bir anlam arayışında. Birbirleriyle bazı boşlukları doldurmaya çalışıyorlar. Aslında çok yabancılar ama bir o kadar da tanıdıklar birbirlerine. Birbirlerinin yerlerini dolduruyorlar gibi.
Mesela hayata dair bazı şeyler ve replikler benim çok ilgimi çekmişti. Şu vardı mesela: “Bu dünyanın sonunun gelmesi iyi bir şey mi?” dediğinde, kurye olan karakter; kadının “Allah’a kavuşmak istemez misin?” demesi... Orada, inançlı bir karaktere dair çok tatlı bir detay vardı bence. Çünkü o replik, insanın çaresizliğini ve aslında ne kadar çelişkilerle dolu bir varlık olduğunu gösteriyor. Adam inançlı; cumaya yetişmeye çalışıyor. Ama aynı zamanda ölümden de korkuyor. Ölmekten korkuyorsun çünkü insansın sonuçta. Ayşecan da çok iyi bir oyuncuydu. Daha sonra Jülide için de benzer sorgulamaları gördüm. Orada da yaşam, ölüm ve ahiret gibi sorgulamalar vardı. Ama benim için mesele hep şu: Sadece inanç üzerinden değil, genel olarak bir sorgulama meselesi var senin işlerinde .
Elif Eda: Mesela “Ben neye tutkunum?” diye düşündüğümde, bunu bile sorguluyorum. Düşünsene, biri bana “Sinemaya tutkun musun?” diye soruyor; sinema yapıyorum ama “Evet” diyemiyorum. Başkası “Edebiyata tutkunum” diyor ya da bir şeylere bağlanıyor. En basitinden, Zeynep’le birlikte hayatıma giren annelerden biri vardı. Mesela bir kadın arabaya tutkun, araba sahibi olmayı çok istiyor. Tamam, güzel. Ama ben neye tutkunum diye düşündüğümde şunu fark ettim: Çocukluğumdan beri hep “Bana bu hayatın gerçeğini göster Allah’ım” diye dua eden biriyim. Küçükken bunu böyle diyordum. Sonra cümlelerim değişti, “Şeylerin hakikatini göster” demeye başladım. Daha sonra, Heidegger ile ortaklaştığımızın farkında olmadan “Allah’ım, benden muradın nedir, kastın nedir?” demeye başladım. Evet, benim tutkum hep anlam. Anlamak, kavramak... Bu benim için çok coşkulu bir şey. Anlayamıyor ya da kavrayamıyor olsam bile bir şeyin peşinden gitmek, bir anlamın ya da sorunun peşinden gitmek beni canlı tutuyor.
Geçenlerde Tarkovski’nin bir kitabını okuyordum. Mühürlenmiş Zaman sanırım... Orada işte bir şiiri alıntılıyor, muhtemelen babasının şiiri… Hemen şunu anlamak istedim: Acaba doğru mu çevirdiler? O şiirin Rusçasını buldum, Rusça bilen birine ulaşmaya çalıştım falan. Yani, bu sorunun peşinden gitmek bile benim için tutkulu bir şey. Dolayısıyla, karakterlerin sürekli kendi içlerinde doğrularına ya da şüphelerine takılmaları çok anlaşılabilir geliyor bana. Çünkü yazdığımız ya da yarattığımız şey, neyse artık, kendimizden bir parça taşıyor.
Hayatıma baktığımda da maalesef hiçbir yere tam anlamıyla ait olamadığımı fark ediyorum. Annem İzmirli, babam Bingöllü. Annem subay kızı, babam ise neredeyse şeyh diyebileceğimiz bir babanın oğlu. Lisedeyken başımı örttüm ama seküler bir okuldaydım. Arkadaşlarımın çoğu ya ateistti ya deist. Üniversite keza aynı şekilde. Kendimi hep ayrıksı hissettim. Tek bir yere, tek bir gruba hiç ait olamadım. Her yaptığımı sorgulayarak yaşadım. Çocukken bile öyleydim.
Evet, benim ilk tepkim hep sormak oldu. Anlatabiliyor muyum? Buna rağmen, bazen o sorgulayan tarafımı susturduğumu fark ediyorum. Hayat bir yerde sana diyor ki “Uyumlu olmalısın.” Ben de o sorgulayan tarafımı bastırıp uyum sağlamaya çalıştım. Şimdi dönüp bakıyorum da, keşke şüpheci yanımı daha çok dinleseydim. Keşke daha çok karakterlerim gibi olsaymışım.
Kumru Yaren Cengiz: Mesela Boşluk tam olarak bir oyun içinde oyun işi...
Elif Eda: Gerçekliği kırmayı, eğip bükmeyi seviyorum. Çok heyecanlı bir şey bu. Keşke ben de biraz daha o tarz bir oyunbaz olsaydım.
Kumru Yaren Cengiz: Çok teknik detaylara bu sohbette girmeyelim diyorum. Daha çok anlam üzerine konuşuyoruz. Ama yine de Boşluk, Jülide ve hatta Süt Çiftliği hakkında sormak istediğim bazı şeyler var. Mesela, teknik açıdan Boşluk ve Jülide süreci senin için nasıldı? Zor muydu? Ayrıca Süt Çiftliği de çok ilgimi çekiyor. Hem nasıl bir film hem de festival süreciyle ilgili bir şeyler belli mi?
Elif Eda: Nereden başlayayım... Boşluk ve Jülide de bütçeleri kısıtlı filmlerdi. Mesela Boşlukta yapımcımız Enes belli bir para koydu, Jülide’de ise yine Enes’le birlikte küçük bir bütçeyi bir araya getirdik. Ama çok küçük paralardan bahsediyoruz. Bu yüzden yine her şey ucu ucuna yetişti. Teknik açıdan baktığımda, iki filmde de eksikleri ve kusurları görebiliyorum. “Aman Allah’ım, mükemmel filmler yaptım!” dediğim işler değil.
İlginçtir, aynı zorlukları Süt Çiftliğinde de yaşadık. Film bakanlıktan ilk film desteği aldı, 12 Punto’dan ortak yapım desteği de geldi. Ama pandemi sonrası döneme denk geldiğimiz için desteklerde düşüş yaşandı. Üstelik içinde ineklerin olduğu, çiftlikte geçen, çocuk oyuncuların yer aldığı bir uzun metraj filmi, 90 sayfalık bir senaryoyu, 3 haftada çekmek zorunda kaldık. Çok zordu. Normalde 4-4.5 hafta bile az olurdu böyle bir yapım için. Mesela çocuk oyuncular var; gecenin bir vakti ormandasın, ineklerle çekim yapıyorsun ve bir bakıyorsun çocuk oyuncunun performansı provalardaki gibi değil. Çocuk çünkü gibi duygularını düzenleme kapasitesi yetişkin insan gibi değil… Görüyorsun ki performansı düşüyor. Böyle bir durumda “Seti paydos ediyoruz, yarın devam ederiz” diyebilmek lazım. Ama öyle bir lüksümüz yoktu. Süreyi uzatamıyorsun, hemen çözüm bulman gerekiyor. Mesela yakın çekim almak yerine, uzun bir çekimle işi toparlamaya çalışıyorsun. Bu da teknik bir fedakarlık aslında. Bu noktada çocuk oyuncularımın sergilediği inanılmaz olgun tavrı anmasam olmaz ve ailelerinin fedakarlıkları… Hepsine minnettarım.
Ayrıca ekibim gerçekten muhteşemdi. Şartlar çok zordu ama herkes inanılmaz özveriliydi. Boşlukta Ayşenur’la çalışmıştım görüntü yönetmeni olarak. Jülide’de Orçunla ve Süt Çiftliğinde ise Emre ile çalıştık. Ama her biri işine çok bağlıydı. Emre benden daha çok sahiplenmiş olabilir Süt Çiftliğini. Bazen ormanda, yağmurun altında çalışırken ekibin özverisini görüp duygulanıyordum. “Bu insanlar neden bu kadar tatlı çalışıyorlar?” diye düşünüyordum. Çünkü herkes zorluklara rağmen işini yapmanın ötesine geçiyordu. Bu da sinemayı benim için hâlâ insanlığa dair inancımı pekiştiren bir mecra yapıyor. Tabii bu, kiminle çalışmayı tercih ettiğinle de ilgili bir şey.
Bizim sette en temel kurallarımdan biri, herkesin birbiriyle saygı çerçevesinde iletişim kurmasıydı. Özellikle ses yükselmesini asla kabul etmiyorum. Çünkü birine bağırmak, onu kendinden daha aşağı bir yerde konumlandırmaktır. Benim için herkes kendi yerini doldurur ve bu yer eşit derecede önemlidir. İşte bu, birlikte yaratmanın gücünü hissettiğim ve sette olmayı sevmemi sağlayan şeylerden biri. Burada bir parantez açıp Süt Çiftliğinde çok severek birlikte çalıştığımız ışık şefimiz Ceyhun Parlak’ı anmak istiyorum. Maalesef geçen sene kaybettik kendisini. Hepimiz çok üzüldük. Zorlu şartlarda bir arada uzun süre çalışmak aile gibi yapıyor insanı bir yandan da… Onu bu vesileyle anmış olmak isterim.
Devam edersek… Özellikle kısa filme göre uzun metrajda bu kadar zor prodüksiyon şartlarında çalışmak bambaşka bir deneyim. İki-üç gün süren bir kısa filmi idare etmek başka bir şey, her gün yeni bir sorunla karşılaşıp üç hafta boyunca seti devam ettirmek bambaşka. Bu süreç gerçekten çok yıpratıcıydı. Süt Çiftliği çekimlerinden sonra yaklaşık bir ay kadar ciddi anlamda yatalak gibi oldum. Sırtımda çok tuhaf ağrılar başladı, hareket ettikçe sanki bıçak saplanıyor gibiydi. Muhtemelen psikosomatik bir durumdu ama yine de çok tüketiciydi.
Kumru Yaren Cengiz: Tüm bu zorluklara rağmen senin için öğretici olmuş gibi duruyor.
Elif Eda: Evet, kesinlikle öyle. Karşılaştığım sorunları farklı açılardan çözmeye çalışmak, neyi sevdiğimi ve sevmediğimi, neyi tercih ettiğimi ve etmediğimi görmemi sağladı. Bütün bu teknik kısımları geride bıraktığımda ise ortaya çıkan şey sonuçta benim ilk uzun metraj filmim, ilk göz ağrım. Daha tatlı şartlarda çekebilmeyi isterdim ama olmadı. Ayrıca tabi gençliğimden beri çok sevdiğim muhteşem bir oyuncuyla çalışma şansı da verdi bana Süt Çiftliği… Derya Alaborayla çalıştık. Benim için çok zenginleştirici bir deneyim oldu. Her bir oyuncumun varlığına şükran duyuyorum. Şimdi festival yolculuğu başlıyor. Tabii pek çok festivalin başvuru tarihini kaçırdık, çünkü film daha yeni toparlandı, rengi ve sesi yeni bitti. Şu anda 2025 festivalleri için plan yapıyoruz. Bütçe açısından her başvuru önemli olduğu için biraz seçerek ilerleyeceğiz. Neyse, bir yandan da filmin kendi hikayesini yaşayacağını düşünüyorum. Bakalım, göreceğiz.
Kumru Yaren Cengiz: Süt Çiftliğini biraz daha anlatır mısın?
Elif Eda: Tabii. Film, 12 yaşında bir kız çocuğu olan İrem’in hikayesini anlatıyor. Annesi ve babası bir trafik kazasında ölüyor ve İrem, çok da tanımadığı babaannesinin yanına taşınmak zorunda kalıyor. Babaannesinin yaşadığı yer bir süt çiftliği. İrem burada bir buzağının doğumuna tanık oluyor. Ancak doğumdan hemen sonra buzağı, annesinden ayrılıyor, daha süt bile emmeden. Ve bir daha da bir araya getirilmiyorlar.
Bu durum İrem’in kendi travmalarını tetikliyor. Bunun sonucunda hamile inekleri çiftlikten kaçırarak onların yavrularıyla birlikte kalmasını sağlamaya karar veriyor.
Türkiye sinemasında çok da alışık olmadığımız bir mesele sanırım. Genelde taşralı erkeklerin sıkıntılarını izliyoruz. Ya da kadın meseleleri tartışılsın bekleniyor artık. Tartışılsın da bu arada tabi ki, tartışılmalı… Benim de bu alanda hikayelerim ama daha sırası gelmedi. Süt Çiftliği bu anlamda konu olarak belki ayrıksı bir yerde dursa da hayvan haklar üzerinden dünyadaki acının varlığına ve yas sürecine eğiliyor ve bu da esasen politik bir mesele.
Bazı filmlerimde insanların kapılarını kapattığını hissediyorum, özellikle Jülide’de bunu deneyimlemiştim. Gerçi MUBİ’nin seçkisine katmasıyla talihi biraz değişti Jülide’nin. Umarım Süt Çiftliği de izleyicisiyle buluşur, mevzu ettiği mesele tartışılır. Filmin tartıştığı meseleler, insanlar arasında konuşulsun, büyüsün istiyorum.
Mesela Jülidede benim için esas mesele, “Bu kadar acı varken biz hâlâ nasıl inanmaya devam edebiliyoruz?” sorusuydu. Ama aynı zamanda inanmanın o kadar da pasif bir eylem olmadığı; insanların inanmayı, şu ya da bu sebeple, doğru ya da yanlış, illüzyon ya da gerçek, tekrar tekrar seçtiği bir şey olduğu üzerineydi. İnanmak, aslında aktif bir eylem.
Süt Çiftliğinde de acıyı merkeze alan bir düşünce işçiliği var. Bu sefer mesele, hepimizin acı çekiyor olduğu gerçeğini büyütüyor. Hepimiz acı çekiyoruz, bu kaçınılmaz. Ancak bu acı bizi yakınlaştırması gereken bir şeyken, garip bir şekilde hâlâ birbirimizi ayırmakla meşgulüz. İnsanlık durumu, bizi ortak bir paydada buluşturamıyor gibi görünüyor. Mesela kötülük problemi üzerine konuşurken, dünyadaki acının varlığını kötülüğün başlatıcısı olarak görürüz. Ama bana göre mesele, acının kendisi değil. Çünkü acı, tuhaf bir şekilde, insanı olgunlaştırabiliyor. Fakat sadece kendi acına odaklanmak, başka birinin acısına bakamamak... İşte bu, esas kötülük dediğimiz şeyin başlangıcı.
Bunu tartışmak istedim filmde. İnsanların kendi acılarından başlarını kaldırıp bir diğerinin acısına bakabilmesini... Bakalım… Film izleyicisiyle buluşsun, bu konular tartışılsın da sonra ben de film hakkında daha açık bir şekilde konuşayım. İzleyicisiyle buluşabildiği her yerde bu tartışmanın büyümesini görmek isterim. Ondan sonra kendi eleştirilerimi dillendireceğim.
Kumru Yaren Cengiz: Ben senin bir diğer işin olan Pasajları da çok seviyorum. Sosyal medyadaki paylaşımlarından takip etmiştim aslında. Estetik yönü ağır ve güzel bir fikir var ortada. O iş nasıl çıktı ortaya? Yani bunun hikayesi nereden geliyor? Çünkü bence oldukça kreatif bir iş.
Elif Eda: Çok teşekkür ederim, ben de severek yaptım Pasajları. Şöyle; benim en sevdiğim iki şey görüntüler ve kitaplar. Kitap okurken bazı bölümler beni çok etkiliyor. Öyle anlarda bir duygusu açığa çıkıyor ve o duyguyu görüntüyle nasıl ifade edebilirim diye düşünüyordum. Bu bir uyarlama değil, bir çeviri de değil… ya da belki bir tür çeviri aslında. Yani, yazı dilinden görüntü diline bir çeviri gibi. Ama bu çeviri üzerine çok tartışmalı bir Can Yücel ekolü var. Orijinal metne sadık kalmadan yapıyor çevirileri… Onun çevirilerinde sadık kalmanın sınırları zorladığını görüyoruz. Buna remizle Pasajlarda da yazı dilinden görüntü diline bir çeviriden söz edebiliriz. Bir metni okurken okuyucu olan bende açığa çıkan duyguyu görünür kılmak… İşte Pasajlarda bu noktadan, yani beni çarpan o pasajın hissettirdiklerini görüntüye aktarma fikrinden yola çıktım.
Sonra TRT 2’ye böyle bir öneri götürdüm, onlar da kabul etti. Ancak bütçe sorunları nedeniyle devam edemedik. Çok düşük bir bütçeyle çalışmıştık, tahmin edemeyeceğin kadar düşük. O yüzden proje durdu. Ama benim bu iş için bir dizi fikrim vardı. Keşke devam edebilseydik, çünkü o işi çok seviyordum.
Kumru Yaren Cengiz: Seslendirmesini de sen yapıyordun.
Elif Eda: Evet, seslendirmeyi de ben yapıyordum. Seviyorum seslendirme yapmayı. Pasajlarla ilgili aslında şunu da eklemek isterim. Çok güzel insanlarla tanışmama yol açan bir proje oldu. Başta görüntü yönetmenim Emre Pekçakır. Süt Çiftliğinden önce Pasajlar’da çalıştık onunla, öyle tanıştık. Ya da mesela bir Amerikan klasiği olan Yalnız Bir Avcıdır yürekten yaptığımız alıntı da birlikte çalıştığımız Taner Güngör. Klipte bir dans performansı sergiliyor. Müthiş bir performans sanatçısı. Önce pasajı okuduk, üzerine konuştuk, sonra o koreografisini getirdi. Müziğin olmadığı bir ortamda tamamen pasajın ses kaydına dayalı bir koreografi üretti. Bu süreç benim için inanılmaz heyecan vericiydi. Pasajı okuduğum ses kaydını göndermiştim, Taner onun üzerine çalıştı. Dans performansını görmek inanılmaz bir deneyimdi.
Kumru Yaren Cengiz: Görüntü yönetmeniyle de çok iyi bir iş birliği yapmışsınız bence Pasajlar’da. Herkesin yaratıcılığını ortaya koyabildiği bir proje.
Elif Eda: Bu projede herkes kendi sanatını ortaya koydu gerçekten de. Dans sanatçısı kendi sanatıyla geldi, ben kendi yönetmenliğimle geldim, görüntü yönetmeni Emre de kamerasıyla büyüleyici anlar yakaladı. Emre o projeyi çok seviyordu, “Keşke devam etsek,” diye sık sık konuşurduk.
Özellikle o dans performansının olduğu videoda Emre’nin tutkusu çok belirgindi. Kamerayı dansın hareketlerine göre hareket ettirerek müthiş bir iş çıkardı. Hepimiz severek, gönül rızasıyla, coşkuyla yaptık. Bence bu da sonucun coşkulu ve etkileyici olmasını sağladı. Çünkü projeye dahil olan herkes, özgürce yaratım yapabileceği bir alan bulmuştu.
Kumru Yaren Cengiz: Sen yapay zeka destekli senaryo atölyesi veriyordun, değil mi? Bunun hakkında da biraz konuşalım istiyorum.
Elif Eda: Evet, tam o tartışmaların olduğu dönemde böyle bir atölye fikri çıktı. Ben hep senaryo dersi veriyordum ama yapay zeka senaryo yazabilir mi, oyun yazabilir mi diye düşünürken, birden bana bu teklif geldi. Ben de başta buna karşıydım. Yapay zekaya senaryo yazdırmak gibi bir şey asla demem, ama onu asistan olarak kullanmayı öğretebilirim. Bu noktada, asistan olmak önemli. Burak, eğitim koordinatörümüz, beni ikna etmesi bir süre aldı. Yapay zekayı, öğrencilerin senaryo yazmasına değil, onları asiste etmesine odaklandık. Evet, bir şeylerin etik yönünü de göz önünde bulundurmak gerek. Çünkü sermaye sahipleri, teknoloji sayesinde ucuz iş gücü elde etmek istiyorlar. Ve bu da estetik algıyı değiştirebilir. Hepimizin birbirine karşı sorumlu olduğuna inanıyorum ben. Böylesi bir teknolojik gelişme sadece bir teknolojik gelişme değil ki… Belki insan tanımını değiştirecek bir şey. Bunun muhakkak etik bir çerçevesi olmalı. Hukuki bir boyutu da olmalı. Bu etik boyutun yanında şuna inanıyorum sanat, yaratıcının ve alıcısının belirsizlikle kurduğu bağ üzerinden besleniyor. Yaratıcının bilinçli tercihlerinin ötesinde - ve eseri izleyenin de aynı zamanda- bilinçdışı da işin içine giriyor. Bu belirsizlik payı bildiğim kadarıyla henüz hesaplanabilir değil, dolayısıyla yapay zekaya aktarılabilir de değil. Ama bu sadece şimdilik böyle.
Yapay zekaya bilinçdışı yaratma düşüncesi ileride gerçekleşirse, gerçekten çok farklı bir dünyaya adım atmış olacağız. Ama şu an, bu belirsizlik faktörüne güveniyoruz. Bu belirsizlik ve insanın prezansı (presence), makine tarafından tamamen taklit edilemez. Evet, belki bir gün post-beden ya da post-insan dönemi gibi bir döneme geçebiliriz. O zaman evrim sahnesinden çekilebiliriz… Ama şu an, insanların bu belirsizlik ve prezansa sahip çıkarak sanatı sürdüreceğine inanıyorum. Yapay zekayı asistan olarak kullanmak, belki de bu noktada en doğru yaklaşım.
Biz, tarihin böyle bir noktasına denk geldik ki, yapay zekanın tarihine bakınca, bize sunulmadan önce çok şey halledildi. Ama şu an bile neler olduğunu bilmiyoruz. DeepMind’ın kurucularından Mustafa Süleyman'ın The Coming Wave kitabında da söylediği gibi bu işler çoktan kontrolden çıkmış olabilir. Hepimiz, bu durumu Olimpos Dağı’nın eteklerindeki küçük figürler gibiyiz.
Kumru Yaren Cengiz: Peki Sinema+ programını sunma sürecin nasıl gidiyor? Yeni başladın değil mi?
Elif Eda: Evet, aslında bu sene başladım. Yapımcımız Burak Kaplan ve ekibimizle birlikte güzel bir iş çıkarmaya çalışıyoruz. Yani esasen kamera önünde olmak çok istediğim bir şey değildi, yine de sevdim. Bağımsız filmciler olarak hayatımızı idame ettirmek için yeni alanlar da arıyoruz.
Bu programın hiç beklemediğim bir artısı oldu, gerçekten çok güzel insanlarla tanışıyorum. Konuklar genellikle çok kafa açıcı oluyor. Mesela ben her konuya hakim değilim, önceden kim gelecek, kim gidecek diye hazırlık yapıyorum, okuyor, araştırıyorum, izliyorum. Bu da benim çok sevdiğim bir şey zaten; sürekli bir şeyler öğrenmek. Hatta şu an yeniden lisans mı yapsam, doktora mı yapsam arasında gidip geliyorum. Ama bu yönümü besleyen bir şey oldu. Ayrıca, bu program sayesinde yalnızlık hissini biraz da olsa yok edebiliyorum. İlk filmini çeken yönetmenler ya da ikinci, üçüncü filmini çekenler geldiğinde, aynı dertleri paylaştığınızı görmek çok güzel. İnsan, "Demek ki yalnız değilim," diyor. Keşke birbirimize daha çok sahip çıksak, öyle düşünüyorum. Umarım izleyenlere de bir katkı sağlıyordur.
Kumru Yaren Cengiz: Çok keyifli bir sohbet oldu benim için. Benim sorularım bu kadardı. Peki, senin söylemek istediğin son bir şey var mı?
Elif Eda: Sanırım söylemek istediğim tek şey şu: İnsanların etiketlerden, kategorilerden kurtulup, sadece var oldukları için birbirlerine değer verebildiği bir dünya dileğiyle. Bir de biz bağımsız film yapmaya çalışanlar, bazen somut sorunlarımızı konuşabileceğimiz, gerçekten çözüm üretebileceğimiz platformlarda bir araya gelebilsek, çok iyi olur. Sorunlarımızı ortaya döküp somut adımlar atabilecek alanların ve muhatapların olması gerektiğine inanıyorum. Bu temennilerle, sözlerimi sonlandırmak isterim. Sana ve Decollage Art Space’e bu alanı açtığınız için çok teşekkür ederim.
Kumru Yaren Cengiz: Gerçekten çok kıymetli söylediklerin, teşekkür ederim. Zaman ayırdığın için tekrar çok teşekkür ederim.