BLOG

/ Blog
06 Kasım, 2024

Ophelia’yı Kim Öldürdü?

Ophelia’yı Kim Öldürdü?

Hakkı Yüksel  |  Ed. Seda İstifciel

“Ben sahtekârım!

Samimiyetsizliğiyle tiksinenim haline.

Sahteliğiyle samimi olana hayranım.

Fark etmemeye hayranım.

İşte bu bir tiksinti.”


Türkiye’de 2024 yılının başından ekim ayına kadar 296 kadın cinayeti işlenirken bu sayıya ek olarak bu on aylık süreçte toplamda 184 kadın da şüpheli bir şekilde ölü bulundu.

Her şeyi bir kenara bırakıp kadın cinayetleri üzerine düşünmek ve tartışmak gerektiği yerde, sanki ortada popüler bir magazin malzemesi var gibi geleneksel ve sosyal medyanın da yardımı ile cinayet haberlerini önce metalaştırıyor, sömürüyor, sonra da her zaman yaptığımız gibi unutuveriyoruz. Belleksiz bir toplum olarak kasım ayında “dubai çikolatası”nı kadın meselesinden daha çok konuşuyor oluyoruz, ne yazık!.. Üstelik bu unutuş, hafıza-i beşerin nisyan ile malulünden öte patriyarkal sistemin bizi bile isteye attığı, boğmaya çalıştığı azgın bir nehir... Shakespeare’in bundan neredeyse dört buçuk asır öncesinde kaleme aldığı ünlü tragedyası Hamlet’te Ophelia’yı yutan nehir de işte bu nehrin aynısı.
Esra Tarhan’ın üzerine çokça şey yazılıp çizilmiş Ophelia’yı, günümüz politik konjonktürü içinde yeniden sahneye taşıması bu açıdan büyük bir önem arz etmekte. “Ophelia- Hamlet Complex” adı ile Ara Sahne’de sahnelenen oyun William Shakespeare’in klasik eseri Hamlet’in, Heiner Müller’in Hamlet Makinası katkısıyla sorgulanmasını performe ediyor.

Oyunda Hamlet, alışılageldik klasik dilinin dışında, biçimsel anlamda da var olan metne katkı sağlayacak dokunuşlarda bulunan yenilikçi, post-modern bir sanat diliyle sahneleniyor. Oyun her şeyin olup bittiği bir andan başlıyor. Hamlet, mezar taşının üzerine uzanmış her zamanki gibi kendi kendine kelimelere boğulurken, Ophelia beyaz bir çarşafın altında hareketsizce sahnenin orta yerinde yer alıyor. O kadar hareketsiz ki sahnenin ortasında yer almasına rağmen Ophelia’yı hemen fark etmiyoruz. “Fark edilemeyen”, yitip giden Ophelia’yı taşıyamayan nehir birden kusup gün yüzüne çıkarıyor. Ve olay örgüsü, parçalı bir anımsamalar silsilesi ile geriye doğru akıp yeniden gözden geçiriliyor. Bu bağlamda “Ophelia- Hamlet Complex”i Shakespeare’in Hamlet’inin bir yeniden yazımı olarak değerlendirmek mümkün. 

Kimdir bu Ophelia? Shakespeare’in trajik karakterlerinden biri. Hamlet’in biricik sevdiceği. Özellikle on dokuzuncu yüzyılda Romantik dönem sanatçılarıyla birlikte masumiyeti vurgulanan, ölümü Merritt, Delacroix, Redon gibi sayısız ressam tarafından tasvir edilen bir figür. Shakespeare’in metninde Ophelia’nın trajedisi şuradan ileri gelir: Babası öldürülür, sevgilisinin onu sevmediğini anlar, hatta sevdiği kişinin babasının katili olduğunu öğrenir, delirir ve sonunda intihar eder. Oysa bu olup bitenler Ophelia’yı sadece bir acıma nesnesi yapabilir. Onu böyle indirgemeci bir yerden okuduğumuzda melodramatik bir karakter haline getirip Romantiklerin yanılgısına düşeriz. Ophelia’nın ardında kaynak metnin de işaret ettiği daha derinlikli bir yapı olmalı. Daha derinlikli bir yapı olmalı ki yaklaşık dört yüz yıldır bizi etkileyen bir karakter olmasını anlamlandırabilelim. İşte Esra Tarhan’ın yönettiği, uyarladığı ve aynı zamanda Ophelia’yı canlandırdığı Ophelia- Hamlet Complex, Shakespeare’in kaynak metnine eleştirel bir gözle bakıp bu derinlikli yapıyı çözme derdinde olan bir oyun.

Ophelia, erkek egemen toplumun kodlarını kabul edip kaderine razı olabilir, çilekeş bir kadın olarak yaşamaya devam edebilirdi. Ancak bunu yapmak yerine gayet bireysel bir durum olan delirmeye ve sonrasında intihara kadar ilerleyebildi. Ophelia’nın olay örgüsü içindeki bu tutumu düşünülmeye değerdir. Daha doğrusu Ophelia’nın trajedisi bu sorgulamanın içinde yatmaktadır. Ophelia, erkek egemen toplumun çoklu mekanizmalarınca mahvedilmiş bir karakterdir. Ancak bu kabulle hareket etmek de Ophelia’nın bizi neden yıllardır böylesine büyülediğini açıklamakta yeterli olmaz. Zira tiyatro ya da tüm edebiyat tarihinin erkek hegemonyasındaki toplumun baskısına uğramış ne ilk ne de son karakteridir Ophelia. Büyük aşkından ötürü mağdur edilmiş ilk kadın da değildir. Bunların hiçbirinde Ophelia’nın neden bizi bu kadar büyülediğinin cevabı yoktur. Öyleyse Ophelia’nın ayırıcı özelliği nedir? Ophelia yirminci yüzyılda Batılı genç kadının ya da ergenlik çağındaki kızların yaşadıkları tipik zorlukların ve duygusal geçişlerinin simgesi haline gelmiştir. Patriyarkal toplum düzeninin kıskacında kendini ifade edemeyen, debelenerek toplum düzeninin kodları içinde kendi çığlığını başka yollarla atan, farklı şekillerde -dilin kendisinin de bizatihi eril olduğunu düşünürsek daha performatif yollarla- yeni ifade araçları geliştiren, histeriye ve nihayetinde bireysel bir başkaldırı şeklindeki intiharla eyleme geçen bir karakter olmuştur. Ophelia kaynak metinde ne hiçbir şeyi sorgulamadan kabul eden, zayıf karakterli, muhtaç bir tiptir ne de arsız bir isyankardır. Shakespeare’in müthiş dengesi içinde kendini geliştirir. 

Ophelia- Hamlet Complex, Ophelia karakterinin sorgulamasını ve kaynak metin eleştirisini şu soruların peşine düşerek yapıyor: Ophelia neden deliriyor, daha doğrusu nasıl oluyor da deliriyor? İdeolojik tahakkümün altında kıvranan bir kadın olarak, toplumsal cinsiyet rolünün gereğini yaparak neden yarasına tuz basıp kaderini kabullenmiyor? Ophelia’nın delirmesinin toplumsal- ekonomik bir temeli var mıdır? Biçimsel açıdan klasik kurguyu kırarak bu soruları kaynak metnin kendisine soran oyun, aynı zamanda seyirci için de bir tartışma alanı yaratıyor.  



Oyunda Ophelia’yı Esra Tarhan, Hamlet’i Evren Akyürek canlandırıyor. İki oyuncu da yüksek performanslı, şahane bir oyun çıkartıyorlar. Enerjileri oyun boyunca bir an olsun düşmüyor. Zaman zaman seyircinin alanına taşan oyun, oyuncuların seyircilerle göz göze gelmeleriyle birlikte alımlayıcının da dikkatini canlı tutmayı başarıyor. Karakterler bazen replikleri değiş tokuş ediyorlar. Oyuncular, kalabalık bir kadrosu bulunan Hamlet oyununun diğer karakterlerine de hayat veriyor. Oyuncuların sahne üzerinde birbirleri ile uyumu, bedenlerini başarılı şekilde kullanmaları, başarılı koreografileri göz dolduruyor. 

Selenay Fidan’ın yaptığı dekor tasarımı da oldukça başarılı. Minimalist bir sahne düzeni oluşturulmuş. Dekordaki tüm ayrıntılar, anlamlı göstergeler oluşturacak şekilde dizayn edilmiş. Ortada kayalık taşlar ve bir mezar, arka fonda sarkan beyaz fonlarla tamamlanmış. Fon bezlerinde hayaletler, Hamlet metninden cümleler kırık vitray camları ve karanlık atmosferi güçlendiren figürler kullanılmış. Oyun içinde Hamlet metninin olduğu kitabın açılıp okunması, sayfalarının yırtılması hem gerekli yabancılaştırma efektini sağlamak hem de oyunun amaçlarına hizmet eden anlamlı göstergeler oluşturmak açısından güzel teknikler olarak düşünülmüş. Final sahnesinde Ophelia’nın sular içindeki çırpınışıysa oyunun en vurucu anlarından biri. Ve dekorun bir sürprizi olarak seyirciyi şaşırtmayı başarmakta. Oyuncuların kostümleri kaynak metindeki karakterlere uygun şekilde, dönemsel formda tercih edilmiş. Kostümlerin sahne üzerinde çıkartılması da yine anlamlar üreten ve metnin amaçlarını destekleyen güzel tercihlerden. Oyun için Alpgiray Kelem’in hazırladığı çok başarılı ve oyuna davetkâr afişi içinde ayrıca bir parantez açmak gereklidir. Metnin ruhunu yansıtan güzel, dikkat çekici ve çarpıcı bir çalışma olmuş.

Oyun, belki Hamlet’i hiç okumamış biri için bir tık zorlayıcı olabilir. Ancak üzerine bunca şey yazılmış bir klasik olarak Hamlet hakkında sıfır bilgi sahibi olmak çok da mümkün değil gibi. 

Oyunun final sahnesinde daha feminist bir bakış açısıyla ve eleştirel bir noktadan Ophelia’nın konumlandırıldığı yeni yer, metne günümüzden, hatta günümüz Türkiye’sinden bir bakışın olduğunu da vurgulamakta. Shakespeare’i tanrısallaştıran tiyatro izleyicileri genelde bu yeni yorumlamalara mesafeli bir tavır almakta. Ancak kültleşmiş oyunların yeniden tekrarından ziyade yeni dille ve yeni bir biçimle sahnelenmesinin her zaman daha olumlu olduğunu düşünüyorum. 

Nasıl ki Ophelia’yı öldüren, kadın olmasına rağmen erkek egemen toplumu yansılayan Kraliçe’nin iddiası gibi “kırılan bir dal” ya da tek başına Hamlet, babası veya abisi değil topyekûn erkek egemen toplumun kendisiyse, ülkemizdeki kadın cinayetlerinin sorumluları da yalnızca katleden bireyler olamaz. O bireyleri yetiştiren toplum da suça ortaktır. Ve o toplum kültürel kodlarını sorgulamakla, kadınlarına özgür yaşam hakkı tanımakla mükelleftir. Yaşadıklarımızın etkisiyle, yaşadıklarımız içinden, sağlam bir dramaturgi ile sahnelenen bu oyunu kaçırmamanızı dilerim.

   


*Fotoğraflar “taksimarasahne” instagram hesabından alınmıştır. Son fotoğraf Wikipedia Ophelia maddesindendir. 


Devamını Oku

04 Kasım, 2024

Işık, Gölge ve Sır

Işık, Gölge ve Sır

Eda Çamlı  |  Ed. Seda İstifciel

Haftalık Sanat Haberleri (4 Kasım – 11 Kasım)

Bilinmeyen Neden

İrfan Önürmen’in “Bilinmeyen Neden” başlıklı kişisel sergisi, 3 Kasım itibarıyla Galata Rum Okulu’nda sanatseverlerle buluşuyor. C24 Gallery tarafından düzenlenen sergide, sanatçının yıllara yayılan yaratım sürecinde kullanmaya başladığı farklı malzeme ve tekniklerin bir aradalığı göze çarpıyor. Tülden kağıt kolajlara, beton çalışmalardan tuvale ve zımpara kağıdı gibi yeni malzemelere kadar uzanan bu zengin dağarcık, izleyiciyi görünen ve görünmeyen, somut ile soyut arasındaki bulanık sınırlarda geziniyor.

Önürmen, sergisine adını veren “Bilinmeyen Neden” kavramıyla, belirsizlikler ve çözülemeyen anlamlar üzerinden felsefi bir diyalog yaratıyor. Sergi boyunca, form, içerik ve temsiliyet ekseninde şekillenen işlerinde izleyiciyi kendi içsel sorgulamalarına yönlendiren sanatçı, varoluşsal bir bilinmezliği sanatsal bir ifade alanına dönüştürüyor. Kronolojik bir sıra takip etmeyen bu sergi kurgusu, hem eski hem de yeni işleri aynı zeminde buluşturarak izleyiciye yeniden yorumlama imkanı sunuyor.

Sanatçının, tül kullanarak yarattığı şeffaflık ve çok boyutluluk etkileri, boya çalışmalarında da dikkat çekerken, soyutun sınırlarını zorlayan figürler, ön planda yerini koruyor. Bu figürler zamanla parçalanıp belirsizleşirken, insanın merkezi bir politik ve düşünsel mesele olarak varlığını hissettirmesi Önürmen’in eserlerinde keskin bir şekilde ortaya çıkıyor. Her eseri, izleyiciyi içsel bir yolculuğa çıkmaya, sanatçının dünyasında yeni patikalar keşfetmeye davet ediyor.


*Görsel, artam resmi web sitesinden alınmıştır.

Işık. Gölge. Sahneler

Sanatçı Çağatay Odabaş, yedi yıl aradan sonra yeniden izleyici karşısına çıkıyor. Odabaş’ın 25 Aralık’a kadar Ruzy Gallery’de görülebilecek olan “Işık. Gölge. Sahneler” başlıklı kişisel sergisi, ziyaretçilerini zaman ve hayatın kırılganlığı üzerine bir düşünce yolculuğuna davet ediyor. Sanatçının, ışık ve gölgeyi ustaca işleyerek sinema ile resim arasında kurduğu paralellik, Caravaggio, Rembrandt ve Georges de La Tour gibi ustaların ışık oyunlarını çağrıştırıyor.

Odabaş, sergide mumu “zaman”ın bir metaforu olarak kullanarak, her yanışı benzersiz olan bu nesneyle insan yaşamının eşsizliğini vurguluyor. Eserlerinde mum ışığını baş kahraman olarak ele alan sanatçı, izleyiciyi sahnenin içine çekerek, onlara sinematik bir deneyim sunuyor. Film sahnelerini andıran kompozisyonlarıyla sergi, izleyiciye bir filmin ana karakteri olma hissini yaşatıyor.

Teknik açıdan bakıldığında, Odabaş’ın eserleri ekrana özgü dokularla sinematografik bir derinlik kazandırırken, yedi renk paletiyle uyguladığı yaklaşık 60 yeni eseriyle izleyiciye gerçekçi ve yoğun bir görsel deneyim sunuyor. Sergi süresince eserlere eklenen yeni çalışmalarla dinamik bir koleksiyon oluşturuluyor; Odabaş’ın sanatseverlere sunduğu bu evrende, her kare bir hikâyeye dönüşüyor. “Işık. Gölge. Sahneler” sergisi, sinema ve resmin buluştuğu, düşünceli ve dokunaklı bir görsel şölen olarak sanatseverlerin ilgisini bekliyor.

Görsel, ruzygallery resmi web sitesinden alınmıştır.


Enigmatic Couple Tales

Gülin Hayat Topdemir’in yeni sergisi Enigmatic Couple Tales, x-ist’in Gümüşsuyu’ndaki yeni mekânında sanatseverlerle buluşuyor. Topdemir, kadın ve toplum ilişkilerindeki travmatik deneyimleri lirik bir üslupla aktararak, izleyiciyi gerçekle hayal arasında bir dünyaya davet ediyor.

Victoria döneminin zarif estetiğinden ilham alan eserler, klasik sanatın büyüsünü çağdaş bir görsellikle yeniden yorumluyor. Sanatçının çiftler üzerinden kurduğu anlatılar, geçmişin nostaljik naifliğiyle bugünün tuhaf ve gerçeküstü imgelerini bir araya getiriyor. Doğa, hayvanlar ve insanla evren arasındaki bağı sorgulayan eserler, klasik dönemin simgesel dilini çağdaş sanat teknikleriyle buluşturuyor. Bu yönüyle sergi, anakronik unsurlarla “steam punk” estetiğinin birleştiği bir anlatı sunuyor.

Topdemir’in her eserinde klasik dönemin bir yankısı duyulurken, dijital çağın etkileri ve gerçeküstü imgeler de öne çıkıyor. Sanatçının klasik sanata olan saygısını çağdaş bakış açısıyla yansıttığı Enigmatic Couple Tales sergisi, 16 Kasım’a kadar x-ist’te ziyaret edilebilir.

Devamını Oku

30 Ekim, 2024

Gündelik Nesnelere Ruh Kazandırmak: OMM’un “Ehlikeyf” Sergisi

Gündelik Nesnelere Ruh Kazandırmak: OMM’un “Ehlikeyf” Sergisi

Orhun Atmış  |  Ed. Seda İstifciel


Bir takıntı türü müdür bilinmez, bazı insanlar bazı eşyalara, kumaşlara, yüzeylere dokunma isteğiyle dolup taşar. Hatta bir sergideki tabloya, heykele dokunmamak için kendisiyle mücadele eden insanlar tanıyorum. Uyarımız bu tür bir obsesyonu olanlara... Eskişehir’deki Odunpazarı Modern Müze’de geçen ay açılan “Ehlikeyif” sergisi sizi oldukça zorlayacak ama hem görsel hem zihinsel olarak çok keyif alacaksınız. 

Neden mi bunları söylüyorum? Çünkü “Ehlikeyif” içinde doğanın unsurlarını barındıran (Modern dünyada Bauhaus ve türevlerinin modern mobilyalar üzerindeki etkilerine rağmen), alışılmadık ve eğlenceli mobilya tasarımlarını bir araya getiriyor. OMM’nin beşinci yılını kutladığı ve küratörlüğünü İdil Tabanca’nın üstlendiği sergi resim, heykel, yerleştirme ve mobilya tasarımı disiplinlerinde geleneksel sınırları aşan uluslararası sanatçı ve tasarımcıları bir araya getiriyor. Sergi, form ve işlev arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlıyor.

Türkiye’de örneği az

Türkiye’de çok fazla gündeme gelmeyen, çok az örneğini gördüğümüz tasarım üzerine bir sergi “Ehlikeyif”. Eserlerin çoğunluğu genç sanatçılara ait, birkaç daha deneyimli ismin eserleri de sergide yer alıyor. Teknolojinin yol açtığı hasar, nüfus yoğunluğu, iklim değişikliği ve salgınlar, sade zamanlara duyulan kolektif bir açlık yaratırken postmodern çağda doğaya ve doğanın içindeki karmaşık yaratıklara duyulan özlem bu serginin temel temasını oluşturuyor.

21. yüzyılda, doğanın hiç olmadığı kadar uzak hissedildiği bir dönemde, “Ehlikeyif” sergisi, doğanın kentsel hayatlarımıza tekrar girmesi için alan açan yapıtları inceliyor. Sanatçılar, yapıtlarına doğadan unsurlar ve insani nitelikler katarak bugüne kadar sadece işlevselliğiyle ilgilendiğimiz nesnelere ruh kazandırıyor.

Tabiat Ana ile işbirliği...

Eserlerden bazılarına oturmak, bazılarında uyumak istemek işten bile değil. Örneğin eserlerden bir kısmı insana “Taş Devri (The Flintstones)” çizgi filmini hatırlatıyor. Mamali Shafahi’nin “Sandalye” eseri oturmak hatta uzanıp televizyon izlemek isteyeceğiniz türden. Misha Kahn’ın anlamlı ve görsel açıdan da etkileyici eseri ise soyut olarak “organik” olan birtakım formları, masanın ayakta durmasını sağlayan ayaklar haline getirmiş. Gaetano Pesce’nin reçineden ürettiği sandalye ise buzdan yapılmış hissi yaratıyor. Audrey Large’ın üç boyutlu yazıcıyla ürettiği “MetaVase” ise gotik detaylarıyla ilgi çekici. Hannah Levy ise eserinde toplumun güzellik algılarına gönderme yapıyor. Chris-Wolston’un “Magdalena Bitki Sandalyesi” eseri de “Taş Devri”ni andıranlardan, eser üzerinde bulunan desenler sanatçının kendi el izleri.

Ham ahşap, pürüzlü kaya ve toprak gibi doğal unsurları kullanarak Tabiat Ana ile işbirliğinde olan sanatçıların yanı sıra karadaki hayatın özünü oluşturan çeşitli unsurları bir araya getiren sanatçıların eserleri sergide sanatseverlerle buluşuyor. 

Sergi, doğada rüzgâr, yağmur, ısı ve zamanın birer heykeltıraş olduğunu vurguluyor. Çağdaş yaşam tarzlarına uyumlu hale getirilmiş doğanın cevherlerinin insan dünyasının inşasında oynadığı önderlik rolüne bir övgü niteliğinde. “Ehlikeyif”, 20 Temmuz 2025’e kadar OMM - Odunpazarı Modern Müze’de görülebilir. 

Sergide yer alan sanatçılar

Seçkide yer alan sanatçılar ve tasarımcılar arasında Ahmet Doğu İpek, Andrea Branzi, Audrey Large, Barbora Žilinskaitė, Batten and Kamp, Bertrand Fompeyrine, Charlotte Kingsnorth, Chris Wolston, Elissa Lacoste, Studio Klarenbeek & Dros, Faye Hadfield, Gaetano Pesce, Guido Casaretto, Guillermo Santomà, Hannah Levy, Karl Monies, Linde Freya Tangelder, Mamali Shafahi, Marc Quinn, Max Lamb, Melih Çebi, Mesut Öztürk, Misha Kahn, Odd Matter, Roman Babakhanian, Saelia Aparicio, Schimmel & Schweikle, Serban Ionescu, Sigve Knutson, Slavs & Tatars, Studio EO, Studio Yellowdot, Süper Normal, Thomas Barger, touche-touche, VAUST, Wang & Söderström, Willem Van Hoff yer alı


Devamını Oku

28 Ekim, 2024

Sanatın İhtişamı: Ritim ve Renk Buluşması

Sanatın İhtişamı: Ritim ve Renk Buluşması

Eda Çamlı  |  Ed. Seda İstifciel

Haftalık Sanat Haberleri (28 Ekim – 4 Kasım)

Bizans’a Yelken Açmak    

İstanbul’un tarihi atmosferinde sanatla buluşan Zeyrek Çinili Hamam, 24 Ekim’de açılışı yapılan "Alekos Fassianos: Bizans’a Yelken Açmak" sergisine ev sahipliği yapıyor. 31 Aralık’a kadar ziyaret edilebilecek olan sergi, Yunan sanatçı Alekos Fassianos’un (1935-2022) İstanbul’a özgü beş eserinin dünya prömiyerine sahne oluyor.

Fassianos, antik dönem ve modernizmi harmanlayan özgün tarzıyla tanınan bir sanatçı. Resim, seramik, tasarım ve mimari gibi çeşitli disiplinlerde eserler üreten sanatçının canlı renkleri ve akıcı çizgileri, gündelik yaşamı mitolojik bir anlatıya dönüştürüyor.

Serginin küratörlüğünü üstlenen Anlam de Coster, William Butler Yeats’in “Bizans’a Yelken Açmak” adlı şiirinden ilham alarak eserler ile hamamın çok katmanlı mirası arasında bir diyalog kuruyor. Yeats’in Bizans’ı, ruhani ve sanatsal ölümsüzlüğün sembolü olarak derin bir öneme sahip; bu da sergiyi daha anlamlı kılıyor.

Sergi, tarihi bir şehre yapılan fiziksel yolculuğun yanı sıra, içsel keşif ve bilgeliğe yönelen bir yolculuğu da simgeliyor. Bizans, sanatın ve ruhsal tatminin yanı sıra, fani dünyanın ötesine geçme arayışının güçlü bir sembolü olarak öne çıkıyor. Ziyaretçiler, bu mistik deneyimle birlikte sanatın derinliklerine inmeye davet ediliyor


*Görsel, İstanbul Modern resmi web sitesinden alınmıştır.

Direnişin Estetik İfadesi

Gözde Tolan’ın liderliğindeki "Cansiparane" sergisi, 20 Kasım - 21 Aralık tarihleri arasında 42 Maslak’taki Gama Gallery’de sanatseverlerle buluşacak. 15 sanatçının katılımıyla gerçekleştirilen bu kolektif sanat projesi, Dominik Cumhuriyeti’nde özgürlük ve eşitlik mücadelesinin sembolü Mirabal Kardeşler’e ithaf edilen 25 eserden oluşuyor.

Sergide, kelebeklerin zarif formlarını yansıtan eserler, kadına yönelik şiddet ve insan hakları ihlallerine karşı direnişi simgeliyor. Eserler, bireysel ve kolektif direnişin gücünü estetik bir dille bir araya getirirken, kadınların toplumsal değişim ve mücadeledeki rollerine dikkat çekiyor.

Sanatçılar, çağdaş mozaik sanatının sınırlarını zorlayarak seramik, cam, çini, porselen, doğal taş, kumaş ve çiçek gibi çeşitli materyaller kullanıyor. Her eser, zamanın izlerini ve mücadelelerin çok katmanlı yapısını yansıtarak, izleyicileri değişime dair düşünmeye yönlendiriyor.

"Cansiparane" sergisi, toplumsal hafızanın derinliklerine bir yolculuk sunarak, izleyicilere sanatsal bir deneyim ve sosyal meselelere dair derinlemesine bir bakış açısı kazandırmayı amaçlıyor.



MIX Festival

Müzikseverlerin sabırsızlıkla beklediği MIX Festival, %100 Müzik katkılarıyla 2-3 Kasım tarihlerinde şehre dönüyor. Bu yıl, 2024 edisyonuyla zengin bir program sunan festival, dikkat çekici sanatçılarla dolu bir line-up ile karşımıza çıkıyor.

Amsterdam merkezli Türk psychedelic rock grubu Altın Gün, canlı performanslarıyla Digitalism, atmosferik melodileriyle Local Natives, ve folk müzik tutkunlarının beğenisini kazanan Milky Chance gibi isimler festivalin öne çıkan sanatçıları arasında. Ayrıca, 2000’den bu yana dinleyicilere huzur veren Starsailor ve karanlık melodileriyle Trentemøller de festivalde sahne alacak.

MIX Festival, sürprizlerle dolu programında Balthvs’un psychedelic funk ritimleri, Bedük, Catching Flies, Cem Yıldız, Hissikablelvuku, Lucky Love, Monday in Neptune (Live), Σtella, Temples ve Yīn Yīn gibi isimleri de barındırıyor.

Bu çeşitlilik, festivalin her müzik zevkine hitap eden yapısını güçlendiriyor. Müzik tutkunlarını unutulmaz bir deneyim bekliyor. MIX Festival’i kaçırmayın; 2-3 Kasım tarihlerinde Zorlu PSM'deki yerinizi alın!


Devamını Oku

25 Ekim, 2024

Önder Şengül ile “Balinanın Bilgisi” Üzerine

Önder Şengül ile “Balinanın Bilgisi” Üzerine

Kumru Yaren Cengiz  |  Ed. Seda İstifciel

Balinanın Bilgisi, Önder Şengül’ün ilk uzun metraj filmi. Festival yolculuğuna devam eden film, 2024 Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nden iki ödülle döndü. Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda En İyi Görüntü Yönetmeni ve En İyi Müzik ödüllerini alan film hakkında yönetmeni ile konuştuk. Keyifli okumalar dilerim. 


Kumru Yaren Cengiz: Kariyer yolculuğunuza baktığımızda uzun süre görüntü yönetmenliği yaptığınızı, “Balinanın Bilgisi” filminin ilk uzun kurmacanız olduğunu görüyoruz. Sizi görüntü yönetmenliğinden yönetmenlik koltuğuna iten neydi? Aslında hedefiniz her zaman bu şekilde miydi? Yolculuğunuzu sizden de dinleyebilir miyiz?

Önder Şengül: Evet, hedef her zaman buydu. Sektöre girmeden önce de senaryo yazıyordum. İşe mutfaktan başlamayı düşündüğüm için kamera bölümünü seçtim. Yazma ve çekme arzusu çok ufak yaşlarıma kadar gidiyor. Fakat 24 yaşına kadar setlere giremedim. Bu alanda üniversite okumayı da başaramadım. Alaylı olarak sektöre girdim ve 2017’de İstanbul’dan ayrılana kadar aktif olarak çalıştım. Kamera asistanı, focus, kameramanlık ve görüntü yönetmenliği yaptığım sırada yazmaya devam ediyor; kısa filmler, klipler, tanıtımlar çekiyordum. Uzun metraj senaryo denemeleri yapıyordum.

Kumru Yaren Cengiz: Yörük bir kadının hikayesinden ilham almanızla bu filmin oluştuğunu kısaca söyleyebiliriz sanırım. Bir erkek yönetmen olarak, sahip olduğunuz erkek bakış açısıyla; kadının ve doğanın merkezde olduğu, ataerkiyle bir mücadele içerisinde olan bir hikaye anlatıyorsunuz. Ekofeminist bağlamda ele alınması gereken bu hikayeyi ortaya koyarken zorlandığınız yönler nelerdi? 

Önder Şengül: Ekofeminizm ile yeni tanışıyor olmamdı. Ve acaba bu konunun içselleşmesi için ne kadar zamana ihtiyacım var diye düşünüyordum. Fakat cümlesi çok sağlamdı ve senaryonun teması ile çok uyumluydu, ‘Kadın ve doğa aynı eril tahakküm altında’. Hikayeyi üzerine kurmak için güzel bir cümleydi bu. 

Kumru Yaren Cengiz: Kadın bakış açısına ve deneyimlerine ihtiyaç duyduğunuzda nerelere başvurdunuz? Bu noktada bir açık/eksik hissediyor musunuz filminize dair?

Önder Şengül: Dişil tarafımı sorguluyordum. Eril dişil ayrımı konusunda netleşmeye çalışıyordum. Bu kendimle çelişmemem açısından önemliydi çünkü. Nasıl bir ağacın katledildiğini görmek ve empati kurmak için ağaç olmaya gerek yoksa, kadının yaşadıklarını görmek için de o cinsiyete sahip olmak gerekmez bence. İnsan olmak yetmez mi bunun için? Yetmeli bence. Kaldı ki, filmi bir kadın hikayesinden ziyade, içindeki potansiyeli keşfetmesi ve ortaya çıkarması gereken bir insanın hikayesi olarak kurguladım. Ve orada başka güçlü bir cümle vardı önümde ‘Tüm insanlığı doğuran kadın’. İnsanı potansiyelini doğurmak üzere olan bir kadınla anlatmaya çalışmak çok makuldü.

Kumru Yaren Cengiz: Filmde, eril tahakküm altındaki düzeni oldukça keskin bir şekilde çizmeye çalıştığınızı düşünüyorum. Bu tercihiniz filmdeki mistik havayı ve gri alanları artırmış sanki biraz. Karakterlerin bakış açıları tek kutuplu ve katı. Karakterleri bu şekilde kurmanızdaki sebebi merak ediyorum. Biraz senaryodan ve karakter yazımından konuşabilir miyiz?

Önder Şengül: Evet mistik alan yani kadının doğayla sezgisel alışverişi ile sert eril egemen sistem ciddi kontrast yaratıyor. Fakat bu tasarladığım bir şey değil, çıkan sonuç. Karakterlerin bakış açıları ise, evet sert fakat tek kutuplu değil bence. Çünkü muhtar korumaya çalıştığı sistemde kendine göre haklı argümanlara sahip. Yörük kadını ise içsel olarak eril düzenden dişile doğru bir değişim sürecinde. Bu noktada muhtarı erilin yörük kızını ise dişilin temsili olarak tasarlamaya çalıştım ve bir alegori oluşması için uğraştım. Burada beni ve muhtemelen filmi de en çok zorlayan bu alt katmandaki eril-dişil dengesi meselesi oldu. Yani asıl vurgulamak istediğim tema oldukça soyut ve filmin felsefi katmanında yer alıyor. İlk uzun metraj yönetmenliği için riskli bir durumdu. Bu konudaki geri bildirimler yönetmenlik serüvenimde kendimi tanımam için değerli olacak.


Kumru Yaren Cengiz: Filmde aslında oldukça şamanik ve spiritüel noktalar var. Doğa ve kadın eşleşmesi ekofeminist okuma yaparken aslında çoğunlukla negatif olarak değerlendirdiğimiz bir şey çok kısa bir şekilde özetlersek. Fakat spiritüel dünyada bu tam olarak böyle değil. Kadının yaratıcı enerjiyle olan bağını, rahim-sakral çakra yaratıcılığını, doğanın ve bedeninin kendi döngüsünü yaşarken ihtiyacı olan gücü kendinde sakladığını spiritüel sohbetler içerisinde ele alabiliriz. Filmde de bunları okumak mümkün. Filmde bunu merkeze almış olduğunuzu okuyabiliyoruz ayrıca. Bunun sebebi nedir? Sizin yönetmen olarak bunu tercih etmenizde spiritüelizmle kişisel bağınızı değerlendirebilir miyiz? Biraz bundan bahsedebilir misiniz?

Önder Şengül: Ben göründüğünden daha fazlası olduğuna inanan biriyim. Şamanizm kadar kuantum fiziğini de amatör olarak takip etmeyi severim. Enerjinin varlığı ve dengesi konusundaki sohbetleri severim. Bu tarz anlatıları ve kadim öğretileri takip ederim. Fakat bunları ayaklarımı yere basarak yapmaya çalışırım. Sanatı ve sanatın gücünü bu noktada değerlendirmek bana keyif veriyor. Yani ortaya çıkan bir fikrin artık kendi enerjisine sahip olan bir varlık gibi değerlendirilmesi düşüncesi bana nedense eğlenceli geliyor. Ve bu varlık kendisini görsel ya da işitsel olarak somutlaştırma yoluna gidiyor diye düşünüyorum. Bu noktada aslında sinemada görsel olarak temsili karakterler, olgular ya da olaylar yaratıyoruz. Eğer yüzeydeki bu durumlardan derinlerdeki felsefi tartışmaya inmeyi başarabilirsek mesaja ulaşabiliriz. Ama işte o köprüyü atmak kolay değil. Bu sırada negatif olanın doğa-kadın eşleşmesi değil ikisinin de eril düzen tarafından geri plana itilmesi olduğunu düşünüyorum.

Kumru Yaren Cengiz: Başroldeki kadın karakterin, pozitif bilimlere oldukça karşı olduğunu görüyoruz aslında. Bu bir noktada karakterin negatif bir yerde konumlanmasına sebep oluyor seyirci için. Doğaya ve kendi bedenine duyduğu güven anlaşılır ve okunabilir olsa da bazen bazı durumlarda yardım gerekebilir. Filmin de ilk doğum sahnesinde de son doğum sahnesinde de bunu görüyoruz aslında. Küçük veya büyük bir yardım gerekiyor. Bu kadar radikal bir duruşun sebebi nedir?

Önder Şengül: İnsanın kendi gücünü keşfetmesi ve açığa çıkarması illaki riskler ve engeller barındıracaktır. Tek başına doğum hikayesi bunun bir metaforu sadece. Fakat yanlış anlaşılmaları da haklı buluyorum. Duruma yüzeysel ve çok rasyonel baktığımızda sıkıntılı bir mesaj gibi duruyor. Eğer bu filmden gidin çocuğunuzu ormanda tek başınıza doğurun mesajı çıkıyorsa ciddi bir estetik sıkıntısı var demektir. Gördüğünüz şey ile vermek istenen arasındaki o değerli köprüyü atamamışız demektir. Sanırım bu izleyenden izleyene değişecek bir durum. Fakat şöyle de bir şey var, hikayesini duyduğum gerçek kadın bütün çocuklarını bu şekilde ve ormanda doğurmuş. Acaba çevresine böyle bir mesaj mı vermeye çalışıyordu. Ben onun hikayesini duyduğumda insanlığın potansiyeline dair güçlü bir duygu hissettim.

Kumru Yaren Cengiz: Filmin çekim sürecinden bahsedebilir misiniz?

Önder Şengül: 14 kişilik bir ekip, bir kamera ve boom. Gerisi arkadaş desteği, köylünün desteği, amatör tiyatro oyuncularının desteği. Üç haftalık bir çekim takvimiz yaptık. Uzun bir ön hazırlık süreci geçirdik. Bir yıl kadar da post aşaması oldu. Olabilecek en düşük imkanlarda elimizden geleni yapmaya çalıştık. Bence güzel de bir iş çıkardık. 

Kumru Yaren Cengiz: Biraz festival yolculuğunuzdan bahsetmek istiyorum. Antalya’dan ödüllerle döndünüz. Bundan sonra süreç nasıl ilerleyecek sizin için? Vizyon tarihi gibi bir durumdan bahsedebilir miyiz?

Önder Şengül: Henüz vizyon tarihi belirlemedik. Biraz daha festivallere başvururuz diye düşünüyoruz. Antalya filmimizin seyirci ile buluşması açısından çok değerliydi. Film seyirci ve juri ile büyük perdede izlenirken çok heyecanlıydım. Bu müthiş bir duygu. Ödüller ayrı bir güzellik kattı tabii. Filmin biraz daha duyulmasını sağladı. 

Kumru Yaren Cengiz: Sizin görüntü yönetmenliği kariyerinizi konuştuk. Filminizde görüntü yönetmenliği koltuğunda Murat Has oturuyor. Ve ödül aldığınız dallardan biri de bu alan. Bu noktada nasıl bir ilişki kurdunuz çekimler sırasında? Bunu merak ediyorum. 

Önder Şengül: Murat ile kamera asistanlığımızdan beri arkadaşız. Sinemaya, sanata, hayata bakışını çok taktir ederim. Ricamı kırmadı ve bu işte bizimle oldu. Kamera onun elindeydi ve ben biraz estetik bir tercihten biraz da yavaşlamayalım diye monitör kullanmadım. Sadece açıları belirledim ve tüm insiyatifi ona bıraktım. Güzel gönlü ile güzel gözü birleşmiş demek ki. 

Kumru Yaren Cengiz: Balinanın Bilgisi’nde oyuncu yönetimi konusunda sıkıntılar yaşadınız mı? Birkaç isim haricinde profesyonel oyunculuk deneyimi olmayan bir kadro ile karşı karşıyayız. Bu durum, ilk uzun metraj yönetmenlik deneyiminizde ne gibi avantajlar ve dezavantajlar sağladı?

Önder Şengül: İlk uzun metrajım olduğu için oyuncu yönetiminde bana esneklik ve güven verdi tabii ki. Bu sırada setteki tek profesyonel oyuncu Şamil Kafkas’dı. Ve tabi onun sette oluşu diğer oyuncular için motivasyon kaynağıydı. Tabii ki oyuncuların kamera deneyiminin olması, olgunlaşmış refleksler açısından sette büyük kolaylık yaratırdı, fakat içlerindeki heyecan ve güçlü motivasyonları gayet yeterliydi. 

Kumru Yaren Cengiz: Tüm cevaplarınız için teşekkür ederim. Ödülleriniz için de tebrik ederim. Yolunuz açık gişeniz bol olsun. Son olarak seyircilere/okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı? 

Önder Şengül: Çok teşekkür ederim. Müzik ekibi ve görüntü ekibi gönülden ve titiz çalıştılar gerçekten. Bu şekilde ödüllendirilmelerinden dolayı çok mutluyum. Umarım film içindeki ışığı seyirciye yansıtmayı başarır. 













Devamını Oku

23 Ekim, 2024

İlk Kurşunu Günahsız Olanınız Sıksın: DIKŞIN!

İlk Kurşunu Günahsız Olanınız Sıksın: DIKŞIN!

Hakkı Yüksel  |  Ed. Seda İstifciel

“Sizi sömürgeleştiren yabancıların sizde yarattığı en büyük yıkım, 

zamanla sizin kendinize onların gözüyle bakmanızı sağlamalarıdır.”

Siyah Deri, Beyaz Maskeler- Frantz Fanon


Uzun zamandır böyleydi de özellikle son aylarda olup bitenler koca bir sirkin içindeymişiz hissini iyice pekiştirdi. Öyle bir sirk, öyle bir curcuna ki bu; içinden çıkmak, sirk çadırını alaşağı etmek istedikçe elimiz, yüzümüz daha çok boyanıyor, sirkin palyaçosuna dönüveriyoruz sanki.

Moda Sahnesinde Kemal Aydoğan’ın yönetmenliğinde sahnelenen Koffi Kwahule’nin kaleminden çıkan Dıkşın: Büyük Şans (Big Shoot) adlı oyun içinde yaşadığımız ve aynı zamanda içimizde yaşayan sirkin bir alegorisi âdeta. Bengi Günay’ın tasarımıyla sahnede basamaklı ve renkli bir yapı görmekteyiz. Ayaklı bir mikrofon ve bir sandalye. Sirke benzer bir gösteri alanı oluşturulmuş. Coşkulu bir karşılama anonsuyla oyuncular sahneye geliyor ve gösteri başlıyor. 

90 dakikalık bir süreyle tek perdeden oluşan oyun başından sonuna dek hiçbir şey anlatmıyor. Daha doğrusu, konvansiyonel bir anlatı üslubuna sahip değil. Bir şey anlatmak derdini taşımıyor. Haliyle sıradan bir tiyatro izleyicisi için epeyce zorlayıcı bir oyun olduğunu söylemek mümkün. Oyun bir anlam üretebilme işini seyirciye bırakıyor. Bunu da “hissettirme” yoluyla yapıyor. Evet, alışılageldik lineer bir olay akışı içinde anlattığı bir hikâyesi yok; ama kullandığı imgeler, yarattığı metaforlarla sezdirdikleri, oyunu anlayamadığı için kaygılanan alımlayıcının bile yüreğini ve zihnini tetikleyebiliyor. 

Onur Ünsal’ın ve Mehmet Tekatlı’nın bir an olsun düşmeyen enerjileriyle sergiledikleri oyun, efendi- köle, sömüren- sömürülen, ezen- ezilen, siyah- beyaz, kadınlık- erillik gibi tüm ikiliklerin bir temsilini sahnede görmemize olanak tanıyor. Oyunda Onur Ünsal çok konuşan, çok hareket eden, kontrol eden, hükmeden, sömüren, tahrik ve taciz eden, yöneten, kural koyanken; Stan’i canlandıran Mehmet Tekatlı sessiz, bazen sahne üzerindeki bir dekor kadar sabit, boyun eğen, sömürülen, yönetilen ve itaatkâr olan şeklinde konumlanıyor. Ancak aslında sahne üzerinde iki negatifin çarpışmasını izliyoruz. Çünkü ikisi de masum değil. Hatta oyunu bir bireyin kendi içindeki alt ve üst benliklerinin sahnelenmesi olarak yorumlamak da bazı açılardan mümkün olabiliyor. 


Oyunda bir leitmotive şeklinde sürekli tekrarlanan Habil- Kabil miti var. Bu mit aynı zamanda oyunun iskeletini oluşturuyor. Bu mit, Tevrat’tan alıntıyla gösteri sahnesinin arkasındaki barkovizyona oyun sürecinde birkaç kez yansıtılıyor. Sözleri de Onur Ünsal’dan müzikli bir şekilde ve İngilizce olarak dinliyoruz: “Rab, Kabil’e ‘Kardeşin Habil nerede?’ diye sordu. Kabil, ‘Bilmiyorum, kardeşimin bekçisi miyim ben?’ diye karşılık verdi. Rab, ‘Ne yaptın? Kardeşinin kanı topraktan bana sesleniyor.’ dedi.” Oyun bu mitten de hareketle Onur Ünsal ve Mehmet Tekatlı’nın ikili zıtlıklar üzerine kurulu ilişkileriyle erkek öznenin efendi- köle mekanizmasına tapınmasını anlatıyor. Efendinin köleye, kölenin efendiye muhtaç olduğu; ikisinin de varoluşlarını birbirlerinin üzerinden tanımladığı bir mekanizma bu. Oyunda kaçma eylemini reddeden Stan, bu mekanizmanın çizdiği çemberden çıkmayı da istemiyor. Çünkü çıkarsa başka bir varoluş sancısı başlayacaktır. Ayrıca bu sirkvari şova katılmazsa zaten yaşamanın da bir anlamı olmayacaktır. Bu kulağa tuhaf gelen çelişkiyi politik konjonktürün içinden okuduğumuzda yaşamakta olduğumuz siyasi çelişkiler de aydınlanıyor, daha doğrusu oyunla ifşa oluyor sanki. Zaten Fildişili oyun yazarı Koffi Kwahule’nin de dertlerinden biri gösteri toplumunun sadece tüketen bireyini, eril dilini, iç çatışmalarını ve çelişkilerini, zıtlıklarını deşifre etmek, ifşasını sağlamaktır. 

Oyun yazarı, akademisyen ve kuramcı Beliz Güçbilmez, iyi bir oyunda biçim ve içeriğin çok iyi hemhal olması gerektiğinden dem vurur. Hatta öyle ki bu biçim ve içeriğin hemhâl durumunu şekerli su metaforuyla anlatır. Bir şekerli su da görünmeyen ama tadı gelen, hissedilen şeker gibi içeriğin de biçimin içinde yok olması ya da daha doğrusu o denli uyumlu olması gerektiğini anlatır. Dıkşın: Büyük Şans oyunu da şüphesiz ki böyle bir oyundur. Performansta oyuncuların kıyafetlerinden, mizansenlerine kadar absürt ve grotesk bir dil hâkim. Böyle bir metin, zaten ancak bu şekilde aktarılabilirdi. Kullanılan kara mizah dil de oyunla seyirci arasındaki gerekli mesafeyi ayarlayan ölçüde. Mizah dili, oyunun bazı aşamalarında yerel güncellemelerle güçlendirilmiş. Onur Ünsal’ın seyir alanının sınırlarını esnetip seyircilerin arasına katılması, bazı replikleri salonun en arkasına geçerek, hatta bazen seyirci koltuklarının olduğu alandaki trabzanlara tutunarak söylemesi oyunun dinamikliğini arttırırken seyircinin zaman zaman dağılan dikkatini de toparlıyor. Bu anlamda iyi bir sahne kullanımının olduğunu söylemek mümkün. 

Sahne üzerindeki iki karakterin de birbirinden günahkâr ve olumsuz olduğundan bahsetmiştim. Elbette çoğu zaman yaptığımız gibi oyunda mazlum taraftaki karakterden yana tavır alma eğilimi sergiliyoruz. Ezilenle empati kurmakta daha çok marifet gösteriyoruz. Zaten oyunun üslubu o kadar ağır, mütecaviz ve rahatsız edici ki bazen buna mecbur kalıyoruz. Ancak karakterler arasında sado- mazoşist bir ilişkinin varlığı da hissediliyor. Stan’in tercih ettiği pasif tavır alımlayıcıyı son derece rahatsız edebiliyor. Oyunun bu anlamda provakatif ve politik bir eğilimi olduğu söylenebilir. Stan güçsüz biri. Güçsüz olmayı tercih etmiş biri. Ezenle tuhaf ve çelişik bir iş birliği içinde olduğu söylenebilir. Kendine gelmeye, düzeni bozmaya, var olanı alt üst etmeye, şovu bitirmeye de niyeti yok. Olması gereken, olması gerektiği gibi oluveriyor. Bu anlamda Stan son derece konformist bir tutum içinde. Oyunun politik söylemi burada devreye giriyor. Oyun, rahatça empati kurduğumuz, aslında bizim ta kendimiz olan Stan’i, bize ifşa ediyor. Güçlenebilmek için güçsüzlüklerimizi görmek, o güçsüzlüklerimiz hakkında cesaretle düşünebilmek, konuşabilmek gerekiyor. Oyunun bizi verdiği rahatsızlıklarla bizde tetiklediği nokta tam da burası oluyor. Güçsüzlüklerimizi konuşmamıza engel olan sistem, bizi içine hapsedecek ve bir adım ötesine geçmemizi engelleyecektir. 

Oyunda Onur Ünsal, biraz bir sirk palyaçosunu biraz da apoletli bir komutanı andıran gösterişli elbiseler içinde görünüyor. Bazen çıplak, bazen de kıpkırmızı sabahlığıyla izliyoruz. Kıyafet tasarımı metnin grotesk diline ve Onur Ünsal’ın canlandırdığı karaktere son derece uyumlu. Belki de her birimizi simgeleyen, Mehmet Tekatlı tarafında canlandırılan Stan karakterinin kostümü ise daha sıradan ve gündelik. Bizim gibi… Çünkü Stan yanımızda, yöremizde yaşayan hiçbir şeye sesini çıkarmayan, çok iyi tanıdığımız, çok iyi bildiğimiz, her şeyden korkan bir kentli. Aslında herhangi birimiz. Stan kendini iktidar sahibi egemen üzerinden tanımlarken egemen olan da Stan’e ihtiyaç duyuyor. Çünkü onun varlığının garantörü de Stan. Bu açıdan Dıkşın: Büyük Şans Hegel’in “efendi- köle diyalektiğine de eleştirel bir göndermede bulunuyor. Bir kurşununu da onun için sıkıyor.

Oyun bildiğimizi görmemizi sağlıyor. Sirk düzeni içindeki kendimizi. Kendi güçsüzlüğümüzle tanıştırıyor bizleri. Bir şey söylemeden… Provakatif eylemleriyle yalnızca hissetmemizi sağlıyor. Ve sonra dıkşın! İçimizdeki Stanleri öldürmek niyetiyle izlemeli bu oyunu. Efendisine tapınan Stan parçalarını yok edebilme şerefine…

( Not: Fotoğraflar Moda Sahnesinin resmî internet sitesinden alınmıştır. )


   




Devamını Oku

21 Ekim, 2024

Festivaller ve Sergilerle Geçen Bir Ekim

Festivaller ve Sergilerle Geçen Bir Ekim

Eda Çamlı  |  Ed. Seda İstifciel

Haftalık Sanat Haberleri (21 Ekim-4 Kasım) :

Sahne İstanbul’un: Tiyatro Festivali Perdelerini Açıyor

İKSV tarafından 28. kez düzenlenen İstanbul Tiyatro Festivali, 22 Ekim – 19 Kasım tarihleri arasında sanatseverlerle buluşacak. Küratörlüğünü tiyatro dünyasının önde gelen isimlerinden Mehmet Birkiye’nin üstlendiği festival, 5 uluslararası, 14 yerli yapım ile tiyatro, dans ve performans sanatlarının en iyi örneklerini sahneleyecek.

Festivalde Şahika Tekand, Ebru Nihan Celkan, Yiğit Sertdemir ve Özen Yula gibi usta isimlerin prömiyerleri yapılacak. Ayrıca Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatro Teşvik Ödülü ve İKSV Genç Sanatçı Fonu ile desteklenen üç yeni oyun da izleyiciyle buluşacak.

Dünya tiyatrosunun öne çıkan yapımları arasında Thomas Ostermeier’in “III. Richard”, Declan Donnellan’ın “Hamlet” ve Nikita Milivojević’in “Macbeth”i dikkat çekiyor. Fransa’dan Comédie-Française, Avignon Festivali direktörü Tiago Rodrigues’in yönettiği “Hekabe, Hekabe Değil” ile sahne alacak. Japonya’dan Sankai Juku’nun butoh gösterisi “Utsushi” de festivalin önemli etkinlikleri arasında.

Festivalin özel yapımı “İstanbul Mon Amour / Senden Bana Hayır Gelmez Güzel İstanbul” ise şehrin farklı mekânlarında sahnelenecek ve tiyatro severleri unutulmaz bir yolculuğa çıkaracak. Bülent Şakrak, Okan Yalabık ve Funda İlhan’ın performanslarıyla Beyoğlu’nun üç farklı mekânında izlenebilecek bu etkileyici proje, 8-9 Kasım tarihlerinde gerçekleştirilecek.

  Peter Zimmermann’dan Dijital ve Dokunsal Bir Yolculuk

Dijital çağın görsel ve dokunsal dünyalarını yeniden yorumlayan Peter Zimmermann, Contact adlı yeni sergisiyle 24 Ekim–24 Kasım tarihleri arasında Dirimart Dolapdere’de sanatseverlerle buluşuyor. Zimmermann’ın galerideki altıncı kişisel sergisi olan Contact, sanatçının 2019-2024 yılları arasında ürettiği, dijital tekniklerle şekillendirilmiş yağlıboya resimlerden oluşuyor.

Zimmermann, sergisinde modernizmin ve Colour Field akımının etkilerini taşıyan bir sanat pratiği sunuyor. Sanatçı, buluntu görselleri —fotoğraflar, film kareleri, diyagramlar gibi— topluyor ve grafik algoritmalar kullanarak bu görselleri dijital ortamda işliyor. Görseller, süreç sonunda tanınmaz hale getiriliyor ve ardından epoksi ile tuvale aktarılıyor. Böylelikle hem dijital hem de geleneksel yöntemlerin birleştiği bir sanat dili yaratılıyor.

Bu soyut ve dijital temelli eserlerde Zimmermann, fırça veya parmak darbeleriyle oluşturduğu yüzeylerle, izleyiciyi dijital ve dokunsal algı arasındaki bağları keşfetmeye davet ediyor. Contact, teknoloji ile sanatı bir araya getirerek, dijital şablonların ve fiziksel müdahalelerin uyumunu inceliyor. Sergi, görme ve dokunma duyusu arasındaki ilişkiyi irdeleyerek dijital çağın sanat anlayışını yeniden sorguluyor.

Sanatçının tuval üzerindeki epoksi uygulamaları ve parlak renkleri, hem modern hem de post-dijital bir estetik sunarken, izleyiciyi dijitalleşmiş dünyada sanatın maddesel yönlerini düşünmeye sevk ediyor. Zimmermann’ın benzersiz yaklaşımı, görsel algının sınırlarını zorlayarak, sanat eserlerinin dokunulabilir ve deneyimlenebilir olduğunu hatırlatıyor.

Contemporary Istanbul 2024

Türkiye’nin uluslararası çağdaş sanat fuarı Contemporary Istanbul’un 19. edisyonu, 23-27 Ekim 2024 tarihleri arasında Tersane İstanbul’da sanatseverlerle buluşacak. Akbank ana partnerliğinde gerçekleşecek fuar, bu yıl 14 ülkeden 53 galeriye ev sahipliği yapacak. Fuarın önizleme günü 23 Ekim’de başlayacak ve genel ziyaret günleri ise 24-27 Ekim tarihleri arasında gerçekleşecek. Toplamda 503 sanatçının 809 eseri ziyaretçilerin beğenisine sunulacak.

Bu yılki fuarın konuk ülke programı, İspanya, İspanyolca konuşulan ülkeler ve Latin Amerika ülkelerine odaklanıyor. Türkiye-İspanya ticari ilişkilerinde önemli rol oynayan firmaların yer aldığı Corporate Club partnerlerinin katkılarıyla gerçekleştirilecek Spain & Latin America Focus programında, Andrea Rehder Gallery (São Paulo), Berlin Galleria (Sevilla), Jorge Lopez Galeria (Valencia), Galería Jose de la Mano (Madrid) ve W Galeria (Buenos Aires) gibi önemli galeriler yer alacak.

Fuar boyunca düzenlenecek CIF Dialogues konferans programında, seçkin galerilerin yanı sıra Juan Manuel Bonet’in küratörlüğünde gerçekleştirilecek "Born in the Seventies" sergisi de izleyicilere sunulacak. Ayrıca, gelenekselleşen The Yard Açık Hava Sergisi, Cenevre’deki Musee d’Art et d’Histoire’ın direktörü ve Contemporary Istanbul’un sanat danışmanı Marc Olivier Wahler tarafından küratörlüğü yapılacak.











Devamını Oku

18 Ekim, 2024

Apokaliptik Bir Şarkı: 9/8’lik Kıyamet

Apokaliptik Bir Şarkı: 9/8’lik Kıyamet

Hakkı Yüksel  |  Ed. Seda İstifciel

Hakkı Yüksel

 

 

     “Bıraktım yangını falan! Çünkü aşk;

koca şehirler yanarken

dönüp tek kişiye bakabilmektir!”

 


     “Son gününü görmeden hiç kimseye mutluluğa ermiş demeyin.” Sophokles, Kral Oidipus tragedyasını bu cümleyle bitiriyor. Bizim kim olduğumuzu belirleyen şey eylemlerimizse eylemlerimiz nihayete erene kadar ve onların sonuçlarıyla hesaplaşana kadar kim olduğumuz da şüphelidir elbet. Öyleyse genel anlamda “insanı” tanımanın da tek yolu, insanlığın son gününe, yani dünyanın sonuna, yani kıyamete gitmektir, diyebiliriz. Zaten bunun için de öyle pek uzun bir yolumuz kalmadı.

     Mekân Sahne’nin Sezen Keser yönetimindeki yeni oyunu 9/8’lik Kıyamet, seyircisini bir kıyamet anlatısıyla yüz yüze getiriyor. Prömiyerini bu ay içinde yapan oyunda, Oğulcan Arman Uslu’nun anlatımıyla distopik bir âlemden yaklaşık yetmiş dakikalık süreyle gizemli ve soluksuz hikâyeler dinliyoruz. Bu distopya, çok uzak değil, yakın ve olası bir gerçeklikten söz ediyor. İklim kriziyle cebelleşen dünyada büyük yangınların, çaresiz hastalıkların, göçlerin, kan sıcaklarının, açlığın ve susuzluğun yaşandığı günler… İnsanoğlu var olduğu günden itibaren sarıldığı hikâyelere yine muhtaç. Din kitaplarındaki kıyamet tasvirlerine tastamam uyan bu karanlık günlerde, hiçbir ülkenin istemediği “parazitler” adı verilen büyük göçebe toplulukları da ateş başında hikâye dinleme derdinde. Oyun, Diyar adında bir gencin Roman ağzıyla, elinde darbukasıyla anlattığı, kendi hikâyelerinden ibaret. Diyar, konuşmasıyla, enerjisiyle, sesiyle, darbuka derisinin üstünde âdeta kaybolan parmaklarıyla; çok sempatik, çok içten, çok tatlı. Ama erdemli biri mi? En az karşısında oturan dinleyiciler kadar. Birlikte oyun boyu şu sorunun cevabını arıyoruz: “Bildiğimiz dünya elimizden kayıp giderken, biz kimin elini tutacak, kimlerle yan yana yürüyeceğiz?”

     Oyunun tartıştığı soru, bizi biz yapacak şeyi belirleyecek. Diyar, âşık olduğu kadın Leyla ile dünyadaki yeni düzeni çıkarlarına göre kullanıp kitleleri kontrol etmeye çalışan muhafazakâr bir hareket olan “izan” toplulukları arasında kalıyor ve oyunun çatışması buradan filizleniyor. Bazen Leyla uğruna çöllere düşen Mecnun gibi davranırken bazen de “izancıların” yanı başında biten, iflah olmaz bir konformiste dönüşüyor Diyar. Vereceği karar onun kim olacağını ve hikâyeyi nasıl anlatacağını belirleyecek. Biz de onu dinlerken kendi hikâyelerimize bakıp kendi anlatılarımızı, kendi kararlarımızı sorguluyoruz oyun boyu.

      Oğulcan Arman Uslu, oyunun başından sonuna dek kusursuz bir performans ortaya koyuyor. Seyircileri salonda boynuna astığı darbukayla kimi neşeli, kimi efkârlı şarkılarla karşılayıp herkesin yerine yerleşmesini bekliyor. Sonra da oyununa başlıyor. Genelde çok iyi oyunlarda bile prömiyer gösterilerde sorunlar çıkabilir ve oyunun demlenmesini, olgunlaşmasını beklemek lazımdır. Ancak 9/8’lik Kıyamet, Uslu’nun büyülü performansıyla sahneyi yüksek bir çıtadan açıyor. Oyun sırasında oyunculuğunun yanında enstrüman çalıp şarkı da söylemesi gereken Oğulcan Arman Uslu, performatif anlamda zorlayıcı bir iş olan Diyar karakterini temposunu bir an olsun düşürmeden seyircisiyle buluşturmayı başarıyor. Oyunun başında seyirci, Uslu tarafından hep bir ağızdan şarkı söylemeye davet ediliyor. Böylece henüz oyun başlamadan, birbirini tanımadan yan yana oturan izleyenler arasında sessel bir birliktelik yaratılıyor. Darbuka, hikâyenin ritmini belirleyen işlevsel bir araç olarak kullanılıyor. Oyunun gerilimi de, sakinliği de darbukanın tınılarıyla başarılı bir düet hâlinde ilerliyor. Oyunun dekor ve kostüm tasarımında son derece yalın tercihler yapılmış. Kostüm tasarımı Hilal Polat’a ait. Diyar’ı biraz hırpani, biraz serseri, biraz günlük bir kıyafetle görüyoruz. Sokak müzisyenliği yapan biri olarak yaşadıklarıyla, karakteriyle uyumlu bir kostümle karşımıza çıkıyor. Metindeki dönüm noktası cümleleri, ayaklı bir mikrofondan daha mekanik bir şekilde duyuyoruz. Bu cümlelerin büyük bir kısmı iktidar düzenini temsil eden “izan” topluluğuna ait olduğundan, bunları ton farkı yaratması açısından ayaklı mikrofon vasıtasıyla duymak başarılı bir tercih. Sahne düzeni içinde anlamlandıramadığım tek şey sahnenin bir köşesinde duran, üzerinde büyük bir göz resmi olan kocaman bir sırt çantası. Diyar, oyunun sonunda çantadan küçücük bir rüzgâr gülü çıkartıyor. Ben oyun boyu, oyuna hizmet edecek neler çıkacağını merak ederek çantaya bakıp durdum. Çanta belki daha işlevsel kullanılabilirdi ya da hiç olmayabilirdi. Belki varlığıyla Diyar’ın yollarda sürüklenişini simgeliyordur; ancak sahnede büyük bir yer kapladığından seyircinin dikkatini çektiğini ve bu dikkatinin de boşa düştüğünü söylemek mümkün.Oyunun yazarı Şamil Yılmaz, diğer oyunlarında olduğu gibi çok başarılı bir işe imza atmış. Oyunun anlatı matematiği o kadar güzel kurulmuş ve bu matematik seyirci üzerinde o kadar güzel işliyor ki metin büyük bir alkışı hak ediyor. Anlatı içinde sürekli bir adım sonrası için atılan kancalarla izleyenin merakı hep diri tutuluyor. Bu sayede oyundan hiç kopmuyoruz. Oyunun gerilim- zaman grafiği de çok güzel ayarlanmış. Oyunun bir yerinde Şamil Yılmaz, numarasını ifşa eden bir sihirbaz gibi, iyi bir hikâye anlatıcılığında neyin, nasıl yapılması gerektiğini, meta-kurmaca yöntemle karakteri Diyar’ın ağzından bizlere fısıldıyor. Bu fısıltı yorucu bir hikâyenin soluk noktası olarak bir tebessümle izleyenin yüzüne yapışıyor.  


     Metin, kurulan metaforlarla bugünün başarılı bir eleştirisi. Bunun yanında katmanlı yapısıyla aşkı, iktidar ilişkilerini, göçmen problemlerini, LGBTİ+ ve kimlikler üzerine yapılan kirli siyaseti, veganlığı ve iklim krizini de dengeli bir biçimde tartışmaya açıyor. Bu kadar ağır konuları 9/8’lik oynak ritimlerle aktarma fikri de yarattığı tezatlıkla hikâyeyi daha görünür bir hâle getiriyor. Oyunun oyuncu Oğulcan Arman Uslu tarafından oluşturulan müziği, kapkara bir hikâyenin karanlığını vurgulayan beyaz fon gibi. Şamil Yılmaz, bir önceki Dansöz oyununda dansı, bedenin kıvrak figürlerini kullanırken; bu oyunda da müziği ve sesi bir malzeme olarak ele almış. Dil, içinde büyüdüğü kültürü yansıtırken o kültürün sınırlarından da kolay kolay çıkamaz. Ataerkil bir sistemin ürettiği dili, içinden çıktığı sistemi yıkacak bir araç hâline getirmek çok zordur. Bu yüzden ifade, bazen dilin semantik sınırlarını aşmalı, anlam örtüsünü yırtmalıdır. Oyunun merkezindeki “darbuka” bunu çok başarılı bir şekilde yapmakta. Havaya yükselen ritimler, Diyar’ın öfkesini, kararsızlığını, hüznünü kelimelerden çok daha iyi taşıyor kesinlikle. Şamil Yılmaz’ın metninin kendi içinde de gizli bir ritmi var âdeta. Kimi yerde hızlanan, kimi yerde ağır aksak ilerleyen, bazen esler veren, tekrarlarla nakaratlar oluşturan yetmiş dakikalık bir müzik parçası gibi. Oyunda darbuka olmasaydı da seyircinin kulağına 9/8’lik bir ritim çalınıyor sanki. Kelimeler, cümleler öyle yerleştirilmiş; olay örgüsü anlatının içinde öyle bütünleştirilmiş. Elbette bu durum, ancak incelikli bir kalemin başarısıyla açıklanabilir.

İnce ince örülmüş bu apokaliptik hikâyede biz ne yapıyoruz? Kıyamet ülkemizde çoktan koptu. Biz bu kıyamette neredeyiz, kimleyiz? Kimin elini tutuyoruz? Kendi öykümüzün ritmine kulak verip bu soruları cevaplamaya davet ediyor bizi 9/8’lik Kıyamet oyunu. Dünya kıyamete sürüklenirken onu birazcık da bu sona doğru itekleyen biz miydik; yoksa hayattan yana mı tuttuk tarafımızı? Ortalık yangın yerine döndüğünde, bütün alevlere sırtımızı dönüp ilk kime bakacağız? Kendi hikâyemizi, bu sorulara vereceğimiz dürüst cevaplar şekillendirecek. Yoksa zaten hiç anlatmasak da olur.


(Not: Fotoğraflar mekan sahne instagram hesabından alınmıştır.)


Devamını Oku

17 Ekim, 2024

Mimarlık ve Dinamizm

Mimarlık ve Dinamizm

Eren Can Altay  |  Ed. Seda İstifciel

Sanat birçok kez hareketi odağına yerleştirmiş ve onu ifade etmeye çalışmıştır. Bu çaba, her ne kadar antik Yunan eserlerine kadar geri götürülebilse de, 19.yüzyılın sonu ve 20.yüzyılın başlangıcında ivme kazanmıştır.

Antik Yunan çömleklerinde olimpiyat etkinliklerini canlandırmak adına çizilen görseller, hareket hissini, etkinliğin kendi dinamizminde yakalamaya çalışmışlardır. Resmedilen etkinliğin hareketli bir aktivite olduğunun bilinmesi, o süreçten dondurulmuş bir anın çömleğe aktarılması sonrası zihnimizde hareket etmeye devam eder adeta. Disk atmakta [1]olan bir sporcunun postürü, hareketin asıl ögesidir. Esere bakan kişi, donmuş bir anı görüyor olsa da, sporcunun postürünün birbirini izleyen eylemler silsilesinin bir parçası olduğunun bilincindedir. Eser, gözlemcinin aklında bir zamansallık oluşturmayı amaçlamaktadır ve hareketi bu zamansallık içerisinde yansıtmaktadır



Peki mimari bu konudan azade bir şekilde kendi yolunu mu çizdi yoksa benzer tutumlar içerisine girdi mi? Yapısı gereği statik bir ürün olarak görülse de mimari hareketi ve dinamizmi farklı şekillerde yansıtmaya çalıştı. Elbetteki bu konuda mimarinin kendine özgü avantajları ve dezavantajları vardı. 

Öncelikle demin bahsettiğimiz farklı sekansları dondurup tek bir eserde gösterme şekli, mimaride, resim sanatında olduğundan daha farklı temellere oturur. Bunların en önemlisi, bir resim sanatçısının elinden çıktıktan ve son fırça darbesi atıldıktan sonra son haline kavuşur. Bu açıdan sanatçının dert ettiği zamansallığı ve hareketi verebilmesi için kısıtlı bir zamanı vardır. Mimarinin sanat dalları arasındaki özel konumlarından biri olmasını sağlayan özgün yapısı, mimarın elinden çıkan ve yapımı “tamamlanan” eserin oluşum ve dönüşüm yolculuğunun yeni başlamasıdır. Öyle ki mimar zamansallığı işlemek zorunda değildir. Çünkü zamansallık eseri kaçınılmaz olarak işleyecektir. Bu mimarinin fonksiyonel kaygılarının bir sonucudur çünkü yapı sadece bir imaj değil, aynı zamanda katılaşmış bir fonksiyondur. Mimari bir ihtiyacın donmuş halidir ancak sanat ile dansı bu dondurulmuş formu yontmayı ihmal etmez. Goethe’ye ithaf edilen “Mimari donmuş müziktir.” sözü de bu statik-dinamik kavgayı kendi içerisinde barındırır gibidir. 

Mimarinin de hareketi ya da dinamizmi vermek için kendi yöntemleri vardır. Renk, hacim, yapı elemanlarının hiyerarşisi ve zamansallık bu uygulamaların temellerini oluşturur. 


RENK:

Hacim ve hiyerarşiden farklı olarak, renk, eserin özünde tek başına bir hareket yaratmaz çoğunlukla. Kendinden ziyade çevresine ve bağlamına bağlı olan renk, dinamizmi tezatlıkları kullanarak yaratır. Her ne kadar aykırı, patlak bir renk kullanılırsa kullanılsın, tüm çevre ile aynı aykırılığa sahip olan bir yapının cephesi herhangi bir dinamizm yaratmayacaktır. Ancak alışılagelmiş monoton ya da varolan birbiriyle uyumlu bir yapı stoğunun olduğu bir ortamda renk olarak farklılaşan yapı, kent peyzajında bir farklılık yaratır.

HACİM:

Özellikle yapı teknolojisinin gelişmesi ve dekonstrüktivist mimarinin nazaran görünür kılınması, yapıların hacimsel olarak farklılaşmasının önünü oldukça açtı denilebilir. Herhangi bir bağlama kendini yamama gerekliliği duymayan bu stil, kentsel kurgunun oldukça dışında hacimsel denemeleri ile tamamen yeni bir dinamizmi şehirlere kazandırdı. Küçük ölçekli örneklerine çok sık rastlanamasa da, büyük ölçekli örnekleri içerisinde yer aldı kent mekanını adeta yırtar derecede dinamik bir mimari dil oluşturur. 

HİYERARŞİ:


Geleneksel olarak da en çok kullanılagelen bu yöntem aslında mimarinin temellerini oluşturuyor denebilecek kadar temel bir kavramdır aslında. Bir elemanın yapı bütünü içerisinde tutarlı bir tekrara tabi tutulması sonucu ortaya çıkan hareket, çoğu zaman bir yapıyı beğenip beğenmememizdeki temel etkenlerden biridir. Yapı cephesinde yapılan süsleme tekrarları, pencere sıralarının düzenli yapısı, yapının sokağa bakan yüzünde çeşitli hiyerarşiler oluşturabilir. Ancak hiyerarşik tutumları sadece görsel birer makyaj olarak görmek yetersiz kalacaktır. Zira, tekrar eden elemanlar mekana yayıldığı zaman perspektif oyunları yaratırlar. Artık hiyerarşik dinamizm iki boyutlu bir yüzey değil ancak kullanıcının içerisinde gezebildiği optik bir oyundur.

 Aslında aynı tür bir 3 boyutluluk hacimde de karşımıza çıkar ancak kullanıcı üzerindeki etkilerinin aynı olduğunu iddia etmek biraz zordur. Hacim mekansal bir zenginliği kullanıcıya hissettirirken, hiyerarşik tekrar, mekansal kaliteye ek olarak görsel ilizyonlar da yaratır. Perspektif ile desteklenen bu ilizyonlar, yapının derinliğini kullanıcının üzerine yıkar adeta. 


ZAMANSALLIK

Bahsedeceğim son çeşit olan zamansallık, belki de mimariyi diğer sanatlardan ayıran en temel özelliktir. Çünkü artık eser, sahibinden bağımsız olarak dönüşmektedir. Yapının cephesindeki eskimeler, dökülmeler inşa sürecinin bitimindeki yapıdan farklı bir estetik oluşturmuştur. Ancak bu dönüşümün, tasarımsal anlamda bir dinamizm yarattığından tam olarak bahsedilemez. Şayet bu eski yapılara güncel ekler yapılırsa, özgün bir dinamizmden bahsetmeye başlayabiliriz. Tasarım kararları görece statik olsa dahi dışarıdan bakan bir göz, tıpkı Duchamp’ta ve Marey’de olduğu gibi süreci tek ve sürekli bir şekilde aynı tuvalde görür. Kötü bir tasarım olsa dahi yapı kendi içerisinde bir dinamizme sahip olacaktır ki, iyi bir tasarım örneği olan ek yapı, eski esere değer katacak ve haddi olmamasına rağmen onu dönüştürecektir. 


Kaynaklar:

https://www.acmi.net.au/works/99818--graphic-arab-horse-gallop-1887/ (Kapak Görseli)

https://en.wikipedia.org/wiki/Nude_Descending_a_Staircase,_No._2  (Marcel Duchamp)

Referans verilmeyen görseller yazara aittir.

Görsel Bilgisi:
1 Marcel Duchamp_Nude Descending a Staircase, No. 2 (Merdivenden İnen Çıplak)
2 Haydar Aliyev Kültür Merkezi _ Bakü / Azerbaycan
3 Kutubbiya Camii_Marakeş / Fas
4 Bergama Müzesi _ Belin / Almanya


Devamını Oku