Hakkı Yüksel | Ed. Seda İstifciel
Yunan yönetmen Anestis Azas’ın “The Dogs” (Yunanca: Ta Skylia) adlı eseri, çağdaş tiyatronun sınırlarını zorlayan, derinlemesine düşündüren ve toplumsal eleştiriyi estetikle harmanlayan bir yapıt olarak karşımıza çıkıyor. 2024 yılında Atina Epidaurus Festivali’nde sahnelenen oyun, Yunanistan'da Arahova köyünde yaşanan gerçek bir olaydan esinlenerek (Twist adlı evcil bir köpeğin turistik Yunan köyünde vahşice öldürülmesi vakası), sokak köpeklerinin maruz kaldığı şiddeti, bu şiddetin toplumsal kökenlerini, insan- hayvan ilişkilerini ve iktidar mekanizmalarını sorguluyor.
İstanbul'un yeni sanat merkezi Paribu Art’ın açılış performansı olarak sahnelenen The Dogs, Türkiye'deki sokak köpekleri tartışmalarına ışık tutuyor. Oyunu, iktidarın bu tartışmalar içinden ürettiği yeni söylemler bağlamında okumak ise performansın politik derinliğini şüphesiz katlıyor.
Oyun, geleneksel dedektif hikâyesi kalıplarını ters yüz ederek ilerliyor. Olay örgüsü, “emekli” bir K9 polis köpeği ve yoldaşı Büyük İskender'in, Twist adlı köpeğin ölümünü araştırmak üzere farklı köpek ırklarından oluşan bir dedektif birliği kurması etrafında şekilleniyor. Bu yapı, izleyiciyi insan merkezci olmayan bir bakış açısıyla tanıştırırken, geleneksel adalet anlayışını da sorgulamaya davet ediyor.
Azas'ın anlatımı, belgesel tiyatro ile Aristofanesvari yergiyi birleştirerek gerçek ile kurgu arasındaki sınırları bilinçli olarak bulanıklaştırıyor. Oyundaki köpek karakterler dedektif rolü üstlenmekle beraber, aynı zamanda filozof ve aktivist kimlikleriyle de toplumsal eleştirilerini dile getiriyorlar. Bu yaklaşım, oyunu sıradan bir hayvan hakları savunusunun ötesine taşıyarak şiddet, adalet ve etik sorumluluk gibi evrensel temalarla buluşturuyor. Oyunun gücü, tam da bu türler arası bakış açısından kaynaklanıyor. İnsan olmayan karakterler aracılığıyla, insanlık durumuna dair yabancılaştırıcı bir efekt yaratılıyor ve seyirci kendini “ötekinin” perspektifinden görme fırsatı buluyor. Bu teknik, oyunun politik etkisini önemli ölçüde güçlendiriyor.
Biyoiktidar ve Hayvan Bedenlerinin Disiplin Altına Alınması:
Foucault'nun iktidar kavramını “The Dogs” oyununa uyarladığımızda, karşımıza çarpıcı bir analiz çerçevesi çıkıyor. Foucault'ya göre iktidar, merkezi olmayan, ağ şeklinde işleyen ve toplumsal ilişkilerin her katmanına nüfuz eden bir mekanizmadır. “The Dogs” oyunu, tam da bu mekanizmaların insan olmayan bedenler üzerindeki işleyişini gözler önüne seriyor.
Foucault'nun biyoiktidar kavramı, modern devletin nüfusu ve bireyleri yönetme sanatını ifade eder. “The Dogs” oyunu, bu kavramın sadece insan bedenleriyle sınırlı olmadığını gösteriyor. Twist adlı köpeğin öldürülmesi, iktidar mekanizmalarının hayvan bedenleri üzerindeki kontrolünün en uç tezahürü olarak karşımıza çıkıyor. Oyun, hayvanlara yönelik şiddetin, iktidarın yaşam ve ölüm üzerindeki mutlak hakkının bir göstergesi olduğunu ima ediyor. Oyunun dedektif köpekleri, aynı zamanda birer “iktidar eleştirmeni” işlevi görüyor. İnsanların kayıt tutma, sınıflandırma ve kontrol etme dürtüsünü yansıtarak bu pratiklerin absürtlüğünü gözler önüne seriyorlar. Foucault’nun “dışarısının sesleri” olarak nitelendirebileceğimiz bu karakterler, yerleşik iktidar yapılarını altüst ediyor.
Söylem ve Hakikat Rejimleri
Gerçek nedir? İnsanlık gerçeğe kuşkuyla bakmaya, gerçekle arasına bir mesafe koymaya çoktan alıştı. Gerçeği, daha doğrusu önümüze “gerçek” diye sunulan illüzyonu sorgulamadan kabullenmek yalnızca bir yanılgıdan ibaret olur. Foucault da, hakikatin belirli söylemler aracılığıyla inşa edildiğini öne sürer.
“The Dogs” oyununda, Twist'in ölümüne dair iki rakip anlatı bulunuyor: Bir yanda resmî polis raporunun iddia ettiği “vahşi sokak köpekleri” teorisi (ki bu teori medyanın desteğiyle de organize bir şekilde pekiştiriliyor), diğer yanda köpek dedektiflerin ortaya çıkardığı “insan şiddeti” gerçeği. Bu ikilik, iktidarın hakikat üretme mekanizmalarını ve resmî söylemlerin şiddeti nasıl örtbas edebildiğini gösteriyor.
Oyunda iktidarın gerçeği inşa ederken kullandığı medya araçlarının sahnelemesindeki insan karakterlerin maske kullanımıyla canlandırılması, insan kimliğinin bir performans olduğu fikrini destekleyerek sabit bir “insan doğası” kavramını sorgulatıyor. Bu yaklaşım, Foucault’nun öznenin tarihsel olarak inşa edilmişliği fikriyle de paralellik gösteriyor.
İnsan- Hayvan İkiliğinin Yapı Bozumu
“The Dogs”, insan merkezci bakış açısını sistematik olarak sorgulayarak, post- hümanist bir perspektif sunuyor. Oyundaki köpek karakterler, sadece insanları taklit eden varlıklar olmanın ötesinde, kendi özerk dünyalarına, etkileşim biçimlerine ve adalet anlayışlarına sahipler. Bu durum, geleneksel hiyerarşik tür anlayışını yapı bozuma uğratıyor.
Oyunun en güçlü yanlarından biri, hayvanları insanlaşmış varlıklar olarak değil, kendi türsel özellikleriyle; ama aynı zamanda karmaşık düşünme yeteneğine sahip bireyler olarak temsil etmesidir. Bu yaklaşım, insanları “doğanın efendileri” olarak gören geleneksel perspektifi radikal bir şekilde sorguluyor.
Oyun, hayvanlara yönelik şiddet ile ekolojik tahribat arasındaki bağlantıyı ima ederek, eko- eleştirel bir okumaya da olanak tanıyor. Oyundaki “Bugün köpeğe yapılan yarın bize de yapılır.” haykırışı, tüm canlıların birbiriyle bağlantılı olduğu ekolojik bir etiğin habercisidir. Bu bağlamda “The Dogs”, insanların doğa üzerindeki tahakkümünün, nihayetinde insanların birbirleri üzerindeki tahakkümüne nasıl zemin hazırladığını gösteriyor.
Yenilikçi Anlatım Biçimleri
“The Dogs” oyununun sahneleme anlayışı, geleneksel anlatıların ötesine geçen, minimalist ve son derece sembolik bir yaklaşım sergiliyor. Sahne, adeta bir laboratuvar veya mahkeme salonu soyutlamasıyla kuruluyor.
Dekor olarak kullanılan büyük, yekpare ve steril platformlar veya kalın jimnastik minderleri, oyun alanını sınırlandırıyor ve sahnede bir kapalı kutu hissi yaratıyor. Bu, köpeklerin (ve dolaylı olarak insanların) içinde sıkışıp kaldığı toplumsal/ sistemik düzeneği metaforik olarak temsil ediyor. Mizansenlerdeki bu minimalizm, seyircinin dikkatini olay örgüsüne veya karakterlere değil, fikirlere ve ilişkilere odaklanmasını sağlar. Karakterlerin bu minimalist mekân içindeki yer değiştirmeleri, iktidar ilişkilerinin ve ittifaklarının haritasını çiziyor.
Oyunun belki de en çarpıcı yanı, oyuncuların köpekleri canlandırırken insan bedenini aşan bir fiziksel performans sergilemeleridir. Bu, salt bir “taklit” olmanın ötesinde, öznenin bedensel ifadesi olarak karşımıza çıkıyor. Omurgalarının eğriliği, baş hareketleri, ani refleksler ve sesten önce gelen bedensel tepkiler, seyirciye “köpek olma halini” hissettiriyor. Burada seyircinin, “insan” oyuncuların “köpek” rollerini oynamasıyla, gündelik algısı bozuluyor ve alımlayıcıya hayvanlık durumuna eleştirel bir mesafeden bakma fırsatı sunuluyor. Bu mizansenler, Foucault'nun bedenin iktidar tarafından biçimlendirilmesi ve disipline edilmesi kavramını da sahne üzerinde somutluyor.
Oyunun Yunanca, İngilizce ve Türkçe olarak sahnelenmesi ve üst yazıyla desteklenmesi, onu çok kültürlü bir yapıt haline getiriyor. Bu çok dillilik, sadece pratik bir çözüm olmanın ötesinde, kültürel sınırların aşılmasının ve evrensel bir anlatının simgesi olarak işlev görüyor.
Panagiotis Manouilidis'in bestelediği müziklerin canlı olarak icra edilmesi, oyunun dinamizmini artırıyor. Canlı müzik, sahne aksiyonlarıyla doğaçlama bir etkileşim içine girerek, oyunun dokunsal ve duyusal boyutunu güçlendiriyor. Müziğin etkisi ve öyküye başarılı entegresi sayesinde oyun bir ritüel havaya bürünüyor. Müzik, sadece atmosfer yaratmakla kalmıyor, anlatıcı rolü de üstleniyor. Örneğin, gerilim anlarında yükselen deneysel sesler veya dedektiflik sahnelerinde kullanılan azılı film noir müzikleri, olayın ruh halini doğrudan seyirciye geçiriyor. Bu canlı performans, oyunun dokunulmazlığını ve şimdilik hissini güçlendiriyor. Oyunun ses tasarımı, anlatımın merkezinde yer almakla birlikte duygusal olduğu kadar politik de bir işleve sahip. Oyuncuların çıkardığı homurtular, hırıltılar, havlamalar ve çığlıklar, geleneksel diyalog anlayışının yerini alıyor. Bu sesler, salt bir taklit olmanın ötesinde, şiddetin, acının ve iletişim çabasının ham, arızalı ifadeleri olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle Twist'in ölüm anını anlatan sahnede, seslerin koreografik bir düzenle kullanılması, seyircide travmatik bir deneyim yaratıyor. Bu sessellik, insan dilinin sınırlarını aşarak, iktidar söyleminin dışında kalan bir ifade alanı yaratıyor. Foucault'nun “dışarısının sesleri” dediği şey aslında tam da budur: Sistematik dilin kaydına giremeyen, bedensel ve ham olan. Bunu sahnede somut bir şekilde gözlemleyebiliyoruz.
Politik Bağlam
“The Dogs” oyunu, kapitalist sistemin hayvanları meta olarak gören yaklaşımını eleştiriyor. Oyunda, “parayla alınıp satılan cins köpekler” ile “sokak köpekleri” arasındaki ayrım, kapitalizmin değer hiyerarşilerini nasıl inşa ettiğini gösteriyor. Bu eleştiri, özellikle tüketim toplumunun hayvanlara yaklaşımındaki çelişkileri ortaya seriyor.
Oyun, hayvanların sadece estetik veya fonksiyonel ihtiyaçlar doğrultusunda değerlendirilmesini eleştirirken, kapitalizmin faydacı mantığını da sorguluyor. Bu bağlamda, oyunun sadece hayvan haklarına değil, anti- kapitalist bir söyleme de sahip olduğunu söyleyebiliriz.
Oyunun Yunanistan'da sahnelenmesi ama aynı zamanda Türk oyuncu Cem Yiğit Üzümoğlu'nu kadrosunda bulundurması, göçmenlik ve kültürel ötekilik temalarını da gündeme getiriyor. Özellikle Üzümoğlu'nun yurt dışı yasağı nedeniyle oyunun Türkiye'ye gelmek zorunda kalması, oyunun politik bağlamını daha da zenginleştiriyor.
Oyunun çok dilli yapısı, kültürel sınırları aşan bir dayanışma fikrini temsil ediyor. Bu durum, özellikle günümüzün göçmen karşıtı ikliminde, “alternatif bir birlikte yaşama modeli” önermesi açısından önem taşıyor.
Oyunda hayvanlara şiddet uygulayan karakterlerin motivasyonlarının daha ayrıntılı ele alınması şiddetin psikolojik ve toplumsal kökenlerine daha fazla ışık tutabilirdi. Türkiye sahnelemesinde ülkemizdeki hayvan hakları mücadelelerine dair spesifik göndermelerle yapılacak ufak revizeler oyunun yerel bağlamla ve Türkiye seyircisiyle kurduğu ilişkiyi daha da güçlendirebilirdi. Oyunda sürekli yüksek seviyede seyreden duygusal ve sessel yoğunluk, seyirciyi zaman zaman duyarsızlaştırma riski taşıyabilir. Bazı noktalarda “sessizlik anları”nın daha stratejik yapılandırılması, etkiyi daha da kuvvetlendirebilirdi. Bu tarz çok ufak dramaturjik revizelerle tek perdelik ve yaklaşık 90 dakika süren oyun daha destansı bir başarıya imza atabilirdi.
Belgesel tiyatro ve kurgusal anlatı arasında gezinen benzersiz formuyla kara mizahı ustaca kullanan “The Dogs” Oyunu, seyircisini “ötekinin” sesine kulak vermeye, iktidar mekanizmalarını sorgulamaya ve daha adil bir dünyanın mümkün olabileceğini hayal etmeye davet ediyor. Sahneleme teknikleri ve seyirciyle kurduğu zekice ilişki sayesinde, sıradan bir politik tiyatro oyunu olmanın çok ötesine geçiyor. Teorik bir metni, bedensel ve duyusal bir deneyime dönüştürerek felsefe ile sanatı, politika ile duyguyu birleştiren, çok katmanlı ve unutulmaz bir çağdaş tiyatro şaheseri olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye bağlamında ise, hayvan haklarının yanı sıra şiddet, ötekilik ve adalet üzerine düşünmek için güçlü bir katalizör işlevi görüyor.
Not: Yazıdaki fotoğraflar bilet satış platformlarından (biletix, tiyatrolar.com vs.) alıntıdır.