BLOG

/ Blog
19 Ağustos, 2024

Duyular ve Mekân: Beyoğlu'ndan Sahneye, Zamanın İzleri

Duyular ve Mekân: Beyoğlu'ndan Sahneye, Zamanın İzleri

Eda Çamlı  |  Ed. Murat Kadaş

Şimdi Beyoğlu

Beyoğlu’nun tarihi ve kültürel dokusunu yeniden yorumlayan “Şimdi Beyoğlu” sergisi, İstiklal Sanat Galerisi'nde sanatseverlerle buluşuyor. 16 Ağustos - 30 Eylül tarihleri arasında ziyaret edilebilecek bu özel serginin küratörlüğünü Aslı Bora üstleniyor.

Sergide yer alan sanatçılar arasında M. Tahir Akkurt, Orçun Beslen, Pınar Bora, Atilla Dur, Cüneyt Işık, Mesut İkinci, Joel Menemşe, Cemal Yiğit Sütçü, Merve Yenigeldi ve Işıl Çelik bulunuyor. Bu isimler, Beyoğlu’nun çok katmanlı yapısını ve mekânın geçmişle olan ilişkisini irdeleyen eserleriyle izleyiciyi düşünsel bir yolculuğa davet ediyor.

Aslı Bora’nın küratörlüğünü yaptığı sergide, mekânın sadece bir arka plan olmadığını, bireyler ve topluluklar üzerinde sürekli etki eden dinamik bir varlık olarak ele alındığını görüyoruz. Sergi, Henri Lefebvre'nin "Mekânın Üretimi" kavramını temel alarak, Beyoğlu’nun yaşayan, nefes alan bir organizma olarak nasıl sürekli yenilendiğini ve dönüştüğünü gözler önüne seriyor.

“Şimdi Beyoğlu”, tarih ve bugünü iç içe geçiren bir bakış açısıyla, Beyoğlu’nun kültürel belleğini ve günümüzle olan bağlantısını keşfetme fırsatı sunuyor. İzleyiciyi İstiklal Caddesi’nin ritmiyle buluşturan sergi, bu ikonik semtin güncel kültürel doğasını sanat eserleri aracılığıyla deneyimlemeye davet ediyor.


Görsel, DHA resmi web sitesinden alınmıştır.

Beyoğlu Günlükleri

İstanbul’un tarihi dokusuyla ünlü semti Beyoğlu, bu yaz "Beyoğlu Günlükleri" etkinlik serisiyle kültür ve sanatı bir araya getiriyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Dairesi Başkanlığı ve Beyoğlu Belediyesi’nin ortaklığında gerçekleşen bu program, Terra Santa Manastırı, Fransız Yetimhanesi, Casa Botter ve Narmanlı Han gibi tarihi mekânlarda sanatseverlerle buluşacak.

"Beyoğlu Günlükleri," 15 Ağustos'ta Terra Santa Manastırı'nda, Türk müziğinin sevilen isimlerinden Vedat Sakman’ın vereceği konserle start alacak. Sakman'ın nostaljik ezgileri, manastırın mistik atmosferiyle birleşerek izleyicilere unutulmaz bir akşam yaşatacak. Program kapsamında, 22 Ağustos’ta Didem Balık ve 29 Ağustos’ta ise İrem Arslan, caz tınılarıyla Terra Santa Manastırı’nın tarihi duvarlarını yankılandıracak.

Fransız Yetimhanesi, klasik müzikseverler için unutulmaz bir deneyim sunacak. 18 Ağustos’ta keman sanatçısı Can Özhan ve Lepidus Ensemble, yetimhanenin tarihi atmosferinde sahne alacak. 25 Ağustos'ta ise Eda Baba, dinleyicilere duygusal bir müzik ziyafeti sunacak.

Casa Botter ve Narmanlı Han ise sürpriz programlarıyla cuma ve cumartesi günleri etkinliklere ev sahipliği yapacak. Bu tarihi mekânlarda gerçekleşecek özel etkinlikler, katılımcılara hem sanatsal hem de mekânsal anlamda zengin bir deneyim sunmayı hedefliyor.


Görsel, kultursanat.istanbul resmi web sitesinden alınmıştır.

Fuerza Bruta Wayra

Yapı Kredi’nin 80. yıl etkinlikleri kapsamında düzenlenen ve akrobasinin, tiyatronun, dansın ve müziğin bir araya geldiği yılın en büyük gösterisi “FUERZA BRUTA WAYRA,” Volkswagen Arena’da izleyicileriyle buluşmaya hazırlanıyor. Dünya çapında 34 ülkede, 5.000’den fazla performansla 6 milyondan fazla izleyiciye ulaşan bu dinamik ve etkileyici gösteri, İstanbul’da da unutulmaz anlara sahne olacak.

Fuerza Bruta, izleyenleri adeta hipnotize eden 360 derece sahne tasarımıyla, gerçekliğin sınırlarını zorlayan ve izleyiciyi tamamen içine çeken bir deneyim sunuyor. Gösteri boyunca izleyicilerin yalnızca birkaç santimetre yukarısında gerçekleşen nefes kesici performanslar ve akıllara durgunluk veren görsel efektler, adeta bir illüzyon dünyasında kaybolmanıza neden olacak. Hiçbir sözün olmadığı bu benzersiz performans, izleyicileri ilham verici bir yaratıcılık atmosferine davet ediyor.


Görsel, paso resmi web sitesinden alınmıştır.

Hungarikonlar

Ünlü Macar gazeteci Tamás Kárpáti'nin kişisel koleksiyonundan derlenen "Hungarikonlar" sergisi, Tekirdağ'da sanatseverlerle buluşuyor. 31 Ağustos'a kadar ziyaret edilebilecek olan bu sergi, Macar kültürünün önemli figürlerine ait yaklaşık 200 şahsi eşyayı sanat eserlerine dönüştürüyor.

Sergi, Oscar ödüllü bir yönetmenin papyonundan yapılmış tablo, Zsolnay fabrikasının kurucusunun fırın küreği, Nobel Ödülü sahibi Katalin Karikó'nun pipeti gibi sıradışı objelerle dikkat çekiyor. Bu eşyalar, seçkin Macar sanatçılar tarafından heykel, resim ve enstalasyonlara dönüştürülerek izleyiciye sunuluyor.

"Hungarikonlar" koleksiyonu, Londra Olimpiyatları ve Milano Expo 2015'te sergilendiği gibi, Macaristan'da da büyük ilgi gördü. Sergi, Macar Olimpiyat Komitesi Fair Play Diploması ve Macar Brands Ödülü gibi prestijli ödüllerle onurlandırıldı.


Görsel, hungarianturkishyear resmi web sitesinden alınmıştır.

Devamını Oku

15 Ağustos, 2024

Akıntıya Karşı Kürek Çekmek: Hasan Fethi Mimarlığı ve Sürdürülebilirlik

Akıntıya Karşı Kürek Çekmek: Hasan Fethi Mimarlığı ve Sürdürülebilirlik

Eren Can Altay  |  Ed. Murat Kadaş

        Sürdürülebilirlik teriminin geçtiğimiz 20 yılın en önemli kelimelerinden biri olduğunu söylemek yanlış olmaz sanıyorum ki. İnsan etkisi yüzünden oluşan karbon salınımında hatırı sayılır bir yere sahip olan inşaat endüstrisinin ve dolayısıyla mimarlığın, elbetteki bu konuda topun ağzındaki endüstriler arasında yer aldığı aşikar. Çoğu zaman sığ bir teknik yaklaşım ile ele alınan bu kavramın sosyal ve tarihsel bir altlığını, Mısırlı mimar Hasan Fethi (Hassan Fathy) üzerinden farklı bir anlatıyla açıklamaya çalışacağım.

1900 doğumlu, modernist mimarlık geleneğince nazaran göz ardı edilmiş Hasan Fethi, sürdürülebilirlik, modernite ve kimlik mimarlığı arasında kuvvetli bir manifesto oluşturmuştur. Mimarisinin ana odağını yerel mimari (vernacular architecture) üzerinden inşa etse de, hayata geçirdiği mimarlık göz önüne alındığında, sürdürülebilirlik kavramına, bugünün reklam kokan vitrin duyarlılığıyla yıkanmış şirketlerden ya da ofislerden çok daha derin bir anlayışla yaklaştığı kolaylıkla söylenebilir. 


Fethi’nin mimarlığında karşımıza çıkan sürdürülebilirliğin, sek bir çevrecilikten ziyade, ekonomik ve toplumsal bir olgu olduğunu vurgulamakta fayda var. Zira Fethi’nin “fakirlerin mimarı” lakabını almasının bu durumla doğrudan bağlantısı var. Mısırlı mimar, inşa sürecinde seçtiği ve modern mimarinin çoktandır arkasını döndüğü kerpiç kullanımı ile hem ekolojik hem de ekonomik bir çözüme ulaşmayı amaçladı. 

Bir yapı malzemesi olarak kerpiç, ülkemizde de olduğu gibi daha çok taşra bölgelerinde kullanımda olan ve profesyonel mimari pratiklerinden ziyade geleneksel mimarinin bir öğesidir. Modernizasyonun da etkisi ile daha çok beton ve eğer mümkünse çelik gibi malzemelerin kullanımı Avrupa’da olduğu gibi Türkiye ve Mısır gibi çeper ülkelerde de hızlı bir yaygınlaşma yaşadı. Modernizmin, bu gibi ülkelerde kurucu ideolojiye eklemlenmesi ve entellektüel ortamında hakim söylemi olması sonucu, beton kullanımı daha “gelişmiş” bir mimarinin etmenlerinden biri olarak algılanmaya başlandı ve profesyonel mimarlık pratiğinde hakim bir konuma ulaştı. Ancak her geçen gün daha da net bir şekilde fark ettiğimiz gibi bu tarz malzemelerin neden olduğu karbon salınımı ve çevresel zararlar katastrofik bir düzeye ulaşmakta. Buna ek olarak bu malzemelerin kullanımı sonucunda yapının yaşanılabilir kılınması için gereken havalandırmalar ve ısıtma soğutma sistemleri de bu zararı devamlı kılmakta.

Yapıların iklimlendirme ve inşa maliyetlerine ek olarak, bu elemanların bakımlarının yapılması, inşaat maliyetini artırarak yapının erişilebilirliğine ağır darbeler indirir. Fethi, tüm bu sorunlara karşı öncelediği yerel mimari yöntemlerini ve materyallerini kullanarak, bu yaygın ve oturmuş yapı pratiğine karşı kürek çekmeye çalıştı. 

Ancak tam da bu aşamada önemli bir ayrımın yapılması gerekir. Analizin amacının modern mimari pratiklerinin mahkum edilip romantik bir geleneksel mimari önerisi olmadığı anlaşılmalıdır. Çünkü Hasan Fethi’nin mimari yaklaşımı anti-modernist bir yaklaşımdan ziyade, farklı modernliklerin de olabileceği yönündedir. Zira Fethi’nin mimarlığı üretim pratikleri bakımından gayet modernisttir. Merkezi bir bürokrasi içerisinde modern çizim yöntemleri kullanılıyor olması, bu mimari pratiğinin “çağ dışı” olarak algılanmasını engellemelidir. 


Fütursuzca övülen geleneksel yöntemler, Anadolu coğrafyasında oldugu gibi dünyanın birçok yerinde de karşılaşılan bir durumdur. Geleneksel mimarlığın zaten insan merkezli ve ekolojik olduğu düşüncesi ile yerel kimliğin öncelenmeye çalışılıp eskiden ne kadar da ileri bir medeniyet olunduğunun söylemde yaygınlaştırılmaya çalışılması çok da doğru bir söylem değildir ne yazık ki. Türkiye özelinde konuşacak olursak, yerel mimarinin zaten ekolojik ve insan merkezli olarak resmedilip modernizm ve dolayısıyla Batı karşıtı bir söylem oluşturması gerçek durumu nazaran ıskalamaktadır. Zira modern öncesi dönemin tüm mimarileri, teknolojik ve üretim ağlarının zamansallığı sebebiyle ekolojik ve kullanıcı odaklıdır. Bu durum gerek İran coğrafyasında gerek Çin coğrafyasında gerekse Bati coğrafyasında da bu şekildeydi. Bu durumu kültürel-etnik bir öncelemeden ziyade bölgelerin sanayileşmesinde aramakta çok daha büyük fayda vardır. 


Hasan Fethi’nin en bilinen projesi, Yeni Kurna (New Gourna) olsa da, daha tamamlanmış ve fikirlerini daha net yansıttığını düşündüğüm Yeni Barıs (New Baris) projesi, yukarıda bahsettiğim birçok teorik söylemin görselleştirilmesinde yararlı olacaktır. 

Yeni Baris, Mısır’ın içlerinde yer alan Harga vahasının yakınlarında yer alıyor. Bölgede keşfedilen su rezervi sonrası imara açılması planlanan alanın, 250 ailelik bir yaşam kompleksi olması planlanır. 1963 yılında proje üzerinde çalışmaya başlayan Fethi, ucuz ve yerel olan kerpici, avlular, havalandırma kuleleri ve hava sirkülasyonunu sağlayan açıklıklar gibi pasif iklimlendirme fikirlerini kullanarak tasarladı. Yapısını kuzey güney aksına yayarak yapının içine giren güneşi kontrol altına almaya çalışan mimar, hayata geçirdiği bu yöntemlerle çöl ikliminin hakim olduğu bir alanda herhangi bir elektronik iklimlendirme ünitesi kullanmadan yapı içi ve dışı arasında 15 derecelik bir fark yaratmayı başardı.

1967 yılında başlayan Mısır İsrail savaşı sebebiyle ekonomik ve bürokratik yetersizlikler sonucunda tamamlanamayan kompleksin yalnızca market ve idari alanları bitirilebildi. Her ne kadar tamamlanamamış bir proje olarak kalsa da, Yeni Barıs, çölün ortasında yaşanılabilir bir mimariye, elektronik iklimlendirme ünitelerinden bağımsız ve yerel malzemeler kullanılarak ulaşılabileceğini göstermesi bakımından önemli bir mimari deney olarak sürdürülebilir mimarlık kavramına katkı sağlamaktadır. 




Kaynaklar:

Hasan Fethi (kit.) Boyut Yayın Grubu 

Senses Atlas : https://www.sensesatlas.com/hassan-fathy-building-in-the-desert-in-new-baris/  

The Architectural Review: https://www.architectural-review.com/essays/reputations/hassan-fathy-1900-198  

Fotograflar:

Hasan Fethi Görseli: https://www.greenprophet.com/2024/02/when-i-met-hassan-fathy/

Yapı ve Çizim Görselleri:  https://www.sensesatlas.com/hassan-fathy-building-in-the-desert-in-new-baris/   


Devamını Oku

14 Ağustos, 2024

Portakal Acısı

Portakal Acısı

Hakkı Yüksel  |  Ed. Murat Kadaş

     Bir portakal aldım dolaptan. Canım çekti. Malum, doğayla didişen insanlar olarak mevsimsiz meyveler çağındayız. Pütürlü kabuklarını özenle soydum. Amma kalın kabukluymuş! Kış portakalı gibi sulu değil elbet. Kokmuyor da… Ağzıma bir dilim attım ki atmaz olaydım. Öyle acıydı ki… Ekşi değil de ağız burkan, bir acayip acılık… Doğayı alt ettiğini sanan insanın hezimeti: Ağza yayılan portakal acısı. Bu acıyı hatırlıyorum. Geçtiğimiz sezon izlediğim son oyun, Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu’nun “Sevgi Soysal Yaşamakta Israr Ediyor” adlı oyunuydu. Oyunu izledikten sonra ağzıma böyle bir portakal acısı yayılıp kalmıştı.

     BGST’nin sağlam bir toplumsal cinsiyet dramaturjisi süzgecinden geçirip sahneledikleri önceki oyunları gibi feminist tiyatro janrını devam ettirdikleri bu oyunun afişini ben hazırlıyor olsaydım afişindeki minik portakalı büyütür, hatta belki sadece kocaman bir portakal görseli kullanırdım. Peki bu oyun nedir böyle? Portakalın faydalarından falan mı bahsediyor? Elbette hayır.

     Londra’daki evinde kanserle mücadele eden Sevgi Soysal’ın hayatına odaklanıyor oyun. Kimdir Sevgi Soysal? 40 yıllık hayatına romanlar, öyküler sığdırmış, cümlelerini özgün üslubuyla bir dil cambazı gibi işlemiş, başarılı bir edebiyat insanı. Bu ülkenin yetiştirdiği ve yine bu ülkenin öğütüp tükettiği nice isimden biri. 12 Mart muhtırasının sillesini yiyen Sevgi Soysal uzun hapis sürecini, sürgün dönemini, sansür günlerini gülücükleriyle bertaraf etmeye çalışsa da yaşadığı bu acıları vücudunda bir kanser olarak büyütür. Londra’daki son günlerinde ölüme kafa tutmaya çalışır. Uyku ve uyanıklık arasında postacının getirdiği eski kitapları ve yarattığı karakterlerin hayaletleri arasında geçmişe döner.  


     İçerik bu olmasına rağmen oyunu bir edebiyatçının biyografik piyesi şeklinde tanımlamak tüm alt metinleri yok eden indirgemeci bir yorum olacaktır. Yazar Duygu Dalyanoğlu, metni öyle güzel kurgulamış ki oyun boyunca bir kadının büyümesi paralelinde Türkiye’nin değişimine tanık oluruz. Sevgi Soysal’la beraber çevresindeki kadınları ve tüm kadın sorunlarını mercek altına alıyor oyun. 

     Yönetmen Aysel Yıldırım tarafından yalın bir sahne hazırlanmış. Dikey olarak yerleştirilmiş bir yatak görseliyle karşılaşıyor evvela alımlayıcılar. Tahtadan paravanların oyun boyunca oyuncular tarafından açılması ve kapanmasıyla sahne değişiyor. Dikey pozisyonda sahne ortasında duran yatağın çarşaf kısmına belli aralıklarla yansıtılan barkovizyon gösterileriyle oyun hem biçim hem içerik olarak derinleşiyor. Epizodik anlatımla Sevgi Soysal’ın kronolojik sırayla akan hayat anlarının arasında barkovizyona hem yazarın romanlarından görseller hem de dönemin gazete haberleri ve siyasi olayları yansıtılıyor. Culture CIVIC’in desteğiyle üretilen videolar hantal biyografik hikâye anlatıcılığını belgesel tiyatronun nimetleriyle birleştirerek daha dinamik bir noktaya taşıyor. Böylece izleyenler kadın hareketinin, kadının toplumdaki konumunun ilerleyişini tarihsel bağlamdan koparmadan, siyasi ve toplumsal olaylarla ilişkilendirerek okuma fırsatı yakalıyor. Banu Açıkdeniz’in düzenlediği koreografiler ve Beril Sarıaltun’un seçtiği müziklerle iki perdeden oluşan ve yaklaşık iki saat süren, görece uzun oyunun temposunun düştüğü yerlerde sahneye bir canlılık geliyor. Ayrıca az da olsa metnin içindeki mizah dozu da bu canlılığı pekiştiriyor. Oyuncular belli epizotlarda, epizot içindeki hikâyeye uygun bir şekilde değiştirmek haricinde, genelde son derece sade ve kahverengi tonlarındaki kostümleriyle karşımıza çıkıyorlar.


     Sahnede beş kadın görüyoruz: Zeynep Okan, Banu Açıkdeniz, Burcu Kanbakoğlu, Duygu Dalyanoğlu ve Nihal Albayrak. İsimlerden de anlaşılacağı üzere oyun için kolektif bir ruhla çalışılmış ve kadınlardan oluşan bir ansambl oyuncu kadrosu oluşturulmuş. Her ne kadar Zeynep Okan, canlandırdığı Sevgi Soysal rolü ile daha ön planda gibi gözükse de tüm oyuncuları sahnede eşit derecede görmekteyiz. Zeynep Okan’ın rolü hep sabitken diğer oyuncular epizotlardaki öykülere uygun farklı rollere bürünmekteler. Hepsinin de hem oyunculuk hem de koreografi anlamında başarılı bir iş çıkardıklarını söylemek mümkün. Oyundaki barkovizyon kullanımı ve epizodik yapı duygulanımı biraz dışarıda bırakıyor.  Oyuncular da rollerini bu şekilde icra ediyorlar. Çok dramatik anları sündürmeden aktararak izleyicinin duygularına değil de düşünsel alanlarına çomak sokmak istiyorlar. Tartışılan mesele böylece başarılı bir şekilde ön plana çıkarılıyor.

     Oyunun ilk epizodunda kapıcı kızı Şenel’le arkadaşlık yapan minik Sevgi’yi izliyoruz. Bu bölümde özellikle komşu kadının replikleriyle burjuva ailesinin diğer toplumsal sınıflara bakışı ve ön yargıları başarılı bir şekilde ifşa ediliyor. Diğer epizotta Sevgi Soysal’ın toplumsal dayatmalar ve kurumsal baskılar arasında sıkışıp kaldığı, anne ve eş rolleri altında ezilip kendini unutuşunu izliyoruz. Üstelik bir başka yazar arkadaşı Adalet Ağaoğlu’yla yaptığı dertleşmesiyle. Diğer epizotlarda hapis sürecinde yaşananlar, etnik kimlikler tartışılıyor. Aynı görüşteki insanların arasındaki fraksiyonlar gözler önüne seriliyor. Barkovizyona yansıtılan gazete kupürleri, izleyeni tarih yazımının taraflılığı üzerine de düşündürüyor şüphesiz. Hamasi bir zaferle kaleme alınan Yunan ilişkilerini, bir ada hikâyesiyle ötekinin gözünden izliyoruz başka bir epizotta.

     Oyunun bence en önemli özelliklerinden biri tüm epizotlarda anlatılan kadın hikâyelerinin, anlatılan hikâyelerin kadınlara ait olduğu unutulmadan aktarılması. Bu, oyun repertuarımızdaki diğer kadın hikâyelerinde genellikle es geçilen bir durum. İzlediğimiz oyundaysa hemen her epizotta bir kadınsal durum vurgusu dikkat çekiyor. Örneğin bir kadın kanser olduğunda öleceğinden değil de kel kalacağından korkuyor. Adalet Ağaoğlu toplumsal cinsiyet rolünün baskısı altında yeni yazacağı oyunu değil de ocaktaki fasulyeleri dert ediyor. Kapıcı kızı Şenel, erken büyüyen göğüsleriyle henüz gelişimini tamamlayamamış Sevgi’ye hava atıyor. Sevgi, kendisine haber bile verilmeden kesilip alınan göğsünün hesabını soruyor. Bir dava sırasında kendisini müstehzi şekilde “ev kadını” diye tanımlayan hâkime kafa tutuyor.


     Gelelim portakal konusuna. Oyunun ilk epizodunda Sevgi ve Şenel arasındaki “henüz büyümemiş memeler” konusundaki çocuksu atışma sonrasında, Sevgi göğüs bölgesine portakallar yerleştirir. Sonrasında da bu portakal göstergesi, oyun boyunca göze sokulmadan tekrar edilen bir leitmotif haline gelir. Aynı zamanda başarılı bir metafordur. Sevgi Soysal meme kanseri sebebiyle vefat etmiştir. Oyunun çatı hikâyesi içinde bu kanserle savaşmaktadır. Bu hastalığın ilk belirtilerinden biri de göğüste görünen portakal kabuğu görüntüsüdür. Yani portakal, aynı zamanda Sevgi Soysal’ın mücadele ettiği hastalığına bir göndermedir. Başka bir sahnede Sevgi Soysal elindeki portakalı dilimleyip romanlarındaki ölen ve öldürülen kadın kahramanlarla paylaşarak yer. Bir acı portakal tadı yayılır izleyicinin ağzına farkında olmadan. Cumhuriyet’in ilk 50 yılında kadının toplumda yalnızca anne veya eş olarak, erkeğe ait olarak hayata tutunabildiğini, toplumsal rollerin sınırlarından taştığı an cezalandırıldığını ama tüm patriarkal zorlamalara ve zorbalıklara rağmen mücadeleden vazgeçmediğini gösteriyor oyun. 

     Peki bir asrı deviren Cumhuriyetimizde, bu yıpranmış sistem içinde kadının konumu değişti mi? Yoksa portakalı yazın yiyebilen insanoğlu kadın erkek eşitliğini hâlâ tartışır durumda mı? Ataerkil düzen, çıkarlarına ters düşecek ve düzeni temelden sarsacak kadın var oluşuna dayanamıyor mu hâlâ? Şüphesiz evet! Ancak bu köhne düzenin bilmediği şey; Tante Rosa’lar hiçbir zaman arzularına gem vurmaz ve içini öldüremezler. Acı portakalı kırağı çalmaz! Yeni sezonda bu güzel oyunu kaçırmamanızı dilerim. Kadınlar mücadele etmekte ısrar ediyor. 


Devamını Oku

12 Ağustos, 2024

Yaratıcı Dünyalar: Sergilerden Festivallere

Yaratıcı Dünyalar: Sergilerden Festivallere

Eda Çamlı  |  Ed. Murat Kadaş

Göründüğü Gibi

Arter’in 2. katında sanatseverlerle buluşan “Göründüğü Gibi” sergisi, Şakir Gökçebağ’ın gündelik nesneleri olağan bağlamlarından kopararak yeniden yorumladığı sanatsal pratiğine ışık tutuyor. Sanatçı, şemsiye, bahçe hortumu, giysi askısı, kemer gibi sıradan objeleri parçalarına ayırarak ve tekrar birleştirerek, izleyicilere tanıdık ama aynı zamanda yabancılaşmış bir estetik deneyim sunuyor. Bu yaratıcı müdahaleler, Gökçebağ’ın nesnelerin içsel potansiyelini açığa çıkarmasına olanak tanırken, bizleri dünyayı ve eşyaları algılama biçimimiz üzerinde yeniden düşünmeye davet ediyor.

Sanatçının yalınlık, evrensellik ve ulaşılabilirlik ilkeleri üzerine kurduğu sanatsal yaklaşımı, eserlerinde basit malzemelerle güçlü ifadeler yaratma yeteneğini öne çıkarıyor. Gökçebağ, nesneleri kesme-birleştirme, uzatma-kısaltma gibi müdahalelerle dönüştürerek, onları üç boyutlu bulmacalar ve şaşırtıcı mekânsal kompozisyonlar haline getiriyor. Böylece, sıradan nesneler, sanatsal bir temsilin ötesine geçerek, izleyiciye yeni yorumlar sunan özgün ve eğlenceli bir evrene kapı aralıyor.

“Göründüğü Gibi” sergisi, Şakir Gökçebağ’ın farklı dönemlerde ürettiği yerleştirme, heykel ve fotoğraflarını bir araya getirirken, sanatçının yapıtlarını Arter’in galeri mekânına özel olarak yeniden yorumlayarak sunuyor.


Fotoğraf arter resmi web sitesinden alınmıştır.

Müzede Sahne 2024: Gözler Duyar Kulaklar Görür

Sabancı Vakfı'nın ana desteğiyle gerçekleştirilen MÜZEDE SAHNE, bu yıl "Gözler Duyar Kulaklar Görür" teması altında 22-25 Ağustos 2024 tarihleri arasında Sakıp Sabancı Müzesi'nde kapılarını açıyor. Sanat yönetmenliğini Ayşe Draz'ın üstlendiği etkinlik, işitsel algıya odaklanan ve farklı disiplinleri bir araya getiren zengin bir programla izleyicilere unutulmaz bir deneyim sunacak.

MÜZEDE SAHNE 2024, tiyatro, performans, müzik ve etkileşimli sanat alanlarında dikkat çeken yapımları sahnesinde ağırlayacak. İbrahim Selim'in başrolde yer aldığı "Bana Kimse Ne Olduğunu Anlatmadı" oyunu, müze ortamında bir güvenlik görevlisinin yaşadığı ironik ve düşündürücü anları sahneye taşıyacak. Aynı zamanda, Şerif Erol ve Özlem Zeynep Dinsel’in başrollerinde olduğu "Baba" oyunu, anıların, travmaların ve gerçekliğin doğasına dair derin sorulara odaklanarak izleyiciyi etkileyici bir yolculuğa çıkaracak.

Bu yılki etkinliklerde ayrıca, İstanbul’un iki farklı kültürünü bir araya getiren "Mahallemiz Eşrafından", karşılaşmalar ve çarpışmaların ses ve hareketle buluştuğu "Geçen Gün", insan olmanın gerekliliklerini sorgulayan "Parrhesia 2" ve İstanbul'da yaşayan sanatçıların hayatına mizahi bir pencereden bakan "AMA" oyunları da yer alıyor.

Etkinlik programı, sesin ve sessizliğin sanatsal formlarını keşfetmek isteyenler için zengin bir çeşitlilik sunuyor. Sessiz Disko dans etkinliği, Serkan Aka’nın etkileşimli ses yerleştirmesi, ATTA’nın çocuklara yönelik katılımcı oyunları ve ses tasarımcısı Dr. Oğuz Öner’in ses meditasyonu, ses yürüyüşü ve ses haritalama atölyeleri gibi etkinlikler, MÜZEDE SAHNE’nin çok yönlü ve katılımcı ruhunu yansıtıyor.


Fotoğraf Sakıp Sabancı Müzesi resmi web sitesinden alınmıştır.

Kaş Caz Festivali

23-25 Ağustos tarihleri arasında Kaş Marina, 6. Kaş Caz Festivali’ne ev sahipliği yapacak. Zengin programıyla dikkat çeken festival, caz müziği tutkunlarını Akdeniz’in büyüleyici atmosferinde buluşturacak.

Festivalin açılışlarını, Joy FM ve Joy Jazz'den tanınan DJ Barthez, gün batımında gerçekleştirecek. İlk günün sahnesinde, 70'li yılların saykodelik, funk ve soul parçalarını günümüzün modern alt yapısıyla harmanlayan Hey! Douglas, ardından kendine özgü tarzı ve güçlü sesiyle Türkiye’nin en sevilen kadın sanatçılarından Kalben yer alacak.

İkinci gün, multi-enstrümantalist Deniz Mahir Kartal’ın solo performansıyla başlayacak. Kartal, gelenekselden klasiğe, cazdan modern ve elektronik müziğe uzanan zengin repertuarını dinleyicilerle buluşturacak. Ardından, derinlikli vokaliyle Türk müziğinin önde gelen isimlerinden Birsen Tezer, başta Gürol Ağırbaş olmak üzere önemli müzisyenlerden oluşan ekibiyle sahne alacak.

Festivalin son gününde ise, farklı kültür ve coğrafyalardan gelen müzisyenlerden oluşan İstanbul merkezli grup No Land performans sergileyecek. Festivalin kapanışında ise, Türkiye’nin güçlü seslerinden Fatih Erkoç, Fatih Erkoç Quartet Jazz Project ile cazseverlere unutulmaz anlar yaşatacak.


FotoFotoğraf Kaş Caz Festivali resmi web sitesinden alınmıştır.


Devamını Oku

05 Ağustos, 2024

Şiir, Heykel ve Müzik

Şiir, Heykel ve Müzik

Eda Çamlı  |  Ed. Murat Kadaş

Yeraltının Kapıları

İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB), İBB Miras, İBB Kültür ve Çek Cumhuriyeti İstanbul Başkonsolosluğu iş birliğiyle gerçekleştirilen “Yeraltının Kapıları – Geçiş ve Yansıma ile Mekâna Dokunma; Vlastimil Beránek” adlı sergi, 30 Kasım'a kadar Yerebatan Sarnıcı'nda sanatseverlerle buluşacak.

Restorasyonu İBB Miras tarafından tamamlanan Yerebatan Sarnıcı'nda, yeraltı, gerçeklik algısı ve yansımalar kavramlarını keşfe çıkan sergi, Çek çağdaş heykeltıraşlar Vlastimil Beránek ve Jaroslav Prošek’in eserlerini 1500 yıllık bu tarihi mekanda sergiliyor. Küratörlüğünü Dr. Mahir Polat ve Miroslav Kroupa’nın üstlendiği sergide, suyun içine yerleştirilen kristal heykeller, camın saydamlığı ve katılığı ile su ve taş arasındaki diyalogları ortaya koyuyor. İstanbul'da düzenlenen en büyük uluslararası kristal heykel sergisi olma özelliği taşıyan bu etkinlik, yeraltı, gerçeklik algısı, mitoloji, yansıma ve geçiş temaları etrafında şekilleniyor.

Sergi, Platon’un mağara alegorisinden esinlenerek, mağaraya zincirlenmiş insanların gördüğü nesne yansımalarını gerçeklik olarak algıladığı fikrinden hareket ediyor. Vlastimil Beránek’in geçmiş ve bugüne odaklanan cam eserleri, sarnıcın su ve taş dokusuyla etkileşime girerek dinamik yansıma alanlarına renk ve yansıtma katarak dikkat çekiyor. Jaroslav Prošek’in eserleri ise izleyiciyi 6.000 yıl öncesine, Mezopotamya’da üretilen ilk cam ve aynı döneme ait yarı fosil meşe ağacı malzemesiyle buluşan tarihe götürüyor. Bu eserler, izleyicileri kendileriyle, kolektif hafızayla ve şimdiki zamanla ilgili düşünmeye sevk ediyor.

Geçiş ve yansımalarla Yerebatan Sarnıcı’nda sıradan bir turistik gezinin sınırlarını aşan sergi, ziyaretçileri insanlığın derinliklerine yeniden odaklanmaya; 1500 yıldır güneşten mahrum bırakılmış, buraya hapsedilmiş Medusa anlatısındaki “insan olma durumu” üzerine düşünmeye davet ediyor.


Görsel kültür.istanbul resmi web sitesinden alınmıştır.

İmgelerden Bir İpucu: küçük İskender

Gümüşlük Akademisi ile Halka Sanat Projesi'nin ortak çalışmasıyla ortaya çıkan “İmgelerden Bir İpucu: küçük İskender” sergisi, 2-18 Ağustos tarihleri arasında Gümüşlük Akademisi’nde.

Geçtiğimiz yıl İlhan Berk etrafında şekillenen serginin ardından, bu yazki serginin odağında şair küçük İskender yer alıyor. Sanatçı grubunun genişlemesiyle hayat bulan “İmgelerden Bir İpucu: küçük İskender” sergisinde; Ayşen Karakaya, Beyza Boynudelik, Doğu Çankaya, Evren Erol, Füruzan Şimşek, İpek Çankaya, Mehmet Tekin, Muammer Yanmaz, Tao Ulusoy ve Yasemin Erdin'in eserleri yer alıyor.

İmgelerden Bir İpucu: küçük İskender” sergisi, kitabını “İpucu Bırakma Sanatı” olarak adlandıran şairin bıraktığı izleri takip ediyor. “Cangüncem” adlı eserinde “şiirler, hayaller, görüntüler, açılımlar, etütsüz belirlemeler, deneysel değinmeler, hezeyanlar ve doğaçlama yazılmış, karalanmış günceler” olarak tanımladığı külliyatı ve yarattığı karakterle, kültür tarihimizde sıra dışı bir figür olan küçük İskender’in izini sürüyor.


Görsel Halk Sanat Projesi resmi Facebook sayfasından alınmıştır.

Jazzy Sundaze: Ercüment Orkut Quartet

Jazzy Sundaze, caz ve gurme lezzetlerin birleştiği özel bir etkinliği sanatseverlerle buluşturuyor. Ercument Orkut Quartet'in etkileyici performanslarıyla renklenecek olan bu etkinlik, 11 Ağustos Pazar günü Swissotel The Bosphorus Chalet Garden’da gerçekleşiyor.

Bu özel gün, ünlü caz sanatçılarının zengin müzikleri eşliğinde, sanat ve gastronominin mükemmel bir uyumunu gözler önüne seriyor. Etkinlik, Swissotel The Bosphorus’un yeşil bahçesinde, özel şeflerin hazırladığı tadım ve kokteyl workshoplarıyla gastronomik bir şölen sunuyor.

Jazzy Sundaze, caz müziği ve yaratıcı atölyelerin bir araya geldiği bu etkinlikle, şehrin sanatseverlerini kaliteli bir Pazar deneyimiyle buluşturmayı amaçlıyor. Katılımcılar, gurme food court alanında sunulan lezzetler ve workshoplarda deneyimledikleri yaratıcı süreçlerle hem kulaklarını hem de damaklarını şımartacak.

Görsel passo resmi web sayfasından alınmıştır.



Devamını Oku

31 Temmuz, 2024

Yaz Ortasında Ferahlatan “Soğuklar”

Yaz Ortasında Ferahlatan “Soğuklar”

Hakkı Yüksel  |  Ed. Murat Kadaş   

 Neredeyim ben? Bir tiyatrodaysam kadife koltuğuma sırtımı yaslayıp sahneye odaklanmış olmam gerekmiyor muydu? Bunun yerine önümde anason kokulu bir masa kuruluyor. Ya da bir meyhanedeysem masamdaki arkadaşlarımla şarkılı türkülü koyu bir muhabbetin içinde kaybolmam, dertlenmem, neşelenmem, ağlamam, gülmem lazım değil miydi sadece? Bunun yerine odağım önümdeki çilingir soframdan ha bire kayıyor, sahnede bir performans içinde öznel öyküsünü anlatan adama odaklanıyorum.

     İnsan kendini bulunduğu mekâna göre biçimlendirir. Ofiste mesai başında yaptıklarımızla, evde sevdiklerimizin yanında yaptıklarımız; arkadaşlarımızla barda eğlenirken yaptıklarımızla, çocuğumuzla bir parkta eğlenirken yaptıklarımız birbirinden farklıdır. Karakter insanın eyledikleri demekse, eylemlerimiz de bulunduğumuz mekâna göre değişim gösteriyorsa, öyleyse içinde bulunduğumuz mekânlar bizim karakterimizi ve takacağımız toplumsal maskelerimizi belirleyen ciddi unsurlardır. Dolayısıyla “Neredeyim ben?” sorusunu cevaplayamaz, içinde bulunduğum mekânı tam olarak tanımlayamazsam, takacağım maskeyi de o maskeye uygun eylemleri de belirleyemem.

     Ozan Ömer Akgün tarafından yazılıp yönetilen, Echoes Sahne ve Nomad Performance tarafından sahnelenen "Soğuklar" adlı oyun, seyircisini işte böyle bir ikilem içinde bırakıp mekânsal bir deneyimin içine sokuyor. Oyun, Beyoğlu’nun meşhur ve köklü restoranlarından Fıccın’ın sadece bu oyun için ayrılmış katında sergileniyor. Masamızdaki mezeleri tadıp rakımızı yudumlarken bir yandan da Fikret’in anlattıklarına kulak kabartıyoruz. Fikret, ortağıyla beraber işlettiği meyhaneye üç ay sonra ilk kez gelen, uzun zamandır mutfağa girmemiş olsa da o gece misafirlerine börülce, humus ve roka hazırlaması gereken bir karakter.

     Oyunun ilerleyen safhalarında hazırlanması gereken soğuk mezeler, Fikret’in özel hayatındaki metaforlara dönüşüp anlamsal olarak derinleşiyor. Fikret’i canlandıran Ertürk Erkek, bir saatlik oyun boyunca hem oyunculuk anlamında hem de lezzetli mezeler anlamında gerçekten başarılı bir performans çıkarıyor. İçinde alkolün de bulunduğu bir meyhane ortamında dikkati kolaylıkla dağılabilecek seyirci, anlatılan hikâyeye karşı sürekli güdüleniyor. Ertürk Erkek’in seyirciyle kurduğu başarılı interaktif iletişim, oyunun keyifle sürmesine olanak sağlıyor. Zaman zaman oyun, seyircinin de iştiraki ile ortaklaşa üretilen bir metin, ortaklaşa icra olunan bir performansa dönüşüyor. Bu bağlamda, Türkiye tiyatrosunda son yıllarda revaçta olan anlatı oyunları açısından da güzel ve olgunlaşmış bir örnek izlediğimizi söyleyebilirim.

     Ertürk Erkek, oyun boyunca mekânı gerçekten oranın sahibiymişçesine kontrol altında tutuyor. Ancak bunu yaparken samimiyeti ve sempatikliğinden ödün vermiyor. Bir yandan anlattıklarının duygusunu da seyirciler olarak hissedebiliyoruz. Olay örgüsünden yola çıkarak kendi hayatlarımıza bakabiliyoruz. Oyun boyunca hazırlanan hikâyesini bildiğimiz mezeler, Fikret’in ikramı olarak masalarımızda yer alıyor, rakımıza eşlik ediyor. Bu oyunsuluk ve tiyatral deneyim, tiyatronun dinamikleri üzerine de düşündürüyor. Ertürk Erkek’in başarısı bir yana, oyunun kendi iç dinamiğini de yabana atmamak gerek.


     Ozan Ömer Akgün, akademisyen kimliği ile “heterotopya” kavramı üzerine kuramsal anlamda ciddi ve derinlemesine kafa yormuş biridir. Konu hakkında yazdığı başarılı makalelerini okumuş biri olarak, kaleme aldığı oyunlarında da kuramsal çizgisini sürdürdüğünü görmek beni son derece memnun ediyor. Heterotopya, Michel Foucault tarafından geliştirilen bir kavramdır ve genellikle modern toplumlarda yerleşik olan mekânları ve bu mekânların işlevlerini sorgulamak amacıyla kullanılır. Belirli özelliklere sahip olan ve toplumsal düzen içinde farklı, ayrı veya marjinal bir konumda bulunan mekânları tanımlar. Bu mekânlar, genel düzenin dışında var olurlar ve genellikle belirli kurallara veya ritüellere tabi olurlar. Okullar, hastaneler, hapishaneler ve bu oyunda kullanılan meyhane, birer heterotopya olarak kabul edilebilir. Bu mekânlar, toplumsal yapı içinde belirli işlevlere hizmet ederken aynı zamanda kendilerine özgü özelliklere ve kurallara sahiptirler.

     Heterotopya, iki alanı bir araya getirir: “Gerçek alan” ve “şeylerin hayal edildiği dilsel alan”. Mekânlar arasındaki uyumsuzluk, kavramı tanımlayan yabancılaşma durumunu üretir. Yazımın başında kendi kendime "Soğuklar" oyunu üzerine sorduğum “Neredeyim ben?” sorusu, bu yabancılaşmanın alımlayıcıdaki yansımasıdır. Ozan Ömer Akgün, heterotopya olarak tiyatronun kendisiyle birlikte barındırdığı bütün mekânlara -bu oyunda bir meyhane- yeni anlamlar katacağını, performans sırasında oyuncusundan seyircisine, bütün bu performatif iş birliğine katılan bireyleri/özneleri, kendiyle beraber farklılaştırarak varlığını belirgin kılacağını savunuyor. (Tiyatroda Zaman/ Mekân, Öteki Mekân Olarak Tiyatro Makalesi, sy. 35.)

     Tiyatro dinamiği içinde seyreden ve seyredilenin, tıpkı bu oyunda olduğu gibi, sıkça yer değiştirmesi, hatta oyun seyri içinde kimi anlarda bu ikiliğin tamamen ortadan kalkması, kamusal alanda iktidar tarafından kurulan düzenleri de bozguna uğratabiliyor. Heterotopik mekânların işlevlerinin görünür olmasının ve yeniden tartışılmasının imkânını sunan mekâna yerleştirilmiş bu tarz işlerin, metin anlamlarını aşarak daha büyük şeylere hizmet sunduğunu düşünüyorum. Bu sebeple, "Soğuklar" oyununun böyle derinlikli bir arka planı olduğu da unutulmamalı.


     Bu tiyatral deneyimin tek olumsuz yanı yüksek ücreti. Deneyim mekânı meyhane olunca ve deneyime ufak bir çilingir sofrası da dahil olunca, ister istemez ücretlendirme bir tiyatro biletiyle kıyaslanmayacak oranda artıyor. Ancak bunun karşılığının alındığını söylemem mümkün. Oyun sırasında, öncesi ve sonrasında mekân, aynı zamanda kamusal bir tartışma alanına da dönüşebiliyor. Masadaki arkadaşlarınız ve masanızı paylaştığınız seyirciler veya yan masadakilerle ortak bir hikâyenin paylaşımcısı, zaman zaman katılımcısı ve öznesi oluyorsunuz. Anason kokulu sofranın çilingiri Fikret’in hikâyesiyle beraber kalbimizin başka başka kapılarını açıyor. 

     Temel olarak samimi bir meyhane ortamına gelen misafirleri bir keşif yolculuğuna çıkararak insanın derinliklerine inmek ve orada unutulmuş duyguları yeniden keşfetmek üzerine bir deneyim alanı sunmayı amaçlayan “Soğuklar”, farklı meyhane ve restoranlarda gösterimine devam edecek genç bir oyun. Son yılların en sıcak yazını yaşadığımız şu günlerde bu “Soğuklar” hepimize iyi gelecektir.


Devamını Oku

30 Temmuz, 2024

Çeşme’de Artık Sanat da Var: Arkas Sanat Alaçatı’nın İlk Sergileri.

Çeşme’de Artık Sanat da Var: Arkas Sanat Alaçatı’nın İlk Sergileri.

Orhun Atmış  |  Ed. Eray Uygun

Çeşme’de Artık Sanat Da Var: Arkas Sanat Alaçatı’nın İlk Sergileri.

Arkas Holding İzmir’de son 13 yıldaki beşinci sanat merkezini bu ay Çeşme Alaçatı’da açtı. İstanbul’un sanat merkezi oluşunun ağırlığını hafifletme amaçlı İzmir’e sanat yatırımları yaptıklarını ifade eden Arkas Holding Yönetim Kurulu Başkanı Lucien Arkas, bu tür yatırımların da devam edeceğini vurguladı. 

Arkas Sanat Alaçatı, biri kalıcı iki sergiyle açılırken bu sergilerin önemi ve büyüklüğü, Lucien Arkas’ın da ifade ettiği gibi sanat rotalarında İstanbul’a alternatif oluşturabilir. Yaz mevsiminde Türkiye’nin en hareketli ve yoğun bölgerinden birisi olan Çeşme ve Alaçatı’da bugüne kadar bir kültür merkezi bulunmuyordu. Bu eksikliği gidermek için Çeşme Belediyesi’nin yer göstermesiyle Arkas Sanat Alaçatı 14 ayda sıfırdan inşa edildi. Böylece Çeşme’de tüm yıl ziyaretçi çekebilecek, sergilerin yanı sıra etkinliklere de ev sahipliği yapacak bir sanat merkezi hayata geçmiş oldu. 


İstanbul’a alternatif demiştik, pandemiyle birlikte insanların tüm yıllarını geçirmeye başladığı yerlerden biriydi Alaçatı. Bu yüzden kış mevsiminde sanat etkinlikleri arayışında olan bir kitle zamanla oluşmaya başladı. Ufak ufak gelişmeler de oluyordu. Kış aylarında film, tiyatro gösterimleri bir süredir yapılıyordu. Şimdi Arkas Sanat Alaçatı, Arkas’ın diğer dört sanat merkeziyle birlikte yaz kış önemli sergilere ev sahipliği yapmaya başladı. 

Arkas Sanat Alaçatı’nın Lucien Arkas Sergi Salonu’nda kalıcı olarak izleyiciyle buluşacak “Arkas Koleksiyonu’nda Victor Vasarely (1906-1997)” sergisiyle birlikte “Yeni Topraklar/New Lands” sergisine birlikte bakalım. 



Devrimci Bir Sanatçı

Victor Vasarely’e devrimci bir sanatçı demek yanlış olmaz. Op Art’ın öncülerinden, yapıtlarında odak nokta olarak optik yanılsama olgusunu ele alıyor. Eserlerine baktığınızda ne demek istediğimizi anlatmak da zor olmuyor. Geleneksel yapıtların aksine doğayı taklidi karşısına aldı. Sanatsal formların ötesine geçti, mimari projelere dahil oldu.

Arkas Sanat Alaçatı’da 30 eserden oluşan bir seçki sergileniyor. Sadece resim yok, sanatçının duvar halısı ve heykelleri de görülebiliyor. Aslında 1976’da Aix-en-Provence’da sanatçının kendi tasarımı üzerinden inşa edilen etkileyici bir binada kurulan Fondation Vasarely ile Arkas Sanat arasındaki ilişki uzun yıllardır devam ediyor. Alaçatı’da gördüğünüz bazı eserlerin bir kısmı 2017’de İstanbul ve İzmir’de sergilenmiş ve büyük beğeni toplamıştı. 

Arkas Sanat Alaçatı’daki Vasarely seçkisi de bir kez daha sanatçının form ve çizgileri izleyicide “hareket” olgusuna nasıl dönüştürdüğünü gündeme getiriyor.


Vasarely’nin en ilgi gören 1985 tarihli “Jonglör” yapıtı da sergilenen eserler arasında. 

Yeni Kuşağın “Yeni Topraklar”ı

En az Arkas Koleksiyonu’ndan Victor Vasarely sergisi kadar heyecan verici bir diğer sergi ise “Yeni Topraklar/New Lands”. Hatta Vasarely’nin sanatını ve eserlerini anlatmaya kalkmak belki tekrara kaçmak olacaktır ama Arkas Sanat Alaçatı’nın ilk süreli sergisi, bu yüzden de üzerinde biraz daha fazla durmaya değer. Dr. Necmi Sönmez küratörlüğünde hazırlanan sergi, 40 yaş altı 155 sanatçının 157 eserini bir araya getiriyor. Resim, heykel, desen, fotoğraf, video ve yerleştirme gibi çeşitli tekniklerle oluşturulan ve devasa alan isteyen bir sergi. Arkas Sanat Alaçatı’nın ikinci sergi salonu da bunu başarıyla sağlamış. Sönmez’in başarılı kürasyonuyla ve tüm duvarlarda yer alan kartonlarla ilgi çeken eserlerin yaratıcılarını öğrenmek oldukça kolay. 

“Yeni Bir Başlangıç”

Gelin serginin küratörü Sönmez’in katalogdaki sözlerine kulak verelim: “Sergi her şeyden önce ayak sesleri duyulan yeni bir kuşağın varlığına dikkati çekiyor.” Tüm dünyanın içinden geçtiği garip, karamsar ekonomik ve sosyal süreçlere vurgu yapan Sönmez, tekinsizlikler çağında gençliklerini yaşayan sanatçıların izleyiciyi yeni ufuklara, “Yeni Topraklar”a sürükleyebileceğini söylüyor. Deneysel, şiirsel, samimi, sempatik ve sezgisel. Sönmez’in sergideki eserlerden bahsederken kullandığı kelimeler bunlar. Bir de gençliğin getirdiği cesareti unutmayalım! Serginin kapanışını da dolaylama yapmadan yine Sönmez’in kendi sözleriyle yapalım: “Sergi izleyicilere göğe değil yere çakılan duaların, karşılığı bulunamamış adakların ve kabul edilmiş vasatlığın etrafında gezinen yaratıcıların karmaşık evrenini sunuyor. İşte bu dünyayı fazla sonuç, teori, hedef aramadan oldukları gibi kabul etmek, yeni bir başlangıç yapmak için samimi bir adım olabilir. Olacaktır da.”


(Not: Sanatçı isimlerini tek tek yazmak için yerimiz yok, ancak dileyenler Arkas Sanat Alaçatı’nın internet sitesi ve sosyal medya hesaplarından ulaşabilirler.)


Özel Bir “Patisserie” 

Günümüzde yeni yapılan sanat merkezlerinde sergi ziyaretçilerinin konforu için de özel alanlar yaratılması önem kazandı. Arkas Sanat Alaçatı’da da bu gözardı edilmemiş. Monreve Patisserie, Arkas Sanat Alaçatı’nın içinde sanatseverler için keyifli bir sosyalleşme alanı olarak tasarlanmış. Çayınızı kahvenizi içebileceğiniz, bir şeyler atıştırabileceğiniz şık bir mekân. 




Devamını Oku

29 Temmuz, 2024

Zengin Kültürel Dokular

Zengin Kültürel Dokular

Eda Çamlı  |  Ed. Murat Kadaş

35. Uluslararası Şile Bezi Kültür ve Sanat Festivali

Türkiye’nin en eski festivallerinden biri olan ve Şile Belediyesi'nin düzenlediği Uluslararası Şile Bezi Kültür ve Sanat Festivali, bu yıl 29 Temmuz'da kapılarını açıyor. Adını, bölgenin ekonomik ve sanatsal altyapısının temelini oluşturan coğrafi işaretli Şile Bezi’nden alan festival, 35. kez düzenleniyor.

Festival, 29 Temmuz - 11 Ağustos tarihleri arasında Şile’nin farklı noktalarında ve Ağva’da gerçekleşecek. Etkinlikler arasında Haldun Dormen, Müjdat Gezen, Mustafa Alabora ve Cemil İpekçi gibi ustaların söyleşileri; “Bir Baba Hamlet” oyunu; Sıla, Melek Mosso, Can Bonomo, Buray, BaBa ZuLa, Volkan Konak, Sena Şener, Atiye, Gazapizm, Zeynep Bakşi Karadağ, Erdal Erzincan ve Ece Dağıstan & Jamal Aliyev konserleri; uluslararası dans gruplarının gösterileri; Şile Bezi defileleri; sergiler ve atölyeler bulunuyor.

Şile’nin kültürel değerlerini ve mirasını korumayı ve tanıtmayı amaçlayan festival, yerel halkın ekonomik ve sosyal yaşamına katkı sağlamayı hedefliyor. Uluslararası katılımcıları da ağırlayacak olan festival, yerel geleneklerin ve el sanatlarının korunmasını, toplumsal farkındalığın artırılmasını ve yeni kültürel ifadelere imkan sağlamayı amaçlıyor.


Fotoğraf silebezifest resmi web sitesinden alınmıştır.

Aykırı İşler

Bozlu Art Project Mongeri Binası, Türk sanatının bilinen değerli sanatçılarının, bilinmeyen işlerine odaklanan “Aykırı İşler” isimli sergiye ev sahipliği yapıyor. Küratörlüğünü Oğuz Erten’in üstlendiği sergi, sanatçıların daha az bilinen veya içerik anlamında yeniden aykırı okumalara açık işlerine odaklanıyor. Sergi, 31 Ağustos'a kadar ziyaret edilebilir.

Sergide Halil Akdeniz, Ercan Akın, Ali Alışır, Özdemir Altan, Cihat Burak, Server Demirtaş, Sinan Demirtaş, İnci Eviner, Murat Germen, Can Göknil, Meriç Hızal, Tülay İçöz, Balkan Naci İslimyeli, Kazım Karakaya, Nur Koçak, Gamze Taşdan ve Ömer Uluç gibi birçok değerli sanatçının izleyiciyi şaşırtabilecek özellikli yapıtlarına yer veriliyor. Bu sergi, sanat tarihine bilinen klişelerin dışında bakma ve okuma imkanı sunarak, yeni ve alternatif bir sanat tarihi yazımının mümkün olduğunu ortaya koyuyor ve yeni düşünce biçimlerine yol açmayı hedefliyor.

Sanatın bir laboratuvar alanı, sanatçının ise bir bilim insanı gibi sürekli ve yeniden deneyen biri olduğunu düşünürsek, arzu edilen sonucu bulmak için yapılan araştırmalarda ortaya çıkan “Aykırı İşler” sanat tarihi için büyük bir önem taşıyor. Bu aykırı işlerin devam etmesi durumunda sanatın nereye gidebileceği konusu ise işin asıl zihinsel doruk noktası oluyor. Aynı zamanda “Aykırı İşler”, sanatçının üslubunu bulması için ne kadar çok deneme ve emek verdiğinin de bir göstergesi. Thomas Edison’un “Dehanın yüzde biri ilham, yüzde doksan dokuzu terdir” sözü, süreci çok iyi özetliyor.


Fotoğraf bozluart resmi web sitesinden alınmıştır.

Zamanını Arayan Sandalye

Günümüz mobilya tasarımında Bauhaus'un etkilerini derinlemesine keşfetmek isteyenler için Pera Müzesi heyecan verici bir atölye düzenleniyor. Atölyede, mobilyaların yaşam ve duygular üzerindeki etkileri, Bauhaus'un tasarım ilkeleri ışığında incelenecek.

Katılımcılar, Bauhaus'un ikonik sandalyeleri ve işlev/biçim ilişkisi üzerine kapsamlı bilgi sahibi olacaklar. Eğitim sürecinde, katılımcılar mevcut deneyimlerini ve yapay zekanın yardımını kullanarak geleneksel sandalye formlarını modern ve özgün biçimlere dönüştürecekler.

Atölye, Bauhaus'un tasarım anlayışının gündelik yaşam üzerindeki etkilerini anlamayı ve mobilyaların duygusal etkilerini sorgulamayı amaçlıyor. Katılımcılar, bu süreçte sandalyeler üzerindeki işlev ve biçim ilişkisini yeni bir perspektifle ele alacak ve yaratıcı tasarımlar ortaya koyacaklar.



Fotoğraf pera müzesi resmi web sitesinden alınmıştır.


Hilton Istanbul Bosphorus’ta İtalyan Lezzetleri Şöleni: Eat Like an Italian 2 Geri Dönüyor!

İstanbul, 4 Ağustos Pazar günü unutulmaz bir gastronomi deneyimine ev sahipliği yapacak. Hilton Istanbul Bosphorus'un yemyeşil Gün Bahçesi'nde düzenlenecek olan "Eat Like an Italian 2" etkinliği, İtalyan mutfağının en gözde lezzetlerini ve kültürel atmosferini bir araya getiriyor.

Eataly’nin maharetli şefleri tarafından hazırlanan özel İtalyan yemekleri, aperitiflerden pizzalara, makarnalardan salatalara ve tatlılara kadar geniş bir yelpazede sunulacak. Katılımcılar, gün boyu çeşitli istasyonlarda sunulan bu nefis lezzetlerin tadını çıkaracak. Ayrıca, etkinlik boyunca müziğin ve doğanın keyfini, nefis kokteyller ve yaratıcı workshop'lar eşliğinde yaşayabilecekler.

İtalyan mutfağının zenginliğini ve İtalyan kültürünün güzelliklerini deneyimlemek isteyenler için bu eşsiz etkinlik, kaçırılmaması gereken bir fırsat sunuyor. 4 Ağustos Pazar günü, Hilton Istanbul Bosphorus'un Gün Bahçesi'nde siz de bu lezzet şölenine katılın.




Fotoğraf biletino resmi web sitesinden alınmıştır.




Devamını Oku

26 Temmuz, 2024

Birileri De Artık Kalasın Bir Ucundan Tutsun!

Birileri De Artık Kalasın Bir Ucundan Tutsun!

Kumru Yaren Cengiz  |  Ed. Murat Kadaş

Öner Eren Arıkan ile Bergama Tiyatro Festivali Üzerine:

2018’den beri Bergama’da can bulan Bergama Tiyatro Festivali’nin direktörü Öner Eren Arıkan ile konuştuk. Kendisinin çocukluktan başlayan tiyatro hikayesi ile anne tarafı köklerinin olduğu Bergama’nın, Berlin’de Bergama Müzesi’ne olan ziyaretiyle parlayan bir hayalden günümüze 5. edisyonunu 9-11 Ağustos 2024 tarihinde yapacak olan Bergama Tiyatro Festivali; alana çok önemli katkılarda bulunuyor. Sektörel paylaşıma ve paydaşlaşmaya çokça ihtiyaç duyduğumuz ekonomik olarak da politik olarak da ifade bulabilme ve hayatta kalabilme açısından zorlu geçen şu günlerde alana büyük bir nefes imkanı sunuyor BTF. Bu yıl festivalde ne gibi yenilikler olduğunu öğrenmek ve Bergama Tiyatro Festivali’ni daha yakından tanımak için keyifli okumalar dilerim.


Kumru Yaren Cengiz: Asklepion’da oynanacak üç oyunun listesi şu an elimde. Cyrano (DasDas), F451 (Tatbikat Sahnesi), Eski Köye Yeni Hayal (Kanada-Türkiye Ortak Yapım/Alana Özgü İş). Seçmiş olduğunuz bu üç oyunu neye göre seçtiniz? Bu sene festivalin temasının hikaye anlatmak olduğu notlarımda yazıyor. Bu “hikaye anlatmak” tanımına farklı perspektiflerden bakmışsınız ve bakabiliriz. Bu üç oyunun bu temadaki yeri nedir? Ayrıca festivalin direktörü olarak bu festivali ve özellikle bu seneki 5. edisyonunu kendi perspektifinizden nasıl tanımladığınız çok önemli bence. Biraz bahsedebilir misiniz?

Öner Eren Arıkan: Biz bu sene sürecin başında yola çıkarken aslında 5'inci yıl olması bizi çok heyecanlandırmıştı. Yani kendi kendine böyle aferin ya dediğimiz, merkez dışında bağımsız -tabi ki birçok destekçinin, kurumun ve sivil toplum kuruluşunun paydaşlığında- ama nihayetinde, tek bir merkez olmayan bir ekip tarafından, kalabalıkça bir ekip tarafından konuşarak tartışarak oluşturulduğu... Festivalin direktörü, bir yönlendiricisi var. O benim temsil ettiğim bir pozisyon. Yarın öbür gün bu pozisyon değişebilir. Ama bunun arka planındaki kurumlar bunun arka planındaki sivil toplum kuruluşları, ekip çok daha geniş bir yelpaze ve çok daha geniş bir iş bölümünden bahsediyoruz.

Bir şekilde merkez dışında, İstanbul'un merkezinde değil, İzmir'in merkezinde değil, Bergama gibi bir yerde; böyle uluslararası ilişkileri güçlenen, bir şekilde merkezde dikkat çeken, acaba bu sene ne olacak dedirten, her sene yeni bir üretimi kendi imkanları dahilinde mümkün kılan bir festival. İşte bir sene Tuğçe Tuna'nın geldiği, buraya özgü yeni bir iş ürettiği gibi gibi örneklerin de olduğu ve sadece çeşitli birkaç oyunun bir araya getirilerek oluşturulan bir programın ötesinde bu kentin dinamiklerine, bu kentin geçmişine, bu kentin meselelerine, sorunlarına göz kırpan bir şekilde onlarla hemhal olmaya çalışan, onlara alan açmaya çalışan kendi küçük denemelerini yapıp bu denemelerinden yaptığı öğrenimlerle kendini geliştirmeye çalışan bir yapı aslında Bergama Tiyatro Festivali.

Dolayısıyla 5'inci sene bizim için böyle “ya biz bu kentin bir parçası oluyoruz galiba” senesi olması sebebiyle önemli. Çünkü. nasıl söyleyeyim, hani tek bir merkezden ya da tek bir fikirden doğan da bir şey değil. Buraya, kentten geçen insanlara çarpan, bu kentin halı kilimini de programına dahil eden, bu kentin Ticaret Odasını da programına dahil eden, konuşmalarına dahil eden; ekip olarak da git gide Bergamalılaşan, yerelleşen, buradan beslenen, ekonomisini bu kente aktaran bir yapı olmanın getirdiği mutluluktu. Belki işte bir Avignon gibi, ne bileyim işte, bir Edinburgh gibi bir Epidauros gibi kentiyle anılacak bir tiyatro festivali olacak umuyorum ki. Dolayısıyla hikaye kısmı da birazcık öyle bir yerden çıktı. Çünkü biz bu sene istedik ki birazcık kendi hikayemizi de anlatalım aslında.

Bir tiyatro festivali niye var? Çeşitli hikayelere kapı açar çünkü. F451 distopya bir hikaye anlatıyor. Cyrano da bir hikaye anlatıyor. Aslında her şey bir hikaye anlatıyor. Ve Bergama o kadar enteresan bir şehir ki bir taraftan… Her taşının altında bir hikaye var. 2000 yıldır insan yaşamının hiç ara vermeden devam ettiği bir yerden bahsediyoruz. Dolayısıyla o her taşın altındaki hikayeyi aramak, aslında birazcık Bergamalı olmaktan ve o Bergama'nın hikayelerini kendi hikayemizle harmanlayıp yola çıkmaktan kendini pozisyonlayan bir yerdeydi. Çünkü Berlin-Bergama konusu da bir hikaye aslında. Ve bakılması gereken bir şey.

Böyle bir duruşla hikayelerimize, kendi hikayemiz de dahil başka hikayelere alan açıp onları insanlarla paylaşmaya niyetiyle yola çıktık. Birazcık zamansız işlerle birazcık daha zamanın ötesine geçebilmiş kişilerin hikayesiyle festival sürecimizi buluşturma üzerinden bir programlamaya gittik. 



Evet, 5. Yıl festivaller için gerçekten çok önemli. Bir nevi rüştünü ispatlama yılı oluyor. Yine de bu oyunları seçmenizin tek sebebi bu saydıklarınız değilmiş gibi geliyor bana. Diğer parametrelerden de bahseder misiniz? Çünkü her sezon birçok güzel oyun çıkıyor. Seçtiğiniz oyunlar son sezon oyunlar bile değil aslına bakarsak…

Burada tabii ki çeşitli faktörler var. Tek faktör sizin sanatsal beğeniniz ya da artist olarak nasıl bir iş istediğiniz de olmuyor.

Bergama Tiyatro Festivali 5'inci senesine girerken bir taraftan da bu 5 senelik geçmişindeki dahi en zorlu seneyi yaşadı. Yaşamaya devam ediyor. Bu zorluğun temel kaynağı aslına bakarsanız ekonomik sebepler hem ülkenin içinden geçtiği ekonomik durum malum hem de buna ek olarak seçim ardından gelen belirsiz bir süreç bizim için yaşandı. Ekonomik kaynaklarımızın neredeyse %40’ına %35’ine tekabül eden bir işbirliği ve bir destek modeli olan iki yönetim olan İzmir Büyükşehir ve Bergama Belediyesi’nde yönetim değişiklikleri yaşandı. Ve bu yönetim değişikliklerinin operasyonun ilerlemesine dair oluşturduğu bir belirsizlik süreci oldu. Dolayısıyla bu belirsizlik süreci sebebiyle programın oluşması gereken zamanla bizim bununla ilgili aksiyona geçtiğimiz zaman arasında çok büyük bir fark vardı.

Bu farkı da göz önünde bulundurduğumuzda, tabii ki, yaz takvimleri, turne takvimleri, insanların farklı işlerinin takviminin de o süre zarfında belirlenmiş olması bir taraftan da bizim iş belirleme sürecimizin etkisi oldu. Dolayısıyla o sanatsal tercihlerimizin de etkisiyle ortaya çıkan program bu şekilde. O merak ettiğimiz, kulak vermek istediğimiz hikayelere bir şekilde alan açabilecek işler olsun istedik.

Bir de Asklepion'da şöyle bir şey var. Bergama Tiyatro Festivali sadece Asklepion oyunları ile sınırlı değil. Bugüne kadar geldiğimizde, ortalama rakamlar vermem gerekirse, her festivalde yaklaşık 17-18 tane performans işi; onun dışında yaklaşık 20’ye yakın da yan etkinlik dediğimiz atölye, panel, söyleşi ve yürüyüş diye de onları detaylandırdığımız etkinlikler oluyor. Geçen sene yaklaşık 40’a yakın etkinlik vardı. Bu sene de yine aşağı yukarı benzer bir operasyona doğru ilerliyor olduk. Aslında bu kadar genişleyemeyeceğimizi düşünürken yine hayal ettiğimiz şeyi gerçeğe dönüştürmek için sınırlarımızı zorlamaya devam ediyoruz.

9 Ağustos Cuma günü, Asklepion Antik Sahne açılışını Cyrano ile yapıyor olmakla birlikte aynı gün içinde öğleden sonra Bergama Kültür Sanat Vakfı’nın Kaç Baba Kaç oyunuyla aslında performatif  programı açacağız. Biz her sene Bergama’da üretilen işlere alan açma sözü verdik. Bergama’da kim tiyatro yaparsa ona bir şekilde festival programında yer vermeye çalışıyoruz. Onun dışında Kozaklı Köylü Kadınlar da Bergamalı kontenjanımızdan festivale dahil olacak 14 kişi. Tiyatropolis isminde bir tiyatro grubu var. O da yine bu sene bizim Bergamalı kontenjanımızdan programa dahil olacak. Her sezon festival için iş üretiyorlar. “Bergama Tiyatro Festivali sence neden iyi?” diye bana sorsanız işte mesela bu örneklerden biri. Bu festivalin motivasyonuyla her sene iş üreten bir ekip var.

Bunların dışında KİOSK diye yeni bir süreç başlattık. Bir Showcase programı Ege Bölgesini kapsayan. Bir çağrı başlattık. Ege bölgesindeki üreticiler, üniversite toplulukları, amatör-yarı profesyonel-profesyonel tiyatro ekipleri olabilir. Bu çağrı sürecinde bize başvuru yapan ekiplerin arasından bir seçki yapılacak ve onlardan minimum 4 tane iş Bergama Tiyatro Festivali programına dahil olacak. Ama bu 4 işi biz sadece programa dahil etmiyoruz tabii ki. Kendileri için aslında bir süreç hazırlanıyor ve sektör profesyonelleriyle buluşarak bir taraftan kapasite geliştirme, bir akış geliştirme, ilişki geliştirme gibi bir sürecin içine girecekler. Hem festival seyircisi ile tanışacak hem de kapasite geliştirme programıyla bir şekilde yeni insanlarla tanışacaklar.

Sonrasında İnsan Müsveddesi bu sene Arasta’da olacak. Nora 2 ile kapatıyor olacağız festivali pazar günü Kültür Merkezi’nde. Kanada-Türkiye ortak yapımı olan işimiz beni çok heyecanlandırıyor mesela. Bu işin 2 senedir Bergama’da kurgulanıyor olması tabii ki ayrı bir konu. Hani gerçekten festivalin benim tarafımdan heyecanını böyle iyice köpürten işlerden bir tanesi bu sene. 

Showcase’ler beni de çok heyecanlandırıyor. Çünkü şu an ne olursa olsun tiyatro da sinema da İstanbul merkezli ilerliyor. İstanbul dışında dikkat verebildiğimiz oyunlar ancak ödenekli tiyatrolar olabiliyor. Ya Şehir Tiyatrosu ya Devlet Tiyatrosu ya da ünlü bir sanatçının sahnesi oluyor. Ödül alan, izlenebilen ve dikkat çeken işler ancak bunlar olabiliyor İstanbul dışında. Yani bir turneye çıkabilen ekipler oluyor. Onun haricinde imkanı olmayan ekipler hep kendi yağlarında kavruluyorlar. Kendi imkanları o kadarına yetiyor. Üretiyorlar. Çok değerli şeyler yapıyorlar ama bize ulaşamıyor.

Bu noktadan KİOSK adındaki bu Showcase programı çok değerli bir iş. Evet, İstanbul ayağı merkez dedik ama büyük ihtimal Bergama'ya katılan seyircilerin de ekiplerin de birçoğu Bergama ve Ege Bölgesi dışından olacak. Ve bence bizler daha farklı üretim bakış açılarına daha farklı dinamiklere ve alışkanlıklara sahibiz. Ve orada o ekiplerle bir buluşma sağlanması gerçekleşmiş olacak. O yüzden beni çok heyecanlandıran bir ayak oldu bu. Çünkü her şeyi değiştiren bir şey. Onların üretim aşamaları, üretirken güttükleri kaygılar. Bambaşka şeyler olduğunu biliyorum. Tabii ki ortak kaygılar hep var orayı cepte tutuyorum.

Aynen öyle. Tam olarak bahsettiğiniz gibi. Çünkü sizin de söylediğiniz gibi o buluşma iki taraflı bir fayda sağlama potansiyeline sahip. Bir taraf bizim bölgesel üretici. İkincisi, sektör profesyonelleri dediğimiz taraf. Bunları da biz kendi içinde 4-5 gruba ayırdık. Akademisyenler var, mekan sahipleri var, festivalciler var, birkaç tane eleştirmen var. Yaklaşık 12 kişilik bir sektör profesyoneli grubu dediğimiz bir grup var. Ve işte bir takım yurtdışı yabancı misyon temsilciliklerinin kültür bölümlerinden de birkaç katılım olacak. Burada Türkiye’de yaptıkları işleri ve projeleri  yine bu bölgesel üreticilerle buluşturacaklar.

Bizim şimdi temel amacımız KİOSK’u Bergama Tiyatro Festivali’nden ayrı bir şekilde büyütmek ve ilerletmek. Festivalle birbirlerinden beslenebilirler tabii ki. Hatta bizim şöyle bir hayalimiz var. KİOSK programına dahil olan ve dikkat çekici güzel bir iş olursa hemen bir sonraki festival programına dahil edelim istiyoruz. Çok güzel bir ilişki potansiyeli var burada.

Tam biraz önce sizin de bahsettiğiniz gibi ünlüsü yok, ödeneği de yok ama bir tiyatro yapma aşkı var. Bu aşkla tanışmak bu aşkı bu aşka sahip insanlardan dinlemek mesela işte bizim, İstanbul'un, tekrar bir hatırlaması gereken belki tekrar bir duyması gereken bir ses olabilir. Biz burada ay güzelim Anadolu çocuklarına bir şey bahşetmeye falan da çalışmıyoruz. Onlar da bizim gibi üretiyorlar. Tabii ki biz burada bir ticari ve aslına bakarsanız ekonomik de bir fayda olmasını umuyoruz. Çünkü ekonomik bir karşılıkla taçlandırılmadığı noktada bu hisler, iyi niyetler, bu bütün çabalar bir noktada törpülene törpülene belki çok başka, çok güzel şeyler üretebilecekken profesyonel anlamda başka şekillerde devam ediyor. Hepimizin hayatında böyle bu. İşte yaratıcı endüstriler dediğimiz alan birazcık da böyle. Sanki paragöz bir yerdenmiş gibi konuşuyoruz ama böyle…

Aslında ticari bir şey olarak anlatmaya çalıştığımız bir misyonumuz var. Bunun sebebi de şu. Gönüllü kasap görmedim. Gönüllü taksi şoförü de görmedim. Ama bizim bütün endüstrimiz bir gönüllülük kavramı ile hemhal durumda işte. Benim kendi kişisel geçmişim de öyle. Biz gönüllü olarak elektrik faturası ödeyemeyiz ki! Yani bir şekilde bunun bir ekonomisinin olması lazım. Ve bu ekonomide en başından bir emek varsa bu emeğin ekonomik karşılığı var. Bugünün koşulları içinde, bugünün konjonktürü içinde, 2024 yılında, o emeğin karşılığı olmalı. Diğer türlüsü çok ayıp. Yani 2 kalas bir heves… Evet, zaten her şey böyle başlıyor da birileri de şu kalasın ucundan tutsun. Yani heves biz sanatçılarda, üreticilerde var. Onda bir problem yok. Ama şu kalası da hep biz taşımayalım. Sanatçı perişan olmasın Biz de ekonomik olarak kaygılarımızı bir noktada varoluş mücadelesinin bir tık üstüne çıkartıp artık yeni fikirler ortaya koymaya çalışalım. İşte KİOSK da birazcık doğrudan bir bölgeyle buluşma çabası bu yüzden.


Destinasyon festivalleri tiyatro özelinde de sevilen, tercih edilen bir şey. Buna hem pozitif bir şey hem negatif bir şey olarak da bakanlar var. “Gitmişken tatil de yaparız. Tatilimiz olur ama işin içinde sanat da olur. Tiyatro da olur.” gibi bakış açılarını sevmeyenler var.  Bu şekilde ya da benzer bir şekilde çok hoşunuza gitmeyen bir bakış açısı var mı Bergama’ya dair? Mesela böyle bir şey hissediyor musunuz?

Yok. Biz bu sevilmeyen tutumu güçlendirmeye çalışıyoruz. Bu aslında Kapadokya ile başladı birazcık. Geniş katılımlı destinasyon festivali denilebilecek girişimler... Tabii, burada şöyle bir şey var. Bir tespit yapmak lazım. Şu anda İstanbul'da dışarı çıkıp bir akşam oyun izleyip ya da bir konsere gidip sonrasında arkadaşlarınızla oturup iki kadeh bir şey içip sağlıklı bir şekilde huzurunuzu, bedensel bütünlüğünüzü bozmadan evinize dönme olasılığınız yağmura yakalanma olasılığınızla aynı. Hani yağmur yağabilir. O bineceğiniz taksiye binebilecek misiniz? O taksiciyle huzurlu bir vakit geçirebilecek misiniz? Hadi tüm bunlardan kurtuldunuz… Bu bir gecelik aksiyonun ekonomik maliyeti nasıl bir noktada ve o ekonomik maliyeti bir tık zorlayarak mesela Ayvalık gibi bir taraftan hayatınıza o sırada farklı bir şey katacak keşfe de yardımcı olacak ama aynı şekilde hiç daha önce görmediğiniz bir mekanda bir tiyatro izleme deneyiminiz var. Dediğim gibi, biz bunu güçlendirmek istiyoruz. Çünkü gerçekten bu insanların bu kente gelmesi kentin ekonomisine de katkı sağlıyor. Ve bu kültür endüstrisi dediğimiz şey, o esnaf için ekonomik bir katkı sağlıyorsa o esnafın tiyatro ile kurduğu ilişki herhangi birinden daha farklı oluyor. Ve bu gerçekten tiyatronun faydasına. Genel anlamda o kişi gelip tiyatro izlemese bile bu böyle. Dolayısıyla bizim Bergama Tiyatro Festivali olarak, tabii ki Bergama’nın ekonomisine, Bergamalıların festivalden kültürel anlamda fayda sağlamasının yanında ekonomik -sosyal anlamda da fayda sağlamasına yönelik hedeflerimiz var. Bu hedefin en güçlü destekçilerinden bir tanesi işte bu destinasyon festivalidir. Negatif bir taraf yok burada. Sadece problem bunların sürdürülebilir olmasıyla ilgili. Yerel yönetimlerin, bölgedeki esnafların bölgedeki kültür ve turizm tarafında aktif olanların bu işe daha derinlemesine ve uzun vadeli bakması gerekiyor. Bu arada, ben birazcık festivaller konusunda festivallerin kendi içinde bir takım soruları ve sorunlarının olduğunu düşünüyorum. Ben açıkçası festivallerin birazcık tüketimle ilgili de  olduğunu düşünüyorum bir festival direktörü olarak. Çünkü festival dediğimiz şeyin bir tarafta, hani o izleyici ve üretici arasındaki ilişkiyi güçlendiren bir yerde olması lazım. Ama festivaller biraz yapalım gidelim gibi bir yerde durmak konumunda kalıyor. Tam buralarda bence burayı birazcık güçlendirecek şey hikayeler ve bir meselesinin, bir derdinin olması. O yüzden hep bizim için mesele, üç tane oyunu bir araya getirmenin bir tık daha ötesinde. Biz, Berlin-Bergama ilişkisinin üzerinde bir alan açmaya çalışıyoruz. O sebepten yerleştirilmiş kültürel miras bu festivalin meselelerinden bir tanesi. Çevre bu yüzden bu meselelerden bir tanesi. Gençler ve çocuklar çok sebepten bu festivalin meselelerinden bir tanesi. Erişilebilir olmak… Mesela biz her sene bir şekilde yeni ifade alanları açmanın dışında engellenen bireylerin sanata olan erişiminin gelişmesi için bir takım çabalar, görünür-görünmez bir takım süreçler ilerletmeye çalışıyoruz. Bu o yüzden bu festivalin meselelerinden bir tanesi. O hikayeyi ve bir derdi ortaya koymak.

Bergama Tiyatro Festivali’nden bahsederken muhakkak Berlin ayağından bahsediyorsunuz. Bunun bu festivali ortaya çıkarırken olan bir hayaliniz olduğunu konuştuk. Peki Berlin şu an bu projenin tam olarak neresinde? Daha çok zaman var diyebilir miyiz Berlin ayağının oluşması için?

Berlin, daha doğrusu Almanya ile Türkiye arasında zaten organik bir ilişki var. Osmanlı İmparatorluğu'na, Prusya'ya dayanan bir konu bakarsanız. Sonrasında bizim bu işte misafir işçi denilen konu, yanlışı-doğrusu-eksiği olan göçmenlikle ilgili aslında göçmen meselesi üzerine birçok şeyin yapılması gereken bir konu. Ve bunların tamamının içinde, yani bu ilişkinin içinde  Berlin ile Bergama'nın çok daha özel bir ilişkisi var. Çok daha özel bir yeri var. Çünkü onlar ortak bir kültürel mirası paylaşan iki kent. Ve  burada bir tartışma durumu söz konusu Biz burada şöyle bir yerden bakıyoruz konuya. Evet, Zeus Altarı’nın çok büyük bir kısmı şu anda Berlin'de. Berlin’de olsa da Zeus Altarı’nın o noktaya yapılmasına sebep olan şey neyse o hala Bergama’da. O manzara, o his, o duygu. Gün batımındaki o atmosfer… O hala burada. Evet, yer değiştirmiş, kültürel mirası tartışmalıyız. Bunu tartışırken Yunanistan'ı işin içine katmalıyız. Bunu tartışırken Güney Amerika'dan, Afrika'dan sömürülen kültür miraslarını bir şekilde bu işin içine katmalıyız Ve Bergama’yı bundan bağımsız tutamayız. Ama bizim buradaki Berlin-Bergama ilişkisini tam böyle bir yerden konumlandırarak aslında bu ilişkileri ve bu meseleleri tartışmaya kültürel bir perspektiften zemin açalım noktasından yola çıktık aslında. Ve tabii ki bu Bergama'nın dışında Berlin'de yaşayan göçmen, Almanya'da yaşayan göçmenlerin, göç tiyatrosunun Alman tiyatrosuna olan etkisi vesaire gibi şeyleri de değerlendirince burada bir külliyat var. Burada bir hikaye var. Bu festival de hem buna zemin hazırlasın hem de bir noktada nefesi yettiğince hikayesini Berlin'e taşısın. Ve Berlin'de ve Bergama'da eş zamanlı gerçekleşen bir köprü haline gelsin. Ve tabii ki bunlarla sınırlı olmamakla birlikte, birçok mesele üzerinden bu yaklaşım, bir tartışma zemini olarak hem Berlin'de, hem Bergama'da yeni tartışmalara alan açsın diye bir yerden aslında çıktı Berlin hikayesi. 

Evet, çok güzel. Benim sorularım genel olarak bu kadardı. Son olarak sizin söylemek istediğiniz bir şey var mı? 

Şunu söyleyeyim. Son söz olarak şöyle ifade etmeye çalışayım. Bu tür etkinlikler, bu tür festivaller, bu tür içerikler bir şekilde yerel destek alması gerekir kamu desteğinin olması gerektiği gibi konularla birlikte. Tabii ki buradaki en büyük destek seyircisine düşüyor. Bir şekilde seyircinin sahiplenmesine düşüyor. Dolayısıyla sürdürülebilirlik çok önemli bence. Onu atlamamak lazım çünkü aslında bu tür yapılan işlerin her bir senesi bir deneyime de dönüşüyor bu işi yapanlar ya da ucundan tutanlar için. Aslında her deneyim bir sonraki sene için bir öğrenim. Dolayısıyla daha iyiye, daha doğruya, daha anlamlıya giden yolda bu deneyimi yok saymamak lazım. Bu tür yapılan işler böyle ihaleyle ya da ne bileyim, toptan alınacak patates ya da mercimek gibi şeyler gibi görülmemeli kamu tarafından özellikle. Çünkü özellikle son dönemde bununla ilgili maalesef politikasızlık ya da stratejiden yoksun adımlar atılıyor gibi gözüküyor. O yüzden böyle hem insanların sahip çıkarken bu tür girişimlere bir taraftan da bu sürdürülebilir olma halinin bir şekilde desteklenmesi, bir şekilde bu yolların bulunması gerektiğini düşünüyorum. Bergama Tiyatro Festivali’nin söyleyecek sözü kalmazsa bir gün, seyircisi yoksa, yeni işlere alan açamıyorsa, evet, desteklenmesin. Yani, neden desteklensin ki? Ama hala bunları bir şekilde yapabiliyorken bu festivalin hayatta kalması bir takım çıkarlardan öte, bu birikimin sonraki nesilleri aktarılması ve yeni alanlar açılması için önemli olduğunu düşünüyorum. 

Teşekkür ederim. Kesinlikle çok doğru bir noktaya yine dönmüş olduk. Her şey varken para sınırlayıcı olabiliyor ve bu çok üzücü. Keyifli sohbetiniz ve verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür ediyorum. Umarım çok güzel bir festival süreciniz olur bu sene.

Ben teşekkür ederim. Çok memnun oldum. Rica ederim.


Röportaj Kumru Yaren Cengiz ve Öner Eren Arıkan ile sözlü olarak gerçekleştirilmiş olup blog için deşifre olarak yazılmıştır. 










Devamını Oku