BLOG

/ Blog
15 Ekim, 2024

Doğa, Mekân ve Lezzetle Harmoni

Doğa, Mekân ve Lezzetle Harmoni

Eda Çamlı  |  Ed. Seda İstifciel

Haftalık Sanat Haberleri (14 Ekim – 21 Ekim) :

Lezzetin Sanatla Buluştuğu Sergi: "Tat ve Sanat: Lezzetli Resimler"

Türkiye İş Bankası Resim Heykel Müzesi, İstanbul Kültür Yolu Festivali kapsamında açtığı yeni sergisi "Tat ve Sanat: Lezzetli Resimler" ile sanatseverleri, doğadan ve sofralardan ilham alan eserlerle buluşturuyor. Küratörlüğünü Prof. Dr. Gül İrepoğlu’nun üstlendiği sergide, Osman Hamdi Bey, Şeker Ahmed Paşa, Cevat Dereli ve Hikmet Onat gibi önemli sanatçılara ait 200’ün üzerinde eser yer alıyor.

Sergi, Türkiye İş Bankası Sanat Eserleri Koleksiyonu’ndan seçilen 150'den fazla eserin yanı sıra, özel koleksiyonlardan alınan 50’ye yakın tablo ve heykeli de sanatseverlerin beğenisine sunuyor. Serginin tasarımı PATTU Mimarlık tarafından gerçekleştirilirken, sergiye eşlik eden kitap Prof. Dr. Gül İrepoğlu tarafından hazırlandı ve Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlandı.

Müzenin 2. ve 3. katlarına yayılan sergi, altı tematik bölümde izleyiciyi ağırlıyor: "Cömert Doğa", "Doğa Tadında Renklerle", "Ürünler Sunulurken", "Denizden Çıkan Nimet", "Yemek İçin Emek" ve "Cânân ki Degüstasyon’a Gelmez". Bu bölümlerde, tarla ve bahçelerin verimliliğinden mutfaklarda hazırlanan yemeklere, pazar yerlerinden kahvehanelere kadar geniş bir yelpazede eserler yer alıyor.

Sergi, doğanın ve sofraların sanattaki yansımalarını görmek isteyenleri 200'ü aşkın tablo ve heykel ile keyifli bir keşfe davet ediyor.


Tokatlıyan Han’da Sanatla Buluşma: "Polifonik Bir Bahçe" Teras Sergisi

Tarihi Tokatlıyan Han, 16-31 Ekim tarihleri arasında "Polifonik Bir Bahçe" adlı sergiyle sanatseverlere kapılarını açıyor. Han’ın terkedilmiş beşinci katında gerçekleşen sergi, resim, heykel, fotoğraf, video ve enstalasyon gibi geniş bir sanat yelpazesi sunuyor. Farklı disiplinlerden on bir sanatçının bir araya geldiği bu özel sergi, mekânın geçmişi ve bugünkü izlerini sanatsal bir yorumla yeniden ele alıyor.

Küratörlüğünü Eda Yiğit’in üstlendiği sergi, Tokatlıyan Han’ın zamanın izlerini taşıyan mimarisini sanatın merkezine alıyor. Sanatçılar, harabiyetin taşıdığı anlamı kendi eserlerinde yeniden işleyerek, mekânın katmanlarını keşfedip, kolektif bir üretim sürecine adım atıyor. Mekâna özgü ve daha önce sergilenmemiş eserlerden oluşan sergi, sanatçılara yeni formlar yaratma fırsatı tanıyor.

Tokatlıyan Han’ın ilk kez bir sergiye ev sahipliği yaptığı bu sergi, iki yıldır süregelen sanatçı örgütlenmesi ve handa kurulan yeni yaşam kültürünün bir yansıması olarak öne çıkıyor.


Ehlikeyif

OMM – Odunpazarı Modern Müze, 5. yılını kutlarken sanatseverleri farklı disiplinlerdeki çağdaş eserlerle buluşturan yeni sergisi “Ehlikeyif” ile dikkat çekiyor. Küratörlüğünü müzenin kurucusu İdil Tabanca’nın üstlendiği sergi, resim, heykel, yerleştirme ve mobilya tasarımı gibi geniş bir sanat yelpazesi sunuyor. Sergi, sanat dünyasında geleneksel sınırları zorlayan uluslararası sanatçıları bir araya getirirken, doğa ile insanın birbirine duyduğu özlemi yaratıcı bir şekilde yorumluyor. 8 Eylül'de açılan ve farklı kültürel bakış açılarını buluşturan “Ehlikeyif”, sanatın doğa ve gündelik yaşamla nasıl yeniden anlam kazandığını gözler önüne seriyor.

"Ehlikeyif", özellikle Bauhaus’un modern mobilya üzerindeki etkisini aşan ve doğanın ham estetiğiyle harmanlanmış alışılmadık tasarımlar ile öne çıkıyor. Sergide yer alan sanatçılar, doğanın özünden gelen unsurları; ham ahşap, toprak, taş ve organik formları kullanarak eserlerine entegre ediyor. Bu üretimler, modern hayatın yapaylığına bir karşı duruş olarak doğanın ve insanın iş birliğini yüceltiyor. Teknolojik ilerlemelerin getirdiği tahribat, nüfus yoğunluğu, iklim değişikliği ve pandemi gibi küresel krizlerin ardından, sade ve doğal yaşam biçimlerine olan kolektif özlem serginin ana temasını oluşturuyor.

Sergide yer alan sanatçılar arasında Ahmet Doğu İpek, Andrea Branzi, Audrey Large, Batten and Kamp, Gaetano Pesce, Misha Kahn ve Marc Quinn gibi uluslararası alanda tanınan isimler bulunuyor. Bu sanatçılar, doğanın karmaşık yapısını ve insan bedeniyle olan ilişkisini ele alırken, tasarladıkları işlevsel nesnelerle gündelik yaşamla bağ kuruyorlar. Doğadan ilham alınarak üretilen eserler, ev eşyalarına farklı bir boyut kazandırarak onların kültürel ve tarihsel birer pencere olduğunu vurguluyor. Sergideki objeler, insanların zaman içinde değişen ihtiyaçlarına ve arzularına dair ipuçları sunarken, aynı zamanda modern hayatın çelişkilerini de ele alıyor.

"Ehlikeyif" sergisi, doğanın insana kattığı dinginliği ve zenginliği sanat yoluyla yeniden yorumluyor. Zamanın, rüzgârın ve diğer doğal unsurların birer heykeltıraş gibi dünyayı şekillendirdiği gerçeğini ortaya koyan sergi, doğanın insan yaşamındaki önemini vurgularken, aynı zamanda postmodern toplumların doğaya dönüş özlemini de derinlemesine işliyor.










Devamını Oku

15 Ekim, 2024

Kentin Silinen Hafızasını Hatırlamak Üzerine

Kentin Silinen Hafızasını Hatırlamak Üzerine

Orhun Atmış  |  Ed. Seda İstifciel

Osman Bozkurt’un “Hatırla” adlı sergisi Merdiven Art Space’te 26 Ekim’e kadar ziyaret edilebiliyor. Kentin sosyal coğrafyası, mimarisi ve kültürel tarihini inceleyen sanatçının sergi kapsamındaki çalışmaları demografi, kentleşme ve haritacılık üzerine yürüttüğü metodik araştırmalara dayanıyor.

Günlük yaşantımızın ayrılmaz bir parçası haline gelen inşaat manzaralarına çoğu zaman dönüp bakmayız. Kafamızı çeviririz. Yaklaşmayız. Zaten metal panellerle kapatılırlar, görülsün istenmez o yıkıntılar. Fiziksel varoluşlarını tamamlamış olan bu yıkıntılar hafızamızda ise önemli yer kaplar. Eğer yıkılan kendi evinizse zaten kokunuz duvarlara sinmiş gibi hissedersiniz, yıkılınca tüm anılarınız da yok olmaya, hafızanızda gitgide silikleşmeye, unutulmaya yüz tutar. Bazen kendi eviniz olmayabilir ama yan komşunuzun evi “kentsel dönüşüme” girer. Yine de her gün önünden geçmişsinizdir, yan daireden sesler işitmişsinizdir, “hatırınızda” yer etmiştir tüm bunlar. Bu kadar yakınınızda olması da gerekmez, her an her yerde karşılaşabilirsiniz birbirine benzeyen bina yıkıntılarıyla. Eğer biraz daha yakından bakmayı tercih ederseniz, o “molozlar” da bir şey söyler, bazen bir şey anlatır insana. 

Bozkurt’un “Hatırla [Remember]” sergisi de İstanbul’da süregelen yıkım, inşa sürecine tanıklıklarından yola çıkıyor. Zaman ve hafıza kavramlarını sorgulayan sanatçı, fotoğraf, video, heykel, ses ve yerleştirmelerle molozlaştırılmış bir kentin silinen hafızasını somut kanıtlarla izleyiciye hatırlatıyor.


Domestik Arkeoloji

Sergi, Merdiven Art Space’in iki katına yayılıyor. Sanatçı sergiyi zihninde yukarıdan kurmaya başlamış. İkinci katta yer alan “Domestik Arkeoloji (2020)” videosunun serginin “core” işlerinden biri olduğunu söylüyor, yani serginin önemli bir kısmının kaynağını bu videoda görebiliyoruz. COVID-19 pandemisinde zorunlu kapanmalar nedeniyle herkes evlere çekilirken inşaatların bir kısmı da durmak zorunda kalmıştı. Bozkurt’un çatıya açılan küçük bir penceresi olan stüdyosun yan apartmanı da bunlardan biriydi. Balkonu bulunmayan “şanssızlardan” olan sanatçının nefes almak için kullandığı bu çatının komşu çatısında ise kayda değer güzellikte kiremitler yer alıyordu. Videoda bu kiremitlere nasıl ulaşıp, her birini arkeolog titizliğiyle kayıt altına aldığını izliyoruz. Osman Bozkurt, aslında fotoğraf temelli bir sanatçı. Tarih alanında çalışmalar yapmış, arkeolojiyle de ilgilenmiş. 

Kiremitler

Hemen kafamızı çevirdiğimizdeyse bu kiremitleri yanı başımızda görüyoruz, detaylarını inceleyebiliyoruz. Kiremitleri tutan eller sanatçının kendi ellerini temsil ediyor... Bozkurt’un ilk bulduğu kiremitler Marsilya kiremitleri olmuş. Birçok projesinde yerel tarihle de ilgilenen bir insan olduğu için, Pangaltı bölgesinde yer alan evdeki bu Marsilya kiremitlerini hemen tanımış. Yaklaşık 150 yıllık olduklarını söylüyor. Müthiş detaylar görebiliyorsunuz bu sanat eseri haline gelen kiremitlerde. 

Kiremitlerden biri de Selanik kiremiti, Osmanlı Yahudi ailesinin üretimi. 1800’lerde üretilen bir kiremit o da. Serginin bu katında Amira Akbıyıkoğlu Arzık’ın sergi üzerine metninde vurguladığı gibi Bozkurt’un yıllar boyu katman katman kazmaya devam ettiği konu ve süreçleri içeren işleri yer alıyor. Videoya eşlik eden “Kiremitler” (2024) ve “Tuğla” (2024), “Pik” 60/500 (2024) ve “Anten” (2024) ise alelade birer yapı buluntusu olmanın ötesinde, molozlaştırılmış bir kentte yaşanmışlıklara dair elle tutulur kanıtlar sunuyor.

Serginin giriş katında yer alan üst üste dizilmiş moloz yığınlarını görüyorsunuz. Sanatçı bunların kişisel deneyimi sonucu ortaya çıkan işler olduğunu söylüyor. İstanbul’un farklı yerlerinden toplanan yıkıntılar. Sanatçı bunları üst üste yığmaya, bir denge bulmaya, bir bütün oluşturmaya çalışıyor. Yani kaostan bir düzen kurmaya çabalıyor.


Döngü

Bu katta yer alan “Döngü” (2024) ise en dikkatimi çeken eserlerden oldu. Siyah-beyaz iki fotoğraf karesini tek bir baskıda birleştiriyor eser. Solda bir moloz yığını, sağ tarafta ise Keban Barajı’nın tamamlanması ile 1975’ten itibaren sular altında kalan Norşuntepe höyüğü yer alıyor. Günümüzden 7 bin 500 yıl önce yaşanmaya başlanan, Bakır Çağı’na ışık tutacak bir alan sular altında kalmış. Alman arkeologların alelacele yaptığı çalışmalar sırasında ortaya çıkarılan bir kısmın yukarıdan çekilmiş bir görüntüsü bu fotoğrafta bulunuyor. 

Bu katta sanatçının “Mōlēs I” (2024) ve “Mōlēs II” (2024), “Şakul” (2024), “Yıkım” (2007) eserleri de görülebiliyor. 


Devamını Oku

10 Ekim, 2024

Yönetmen Mert Erez ile “Rehber” Üzerine

Yönetmen Mert Erez ile “Rehber” Üzerine

Kumru Yaren Cengiz  |  Ed. Seda İstifciel

“Oğlumu tanıyor musun?” Oğlunu hiç tanımayan bir babanın sözleri. İnsanın birinci dereceden yakını dediğimiz kişiler aslında en yabancı olanlar olabiliyor işte. İster aynı evde ister uzak bir yerde olsun tanımak çok çetrefilli bir durum. Tanıdığımızı sandığımız insanları tanıdığımıza emin miyiz?

Mert Erez’in yazıp yönettiği Rehber isimli kısa filmi için kısa bir sohbet gerçekleştirdik. Oyuncu kadrosunda Damla Sönmez, Murat Kılıç, Meltem Berber gibi isimlerin yer aldığı film dünya prömiyerini 2024 Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali Ulusal Kısa Metraj Film Yarışması seçkisinde yapacak. 

Kumru Yaren Cengiz: Bu aralar benim üzerine çok kafa yorduğum, çok düşündüğüm bir konu aslında bu aile konusu ve aile içerisindeki bu yabancılık mevzusu. Biraz da oralardan konuşmak istiyorum. Bir yandan da aslında festival süreci ve filmin teknik, çekim vesaire yaşadığınız zorluklar üzerine ve hikayenin nasıl oluştuğu üzerine konuşmak istiyorum. Nasıl ortaya çıktı bu hikaye? Seni de biraz araştırdım. Daha öncesinde de deneysel bir işin olmuş, bir belgesel olmuş gördüğüm kadarıyla. Sonra Ozan Sertdemir ile çok fazla çalışmışsın. Yönetmen olarak başka kurmacan var mı Rehber dışında? 

Mert Erez: On beş yaşında çektim ilk kısa filmimi. 2012’den de bir filmimiz var. Filmin Adı Yok ismi filmin. Ozan Sertdemir ile birlikte yazıp yönetmiştik bunları. Lise sürecinde birçok filmi birlikte yaptık. Hala birlikte çalışmaya devam ediyoruz. Çok erken başladığım için aslında var dört beş tane kurmaca ama onlara kurmaca denir mi film denir mi her ne kadar o yaş kategorisinde ödül almış olsa da bilmiyorum. O yüzden profesyonel çalıştığım ilk kurmaca Rehber diyebilirim. Filmin Adı Yok Blu TV'deydi. Dün kalkmış olabilir yayından ama 3 senedir Blu TV'deydi. O da biraz deneysel gibi aslında. O da tam kurmaca değil. Diyebilirsek belki ona diyebiliriz daha profesyonelliğe başladığımız film olarak. 

Kumru Yaren Cengiz: Aynı zamanda hikaye kitapları yazmış, futbol yazarlığı yapmışsın. Iska isimli filmin sanırım biraz da aslında o futbol yazarlığından. Futbol hikayesi. 

Mert Erez: Iska, ben 6-7 yaşındayken falan izlediğim bir maç sonucu aklımda kalan bir hikaye. Ben çok iyi bir futbol izleyicisiydim. Sonra da futbol yazarlığı da yaptım. Hala yapıyorum istek olursa bir yerlerde. O hep aklımdaydı. 

Kumru Yaren Cengiz: Rehber’e dönersek… Bu hikaye nerden ortaya çıktı peki?

Mert Erez: Rehber şöyle oldu aslında… Ben Iska’dan önce yönetmenlik hayalime ara vermiştim. İşte ekonomik kaygılardan dolayı direkt olarak üniversiteden sonra bir reklam ajansına girdim.20 yaşımdan 2020'ye kadar reklamcılık yaptım ve bir şey çekmedim. Sonra pandemi olunca biraz insan ölümü daha yakın hissediyordu ya o aralıkta hani… Ben hayallerimi gerçekleştirmediğimi hissettiğimde istifa ettim pandemi sürecinde. Herkes işten istifa etmemeye çalışırken ben istifa ettim işsiz kalmayı göze alarak. Ve sonra hemen pandeminin ortasında Fevzi Tuncay'ı aradım ve Iska'yı yaptık. Böyle yönetmenliğe tekrar geri döndüm ve artık bir daha da bırakmak istemedim o saatten sonra. Rehberi de artık Iska'yı bitirmiştim, festival sürecini yapıyordu. Antalya'yla, o da Altın Portakal'la açmıştı. Yurt dışında geziyordu ve artık “ben ne yapayım kurmaca?” diye düşünürken memleketim İzmir Tire’ye gittim. Bir arkadaşımın dükkanında kaldım o gece. Niye anlattığım bunu şimdi ortaya çıkacak. Arkadaşımın dükkanında kaldım. Sabah da dükkanı ben açtım. Erken kalkarım ben. O da çok geç kalkar benim aksime. O da dükkana gelmiyor yani ben varım diye. Bir tane yaşlı bir teyze geldi. Tire’nin dağ köylerinden. Ege şivesi çok ağır, anlaması çok zor yani.

Bir şey söylüyor bana sürekli ama anlamıyorum. Sadece şeyi anladım. “Oğlumun fotoğrafı, oğlumun fotoğrafı” diyor. Dükkanın sahibini soruyor. Ve bir an önce oradan oğlunun fotoğrafını almak istediğini anladım yani ben.

Sonra dedim ki arkadaş geç gelecek sen git sonra gel. O da yok ben oturacağım bekleyeceğim dedi. Ve inatla arkadaşım gelene kadar 1 saat-1,5 saat falan oturdu hiçbir şey söylemeden bekledi. Arkadaşım geldi, kadının oğlunun fotoğrafını bilgisayardan çıkardı verdi. Kadın gittiğinde ben de sordum niye bu kadın bu kadar ısrarla fotoğrafı bekliyor. Dedi ki: “Bu kadının oğlu geçen hafta öldü ben gittim toprak attım üstüne. Ben gömenlerden biriydim ve oturuyordum, oyun oynuyordum, bir anda telefonum çaldı. O kadar korktum ki geçen hafta çocuğun üstüne toprak attım ve şu an beni arıyor. Telefonu açtım. Bana dedi ki sen kimsin? Benim oğlumu tanıyor musun?” Ben de duyunca çok etkilendim bundan. Çok üzüldüm kadının o gözündeki acıya, ifadeye. Bir insanın kendi çocuğunu tanıyıp tanımaması ve insanlara sorması üstünden böyle bir hikaye canlandı kafamda. Ben de kendim çocukken babamı kaybettim. Ve babamın beni tanımaması, benim babamı tanımamam üzerinden de bu hikayeyi hani anne çocuktan çıkarıp baba oğul hikayesini çevirmek istedim ve böyle kurdum hikayeyi. O kadın oğlunu tanıyormuş aynı evde yaşıyormuş yani tanıdığını düşünüyormuş, aynı evde yaşıyormuş. Birlikte bir hayatları varmış ama bir baba çocukken terk ettiği bir çocuğun ölümüne geri dönse ve sadece elinde telefonu olsa çocuğunu nasıl tanıyabilir diye. Oradan yola çıkıp yani gerçek dramdan yola çıkıp böyle bir hikaye oluşturdum. Ondan sonra süreci başladı filmin. 

Kumru Yaren Cengiz: Sadece evlat olarak, baba, anne olarak değil bir sürü kişiliğimiz var bu hayatta. Ve herkesin karşısında başka bir kişiyiz. Peki o zaman, hikaye buradan çıktı. Bir film çekmek çok zor bir şey. Özellikle para mevzusu, yapım mevzusu ve bunu hayata geçirmek. Buralar nasıl ilerledi? Yapımcılar arasında bildiğimiz isimler de var. İşte Ece Yörenç gibi vesaire. Bunları biraz konuşalım. 

Mert Erez: Şöyle, kısa film çekmek istediğimde ilk fonlara bakıyorum. Hangi fonlara ben senaryomla uyabilirim ya da yapı olarak uyabilirim diye. Senaryoyu yazdıktan sonra fonlara göndermeye başladım. Gönderirken de bir festivalde yıllar önce yine Tire'de bir arkadaşımın kardeşiyle karşılaştım. O da sinemayla uğraşıyor. Ama ayrılmıştı bağlarımız. Orada karşılaştıktan sonra tekrar birlikte çalışmaya karar verdik. Meryem Sena kendisi, ortak yapımcılarımdan. Birlikte çalışmaya karar verdik. Sonra fonları aradık hep birlikte. İşte Luma, Esenler, Kültür Bakanlığı gibi fonlar aldık. Bu fonları aldıktan sonra da en son Luma'ya gittik. Ve Luma'da da güzel bir sunum yaptık. İşte en son bu parayı alırsak, oradaki ödülü alırsak filmi çekebileceğimizi söyledik. Filmi çekebileceğimizi söylediğimizde de ufak bir, yani belli bir meblağnın da boşta kalacağını söylediğimizde jürilerden biri Ece Yörenç’ti. O da sağ olsun yanıma gelip filmi çok beğendiğini, ne kadar eksiğimiz kalırsa onu kendisi tamamlayacağını söyledi. “İster teşekkür et, ister etme, ister ortak yapımcı yaz, ister yazma. Böyle bir beklentiyle yapmıyorum. Sadece filmini çok sevdim, senaryonu çok sevdim. O yüzden destek olmak istiyorum elimden geldiğince.” dedi. Sağ olsun ve zaten Ece Yörenç ile çalışma şansı benim için çok değerli bir şans. Çok severim kendisini. Hem insan olarak hem işleri olarak. O yüzden öyle bir şans geçince tabii ki dedim ortak yapımcı yazacağım. Çok isterim. Sağ olsun onun da desteğiyle Alican dahil oldu ondan önce sürece. Onların desteğiyle hep birlikte yaptık. En sonunda sanat yönetmenimiz Bilal ağabey de belli desteklerde bulundu. Hep birlikte elimizi taşın altına koyduk ve o fonların desteği kendi cebimizden koyduklarımızla çektik. Film çekmenin zorluğunun şu noktalarla da aşılabildiğini düşünüyorum. İnsanlar biraz kendi memleketlerine dönüp film çekerler genelde. Çünkü bunun sebeplerinden biri orada insanlardan daha kolay para bulma ya da para bulamasak bile o maddi olmayan destekleri, mesela işte yemek desteğini belediyeden, Tire Belediyesi'nden aldık. Konaklama desteğini Tire Belediyesi'nden aldık. Bunlar çok büyük meblağlar şu an. Günlük 2000'den başlıyor bir kişinin en küçük bir yerde konaklaması. Ve bir ekip konaklıyor yani. İşte oradaki arkadaşlarımız, eşlerimiz, dostlarımız ceplerinden para koydular. Arabası olan arabasını verdi, parası olan parasını verdi, evi olan evini açtı. Herkes bir şey yaptı yani. O yüzden biraz imece usulü, filmin zorlukları biraz da öyle aşılıyor bence. Kitap da yazdın dedin ya, ben mesela edebiyattayken hep şunun eksikliğini hissettim. O tek, yalnız olmak çok zor. Bir kitap yazıyorsun, kitabını tek başına duyurmaya çalışıyorsun, kitabını tek başına sattırmaya çalışıyorsun ama sinemanın o hep birlikte bir şey yapma ahengi bence çok tatlı. O yüzden benim hoşuma gidiyor birlikte bir şey yapmak, o zorlukları da öyle atlattık Allah'a şükür.

Kumru Yaren Cengiz: Evet, yani içilen su bile büyük bir kalem oluyor aslında setlerde. Kolektif çalışma böyle güzellikleri barındırsa da böyle yüklere de sahip aslında. 

Mert Erez: Evet. Mesela şöyle bir şey olmuştu. Bizim ortak yapımcılarımızdan biri Orion. Önemli kamera şirketi Türkiye'de. İlk gün setimizin ilk sahnesini çektik. İkinci sahnesine geçtik ve kameramız bozuldu. Yağmur yağdı ve kamera su aldı. Çok zor bir durum bence bu bir kısa filmci için. Anında o gün sete tekrar kamera geldi mesela. Bunlar çok değerli destekler bence. O an kameranız olmazsa ne yapacaksınız? Koskoca seti iptal edin. Masraf artacak, gün sayısı artacak. Yani o yüzden herkesin tek tek destekleri çok önemli. Tekrar teşekkür ediyorum. 

Kumru Yaren Cengiz: Evet. Filmde çok ünlü oyuncular da görüyoruz aslında. Hem ana akımda hem de bağımsız işlerde yer alan Damla, Murat gibi isimleri görüyoruz. Bunlar da filmin hem aslında kalitesini yükselten isimler oyunculuk performanslarıyla hem de senin ve bu yapımcıların aslında bu işe böyle baş koymasıyla projeye dahil olmuş isimler gibi duruyor. Onların projeye dahil oluş sürecinde herhangi bir anlatmak istediğin bir şey var mı o sürece dair yoksa tıpkı Ece'nin dahil olması gibi kendi akışında rahatlıkla gerçekleşen bir şey mi? 

Mert Erez: Kimi arasak ikiletmeden gelmeleri bence çok değerliydi. Senaryoyu da beğendikleri için bence oldu bu. Ve o dediğin gibi kararlılığı ve ısrarı görünce dahil oluyor insanlar.  Senaryo da o süreçte ödül almıştı. Ödül aldığını göstermesi, destek aldığını göstermesi hem de insanların o heyecanı bence etkiliyor. Dramaturjik olarak da herkesin bir sahnesi var ve bitiyor. Oraya gelen insanları beş gün orada tutmadığımız için geleceksiniz, sahnenizde olacaksınız, gideceksiniz demek de bir prodüksiyonel bir kolaylık olduğu için de ikna süreci bence biraz daha kolay oluyor.

Kumru Yaren Cengiz: Evet. Yani yanlış izlemediysem eşya teslim alma sahnesini atlarsak film arabayla, köpekle başlıyor, komşuyla başlıyor. Yine aynı şekilde bitiyor film aslında. Böyle bir döngüyü görüyoruz. Bu özellikle dikkat ettiğin bir durum muydu? Böyle bir döngünün olması. 

Mert Erez: Aslında şunu söylüyoruz:

İnsanlar geldikleri yere geri dönerler. Alt metinlerden birinde hikaye de geldiği yere geri dönüyor bunu istedim. Aslında geldiği açıyla döndüğü açıda aynı hemen hemen ve nasıl hikaye geldiği yere geri dönüyorsa insanlar da geldiği yere geri dönüyoru biraz söylemek istedim bunda. O yüzden biraz kişisel de tercihimdi yani. 

Kumru Yaren Cengiz: Biraz daha filmin senaryosunun bu motifleri, felsefesi hakkında konuşmak istiyorum. Aslında söylediğin şey, filmin hikayesinin oluşması, o fotoğrafçıda o kadınla yaşadığın an ve kendi babanla olan ilişki konuşacağım her şeyi çok net, çok sesli bir şekilde açtı aslında. Biraz daha detay üzerine konuşabiliriz gibi geliyor bana da. Bazı detayları not aldım. Mesela sürekli olarak insanlara gidiyor Ali. “Oğlumu tanıyor musun, oğlumu tanıyor musun?” diyor. Ama ilk başta kapısından kovduğu köpek en çok oğlunu tanıyor aslında. Ve en son idrakine varıyor, ona da “sen benim oğlumu tanıyor musun?” diye soruyor. 

Bunun üzerine konuşabiliriz. Sonra, geçmişle olan o pişmanlık anlarıyla telefona kendisini kaydetmesi bence çok tatlı bir detay. Evet, geçmişi geriye alamıyoruz ama belki -mış gibi yapabiliyoruz ve bu acımızı ne kadar hafifletiyor aslında gibi düşünceler beliriyor o sahnede. Onun dışında şey çok dikkatimi çekti. Kahveci ile oğlunun olan ilişkisi. Burada olmayan bir baba-oğul ilişkisinin peşinde Ali karakteri.

Ama bir bakıyor ki orada karşısında olsaydı böyle olabilecekmiş dediği bir ilişki var. Aslında oğlunu bir noktada kalp olarak kaydettiği, sonra kanka olarak kaydettiği ama aslında onların da hiç İsa'yı tanımadığı kişiler üzerinden tanımaya çalışıyor. İsa'nın farklı farklı yönlerini görüyor ve orada da büyük bir hayal kırıklığı var aslında. Ve aslında iki insanın özellikle aile içerisinde bence birbirinden uzak kalma sebebi işte baba-oğul ya da anne-oğul vesaire kardeş çok farklı olduklarını düşünmesinden kaynaklanır.

Ama aslında görüyor ki oğlu da tıpkı onun gibiymiş ve kendi oğlunu kendi eşini kendisi de terk eden biriymiş. Orada da tam bir döngü var. İnsan muhakkak oraya geri dönüyor. Aslında olmaktan kaçtığı kişiye geri dönüyor Bunlar benim dikkatimi çeken şeyler oldu. Üzerine düşündüğüm ve etkilendiğim detaylardı. Biraz bunlar üzerine konuşalım isterim. Sen neler düşünüyorsun, neler hissediyorsun bu noktalar hakkında?

Mert Erez: İnsanın böyle ince işlediğini düşündüğü şeylerin karşı tarafa geçmesi bence insanı en çok mutlu eden şeylerden biri. Sondan başlayayım istiyorsan başa doğru geleyim. Çocuğun, yani İsa karakterinin kendi babasına dönüşmesi klasik bir mit zaten. Herkes babasına benzer. Babasına dönüşür. Bu çok katıldığım bir şey mi değil mi bilmiyorum ama bu miti kullanmak istedim orada. Ben de kendi babama dönüşür müyüm onu bilmiyorum. Bir hınç doğurmuş bu çocuğun içinde, İsa'nın içinde babasına karşı. Babasını da terk edemeyeceğine göre biraz sanki çocuğu terk edeceğini bilerek kendi çocuğuna babasının ismini koyacak. Bunu sevgiyle koymadığı çok belli yani babamı çok seviyordum da adını koyayım yapmamış. Sanki biraz babası gibi olacağını biliyormuş gibi bir hisle yazdım onu. Ve aslında adamın da sonundaki o oğlunun kendine dönüştüğünü görmesi ve oradaki burukluk şöyle de sonuçlanabilirdi: Madem oğlum bunu yapmış ben bari gelinimi, torunumu yanıma alayım. Bunu yapabilirdi ama bunu yapmadığı için zaten oğlu bunu yapmayacak bir karakter olduğunu bildiği için zaten kahvecinin söylediği gibi “geleceğini bilseydik cenazeyi bekletirdik.”dediği şey ortaya çıkıyor. Zaten son görevini gelip en azından gömerek yapabilir o baba ama onu da yapmayı tercih etmiyor. Bunun neden olduğunu bilmiyoruz. Neden gelemediğini bilmiyoruz ama geç gelmiş. E zaten o en son karede de en azından torununu al yanına bari oturuyor ve onu alacak olan kişi zaten belki en baştan terk etmezdi diyorum ben. Ha adam merhamete geldi de aldı gibi hikayeler çok hoşuma gitmiyor zaten. Bence öyle bir dünya genelde çok mümkün olmuyor. Keşke olsa ama. Hani sonradan çok fazla şey değişmiyor. Adam da zaten onu almayacak bir adam olduğu için hiç arayıp sormamış. Karısını da hiç arayıp sormamış. Köpek mevzusu ise… Yani ilk sahneden itibaren görüyoruz. Köpeği ara ara da hani sanki o başkalarını ararken köpek önüne çıkıyor. Buradayım, buradayım der gibi. Ama en sonunda ancak komşunun söylemesiyle bunu idrak edebiliyor. Ki idrak etse de o bir köpek tam olarak. Zaten hiçbir zaman istediğine ulaşamayacak. 

Kumru Yaren Cengiz: Senin de dediğin gibi aslında ulaşsa da bir şey için, bir eylem için ulaşmıyor. Yani sadece bilmek istiyor belki de. Ama herhangi bir karakter dönüşümü yok tabii ki Ali'de. Öyle bir potansiyel de gözükmüyor. Bu kadar farklı bir dönüşüm için cesareti ya da potansiyeli olmayan bir karakter gibi. Yani korkak, pasif.

Mert Erez: Korkak bence. İş işten geçtikten sonra yapılacak bir şeyin peşine düşer ya bazen insanlar. Ya da genelde belki insanlar. İş işten geçtikten sonra bunu yapıyor ve bunu farkında. Aslında öldükten sonra gelse toprak atsa belki çocuğunun ölümüyle ilgilense yine iş işten geçmiş olacak ama bunu da yapmaya cesareti yok. Korkaktan kastım cesaretsiz bir şey vardı. Belki çocuğu da aile kurmaya cesaret edememiş. Şey diyor ya kadın “İsa girdi işlerden çıkardı.” Aslında biraz bir işe sebat edebilmek de biraz cesaret işidir. Ama belki kimisi şey de diyebilir insan konfor alanından çıkıp cesaret edip başka bir şeye gitmeli. Ama ya biraz aile, ailenin devamını getirebilmek için onlara sahip çıkabilmek için cesaret etmemiş. Biraz aslında birbirine benzerlik de kurmak istedim bu sorumluluk mevzusuyla Ali-İsa arasında. Filmdeki diğer karakterlerde de çok göze sokmadım ama mesela işte hard diske bakabilir misin dediğinde bakayım da kaç tane hard disk var ya şimdi diyor. O da elini taşın altına koymuyor. Ne bileyim işte Damla'nın karakterine gittiğinde sen hiç tanımıyor musun onu deyip işin içinden çıkıyor. Belki biraz bir şeyler söyleyebilir ya da belki tanıyan şu olabilirdi falan diye birinin yanına götürebilir diğerini zaten. Hiç umrunda değil sigarasını içiyor oradaki mevzusuna bakıyor. Diğeri kanka diyor herkese falan… Kimse zaten birini tanımak için ya da karşıdakinin acısını hafifletmek için elini taşın altına koymuyor Çünkü zaten sen koymamışsın zamanında baştan, bekleyemezsin. Köpekle ilgili de senin hoşlanacağın bir hikaye olabilir bu. Normalde ben senaryoda yazdığım sahnede köpek orada gelmiyordu. Yani ilk geldiğinde onu karşılamıyordu. Biz sahneyi çekerken önce normal senaryodaki gibi çektik. Sonra ikiyi çekerken bizim aslında filmde oynatacağımız köpek de o köpek değildi. Bizim başka bir köpeğimiz vardı.

Ve o köpek ilerleyen sahnelerde yürürken peşine takılıyordu. Başka bir yerde geliyordu falan. Bizim o evi çekeceğimiz mahallede o evin hep önünde yatıyormuş o köpek. Ve bembeyaz bir köpek şansımıza. Geldi köpek kendi kendine kadraja girdi. Ve dedim ki ben kesmeyin sahneyi. Devam edelim. Yani ben şey diyorum. Allah gönderdi onu buraya gerçekten. O öyle geldi ve sonra diğer köpek de bizim istediğimizi yapmadı. Arabaya binmiyor. Gel diyoruz gelmiyor. Peşinden biz gidiyoruz. Kovalıyoruz. Getirmeye çalışıyoruz. Hiçbir şekilde yapmadı. Yani sahibi de var yanında dedim ki yapacak bir şey yok yani diğer köpekle devam ama diğer köpek de yok ortada sokak köpeği ya… Ondan sonra mahalleli dedi ki gelir o. Mahallelinin de yardımıyla son sahneyi de çektik. Biraz zor oldu köpeği tekrar aynı açıya sokmak. 

Kumru Yaren Cengiz: Rahman'ın o ilk başta sessizliğindeki mevzuyu öfke olarak yorumlayabilir miyiz? Bunca yıl neredeydin? gibi.

Mert Erez: Kesinlikle öfke ve şey biraz da, yani şimdi mi geliyorsun sana verecek bir cevabım yok benim gibi. Üç gün olmuş biz gömmüşüz zaten çocuğu. Anahtar bırakacak kadar yakınlarsa yan komşusu, kahveci, oğlu vs. birileri gömmüş.

Şimdi mi geliyorsun? Bu tarz bir öfke ya da aşağılama yani. En sonda da biraz vicdana gelerek senin oğlan bakıyordu köpeğe artık yazık günah ver bir şeyler diyor ve o da veriyor. 

Kumru Yaren Cengiz: Son olarak festival süreci hakkında bir konuşalım. Öyle kapatalım istiyorum bu sohbeti. Antalya’ya Altın Portakal’a gidiyorsunuz. 

Mert Erez: Evet, Antalya var. Antakya var. Bir tane daha var ama şu anda maalesef söyleyemiyorum ama güzel bir festival. Onun dışında yurtdışındaki festivaller var. İnşallah olur diye umuyoruz. Yolladık birkaç yere. İtalya, Amerika, Almanya, Estonya. Güzel festivaller var. Umarım yurt dışında da bir karşılık alır. Uluslararası prömiyer de yapmış oluruz. Ama Antalya beni çok sevindiren bir şey oldu. Çünkü zaten ilk uzun metrajım diyebilirim herhalde Iska için, uzun metraj olduğundan. Antalya'yla açmıştık.

Ve ben askerdeydim Antalya'ya gittiği zaman. Askerliğe gitmeden 3 gün önce haberi geldi ve ben askerde kantinde seyretmiştim töreni. Bence bu da güzel hikaye. Bedelli yapmıştım askerliği ben. İzin almaya çalıştım, izin vermediler tabii doğal olarak. İşte komutanım Antalya'ya gitmek istiyorum deyince dediler ki kantine git izle. Normalde yatma saatimizi geçecek ama gidin izleyin dediler. Böyle 30 tane, 40 tane erkek. Ama hiç tanımadığım insanlar da var. Yani sadece bizim koğuştan değil. Maç izler gibi bir hava çıkıyor. Hadi artık nerede kaldı? Belgesel bilmem ne arkadan bağırıyorlar. İşte en son spor belgeselleri dedi ödülü sunan kişi. Ayağa kalktık hepimiz. Yüzücü hikayesi de vardı seçkide. Kadın yüzücüler deyince herkes bir anda küfür etmeye başladı. Bunlar sinemadan anlamıyorlar bilmem ne falan diye diye herkes kapattı ve böyle askeriyede çok ünlü olmuştum o günden sonra. Şimdi ikinci defa Altın Portakal’da olmak, inşallah artık orada olurum diye düşünüyorum. O yüzden sevindim yani. 

Kumru Yaren Cengiz: Evet, çok güzel. İnşallah güzel haberlerle bu sefer. Kimsenin sinirlenmediği diyelim… Çok teşekkür ederim bu güzel sohbet için.

Mert Erez: İnşallah. Öyle. Ben teşekkür ederim. 












Devamını Oku

01 Ekim, 2024

ABD’li Multidisipliner Sanatçı Doug Aitken, Borusan Contemporary’ye Özel Ürettiği İşleriyle İstanbul’da!

ABD’li Multidisipliner Sanatçı Doug Aitken, Borusan Contemporary’ye Özel Ürettiği İşleriyle İstanbul’da!

Orhun Atmış  |  Ed. Seda İstifciel

Kapıyı açıp girdabın içine düşmek...

Borusan Contemporary’de bu sezon ABD’li multidisipliner sanatçı Doug Aitken’in “İçimdeki Şehir” sergisi, 17 Ağustos 2025 tarihine kadar ziyaretçilerini ağırlayacak. 

Aitken, fotoğraf, medya, heykel ve mimari müdahalelere gibi alanlarda üretimlerini sürdüren bir sanatçı. Borusan Contemporary’nin gerçekleştiği Perili Köşk ise tüm bu alanlarda üretimlere ev sahipliği yapabilecek güzellikte bir alan. Hem mimarisiyle hem de konumuyla. Serginin küratörü Jérôme Sans, açılış günü yaptığı konuşmada da buna vurgu yaptı. İstanbul Boğazı’nın yanı başında, ikinci köprünün hemen altında bulunan mekân, Aitken için biçilmiş kaftandı. Sanatçı, bu sergi için  Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu siparişiyle bir de mekâna özgü eser üretti. Bu hareketli eserin adı “Yükselen Merdiven”. Perili Köşk’ün boğaza bakan balkonlarına çıkan koridorun katları kesen boşluğunda yer alıyor. 

“İçimdeki Şehir” ile aynı anda Necmi Sönmez’in küratörlüğünü üstlendiği Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu seçkisi “Ebedi Prelüd” de ziyaretçilerini bekliyor. 

Aitken’in monografik sergisi İçimdeki Şehir, sanatçının 2006’dan 2024’e kadar uzanan üretimlerinden bir seçki sunuyor. Sanatçının üretim yelpazesi çok geniş, o nedenle ürettiği eserlerle ziyaretçileri pasif bir gözlemciden öteye geçirmeye, mekâna özgü kurgulanmış bir deneyimle kentlerin dokusu ve ritmiyle etkileşime sokmaya çalışıyor. 

Seyirciye davet 

Sergisinin modern yaşamla ilgilendiğini anlatan Aitken, “Farklı karakterlerin bir dizi anlatısı, uzayda hareket ediyor, çeşitli biçimler ve enkarnasyonlar alıyor. Bu, aslında izleyicinin bir diyalog yaratmasıyla ilgili. Yaptığım çalışmalar sorular öneriyor. İzleyicinin bir adım geri atarak kendisi hakkında düşünmesine, zaman içinde bir fikir ya da yankı oluşturmasına veya bir sanat eseriyle tartışmasına olanak tanıyor” diyor. 

Aitken’in Perili Köşk’ten de çok etkilendiğini öğreniyoruz: “Mimarisi ve konumuyla gizemli bir kaleyi andıran bu dikey, kırmızı tuğlalı köşk beni çok etkiledi. Boğaz caddenin karşısında, köprü ise sol tarafta. Avrupa’da durup Asya’ya bakıyorsunuz. İnanılmaz bir kesişme duygusu, üst üste binen kültürlerin karmaşıklığı var. Büyüleyici ve başka hiçbir yere benzemiyor. Bu sergi için iç mekânları kullandım ve onları sonsuz hale getirdim. Sonuç olarak, enstalasyonlar oldukça sürükleyici; her biri farklı bir mecra ve farklı anlatılar içeriyor. İçeri girip parlak bir duvarda iyi aydınlatılmış bir dizi resim görmek değil, kapıyı açıp bu girdabın içine düşmek istedim.” 

Jérôme Sans ise uzun uzun gezdirerek anlattığı sergiyi şu sözlerle özetliyor: Sürekli ivme kazanan, insanlığın yeni teknolojiyle birlikte görülmemiş bir hızla değiştiği dünyada, Doug Aitken'in eserleri, kendimiz, neyi nasıl yaşadığımız ve şehirlerin değişen yüzleri, yani bugünün ve yarının yüzleri üzerine düşünmeye bir davettir.” 

Bağlantı ve yalnızlık

Aitken’in pandemi döneminde ürettiğini öğrendiğimiz üç kanallı film enstalasyonu “Bayraklar ve Enkaz” (2021), karantina dönemini; o ana kadar durmadan akmakta olan bilgi ve insan selinin ortasındaki sessizlik ve soluklanma anını yansıtıyor. Sanatçının mobilite ve doğrusal olmayan anlatılar üzerine yaptığı araştırmaları takiben ürettiği “uyurgezerler (2007)” aynalarla kaplı bir salonda ziyaretçileri ağırlıyor. İçinde çekilmiş fotoğraflara sıkça sosyal medyada denk geleceğiniz kesin. Kişisel olarak en beğendiğim, göze de hoş gelen yerleştirmelerden “3 Modern Figür (nefes almayı unutma)” (2018), cep telefonuna sığabilecek bir boşluğu sıkıca kavrayan, yalnız ve sabit üç parlayan figürü sergiliyor. Temasına uygun şekilde, müzenin iki katı arasındaki geçiş yoluna yerleştirilen fotoğraf serisi pencereler (2007), tren ya da uçak pencerelerinden bir dizi anonim karakteri göstererek yolculuğun ara mekânlarına odaklanıyor. Eserlerin hepsi hareket ile hareketsizliği, aşırı hız ile yavaşlığı, bağlantı ile yalnızlığı konu ediyor ve günümüzün kentsel, fiziksel, dijital ve duygusal ortamlarında insanın yönünü sorguluyor. 

Eş Zamanlı Diğer Sergi: Ebedi Prelüd 

Küratörlüğünü Dr. Necmi Sönmez’in üstlendiği Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu’nun yeni seçkisi “Ebedi Prelüd” ise “İçimdeki Şehir” ile eş zamanlı olarak Perili Köşk’te açıldı. Ebedi Prelüd sergisinin her adımında neon heykeller, video yerleştirmeleri, müdahale edilmiş fotoğraflar ve kavramsal çalışmalar ile sunulan görsel deneyim, izleyicilere sanatın farklı boyutlarını derinlemesine inceleme fırsatı veriyor. Uluslararası çağdaş sanatın önde gelen isimlerinin eserlerini bir araya getiren serginin, önemli bir bölümü ilk kez gösterilecek olan, farklı dijital tekniklerle üretilmiş çalışmalardan oluşuyor. 











Devamını Oku

01 Ekim, 2024

İstanbul’da Sonbahar!

İstanbul’da Sonbahar!

Eda Çamlı  |  Ed. Seda İstifciel

Haftalık Sanat Haberleri (30 Eylül – 7 Ekim) :

Filmekimi 2024: Sinema Tutkunları İçin Geri Sayım Başladı

Her yıl ekim ayı gelir gelmez yolunu gözlediğimiz Filmekimi, 4-27 Ekim tarihleri arasında Paribu sponsorluğunda İstanbul, Diyarbakır, Ankara ve İzmir’de düzenlenecek. Cannes, Venedik, Sundance ve Toronto gibi dünyanın en prestijli festivallerinde öne çıkan ödüllü yapımlar bu yıl da Filmekimi’nde sinemaseverlerle buluşacak.

Festivalin açılışını, Todd Phillips’in yönettiği, Joaquin Phoenix ve Lady Gaga’nın başrollerini paylaştığı "Joker: İkili Delilik" yapacak. İlk filmiyle büyük yankı uyandıran ve Phoenix’e Oscar kazandıran Joker’in bu devam filminde, Phoenix bir kez daha Arthur Fleck/Joker karakterine hayat verirken, Lady Gaga Harley Quinn rolüyle izleyici karşısına çıkıyor. Eylül ayında Venedik Film Festivali’nde prömiyer yapan film, müzikal ögeler içeren sıra dışı yapısıyla dikkat çekiyor.

Festivalin programında, dünya sinemasının en önemli ödüllerini toplayan yapımlar da yer alıyor. Altın Palmiye’yi kazanan Sean Baker imzalı "Anora", trajikomik bir Külkedisi hikâyesini beyaz perdeye taşırken, Pedro Almodóvar’ın Tilda Swinton ve Julianne Moore’lu son filmi "Yandaki Oda" (The Room Next Door), Altın Aslan’ı kazanan bir başka merakla beklenen yapım olarak dikkat çekiyor.

Filmekimi, usta yönetmenlerin yeni filmleriyle de dolu. David Cronenberg’in paranoya ve hüzün temalarını işlediği son filmi "Kefenler" (The Shrouds), Ali Abbasi’nin "The Apprentice – Trump’ın Hikâyesi" adlı politik dramı ve Quentin Dupieux’nün gerçeklik ile kurmaca arasındaki sınırları bulanıklaştıran "İkinci Perde" (Second Act) gibi yapımlar festivalde gösterilecek.

Ayrıca, bu yılın en dikkat çeken oyuncularını bir araya getiren yapımlar da sinemaseverlerle buluşacak. Ralph Fiennes ve Juliette Binoche’u "İngiliz Hasta"’dan sonra yeniden bir araya getiren "Dönüş" (The Return), Cate Blanchett ve Alicia Vikander’ı bir arada izleyebileceğimiz "Rumours", Barry Keoghan ve Franz Rogowski’nin başrollerinde olduğu "Kuş" (Bird), Nicholas Cage’in öfke dolu performansıyla geri döndüğü "Sörfçü" (The Surfer), Filmekimi’nin yıldızlarla dolu programının öne çıkan filmleri arasında.

Festival programında ayrıca Cannes ve Venedik Film Festivali’nde ödül alan filmler de yer alıyor. Sean Baker’a Cannes’da Altın Palmiye kazandıran "Anora", Miguel Gomes’in "Büyük Yolculuk" (Grand Tour), Pedro Almodóvar’ın "Yandaki Oda"’sı ve Altın Kamera ödüllü "Armand" da izleyicilerle buluşacak.

Her yıl olduğu gibi, bu yıl da Filmekimi sinemaseverlere ödüllü yapımlarla dolu zengin bir program sunuyor. Hem usta yönetmenlerin hem de yeni yeteneklerin filmlerini izleme şansı sunan festival, sinema tutkunlarını büyüleyici bir hafta sonu maratonuna davet ediyor.

212 Photography İstanbul 

212 Photography Istanbul, 7. edisyonuyla 28 Eylül - 13 Ekim 2024 tarihleri arasında İstanbul’da 30'a yakın mekanda ziyaretçilerini ağırlayacak. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Türkiye Turizm Tanıtım ve Geliştirme Ajansı’nın katkılarıyla gerçekleştirilen festival, sergiler, dans gösterileri, atölyeler, paneller, film ve belgesel gösterimleriyle zengin bir kültürel deneyim sunmaya hazırlanıyor.

Bu yılın en heyecan verici sergilerinden biri, dünyaca ünlü Brezilyalı fotoğraf sanatçısı Sebastião Salgado'nun "Genesis" başlıklı sergisi olacak. Salgado’nun sekiz yıllık araştırmasının ürünü olan ve insanlığın doğayla kurduğu bağı işleyen bu büyüleyici proje, MSGSÜ Tophane-i Amire’de 31 Aralık 2024’e kadar ziyaret edilebilecek.

Festival, Sebastiao Salgado’nun yanı sıra Viviane Sassen'in “In & Out of Fashion” sergisi ve Ahmet Rüstem Ekici ile Hakan Sorar'ın "Döngüde Olan" başlıklı sergisi gibi dikkat çekici yapıtlarla izleyicileri dijital ve fiziksel deneyimlerin içine çekecek. Viviane Sassen’in eserleri Galata Rum Okulu’nda, Ahmet Rüstem Ekici ve Hakan Sorar’ın çalışmaları ise Saint Benoit Kilisesi’nde sergilenecek.

Oktober in İstanbul: Bavyera'nın 200 Yıllık Festival Ruhu KüçükÇiftlik Park'ta

Geçtiğimiz yıl büyük ilgi gören ve İstanbul'da eğlencenin vazgeçilmez adresi haline gelen Oktober in İstanbul, bu yıl 4-5-6 Ekim 2024 tarihlerinde KüçükÇiftlik Park'ta İstanbulluları bir kez daha Bavyera'nın 200 yıllık Oktoberfest ruhuyla buluşturacak. Şehrin merkezinde tam anlamıyla bir Oktoberfest deneyimi sunmayı hedefleyen etkinlik, kostümler, dekorlar, yeme içme alanları, yarışmalar, oyunlar ve kesintisiz müzikle dolu üç gün vaat ediyor.

Viyanalı parti grubu VöcklaBLECH, festival boyunca sahnede olacak ve nefesli çalgılarla rock müziği harmanladıkları enerjik performanslarıyla festivale eşlik edecek.

Festivalin ilk günü olan 4 Ekim’de, Türk rock müziğinin köklü gruplarından Athena, sahne performansıyla coşkuyu zirveye taşıyacak. Ayrıca, Türkiye psikedelik müziğini farklı türlerle harmanlayan Ayyuka ve reggae, caz, ska, dub ve rock tınılarını bir araya getiren Sattas da sahnede olacak. Günün açılışını ise güçlü sesi ve görsel dünyasıyla dikkat çeken Melis Karaduman yapacak.

Festival, İstanbul'da eğlenceli ve unutulmaz bir Oktoberfest deneyimi yaşamak isteyenler için kaçırılmayacak bir etkinlik olarak öne çıkıyor.









Devamını Oku

01 Ekim, 2024

“Hêvî (Umut)” Altın Koza için Yarıştı!

“Hêvî (Umut)” Altın Koza için Yarıştı!

Kumru Yaren Cengiz  |  Ed. Seda İstifciel

Altın Koza için yarışan uzun metrajlardan biri de Hêvî. 24 Eylül 2024 tarihinde gösterimi gerçekleşen filmin yönetmeni ve senaristi Orhan İnce. Kısa filmleri ile aşina olduğumuz yönetmen, ilk kez uzun metrajlı film ile karşımıza çıkıyor. 31. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması seçkisinde yer alan filme Çeto karakterini oynayan Ömer Akalın için Umut Veren Genç Erkek Oyuncu Ödülü’ü de verildi. Dayısının yıllar önce yaşamış olduğu dolandırılma hikayesine dayanan filmi Orhan İnce ile yaptığımız söyleşi ile biraz daha detaylı konuşalım istedim.  Keyifli okumalar dilerim. 

Kumru Yaren Cengiz: Sizi kısaca tanıyarak başlayalım isterim. Biraz kendinizden bahseder misiniz? 

Orhan İnce: Marmara Üniversitesi sinema televizyon bölümünü bitirdim. Marmara Üniversitesi Film-Tasarım bölümünde yüksek lisans yaptım. Bugüne kadar 3 tane kısa film çektim. Çeşitli festivallerde çeşitli ödüller aldı. Hêvî, ilk uzun metraj filmim. Şu an Diyarbakır'da yaşıyorum. Bir taraftan ikinci uzun metraj filmime de yavaş yavaş hazırlık yapıyorum. 

Kumru Yaren Cengiz: İkinci filmin yolda olduğunu söylediniz. Öyleyse sondan başlayalım bu röportaja. İkinci film ne hakkında olacak?

Orhan İnce: O da yine bizim oralardan tanıdığım birinin başından geçen bir olay. İlk filmim gibi. Bir ehliyet almak isteyip alamayan bir adamın hikayesini anlattığım biraz daha kara mizah yönü ağır basan bir film olacak. Onun için çalışmaya başlayacağım. Bakalım sürecin nasıl geliştiğine göre göreceğiz. 

Kumru Yaren Cengiz: Yine Kürtçe mi olacak filmin dili? 

Orhan İnce: Hem Kürtçe hem Türkçe. 

Kumru Yaren Cengiz: Aslında söyleşide de konuştuğumuz şeylerden biraz gideceğim haliyle. Dayınızın başına gelen bir hikaye. Hikayenin nasıl böyle kandırılabildi bu devirde bu adam gibi bir yerden tartışılmasını gereksiz buluyorum. Sizin kurduğunuz senaryo yapısında o güven kazanma sürecini görüyoruz zaten. Birlikte yemek yemeler, vakit geçirmeler ve öncesindeki alışveriş yapma süreçlerinde o parayı nakit-hızlıca verme durumunu görüyoruz. Bu tip hayvan alım satımı gibi işlerde, böyle köylerde benim bildiğim kadarıyla nakit işlemez aslında hemen. Belli bir zamanda ödeme yapılır örneğin. Dolayısıyla ben inandırıcılık açısından o sorulan soruların aksine hiçbir soru işareti görmedim bu mesele özelinde. Hatta tam tersi şeyi düşündüm. Belki bu güven kazanma sahneleri biraz daha azaltılabilirdi diye düşündüm izlerken. Filmi bir de sizden özet olarak dinleyelim istiyorum. 

Orhan İnce: Filmin hikayesi dayımın başından geçen gerçek bir olaya dayanıyor. Dayım 20 yıl önce hayvan alım satım işi yapıyordu ve defalarca alışveriş yaptığı çok güven veren biri tarafından dolandırıldı. Tabii, çok büyük bir yıkım yaşadı ve her şeyini kaybetti. Onun aslında sonrasındaki yaşadıkları benim bu hikayeyi hayata geçirmem için bana ilham oldu.

Hepimiz hayatta öyleyiz aslında.

Başımıza her zaman güzel şeyler gelmiyor. Kötü şeyler geliyor. Bazen çok kötü şeyler geliyor. İşte o kötü şeyler karşısında direncin, ben burada hayatıma son mu vereyim ya da işte en kötü şeyi mi düşüneyim ya da bir gün bu bitecek, bir ışık doğacak hayatımda gibi bir ikilem yaşanıyor. Ben o ışığı seçtim. Çok küçük de olsa onu seçtim. Yoksa zaten bizim hikayede de 8 kamyon hayvan bir tarafta, 2 tane kuzu koyun bir tarafta. O onu karşılamıyor ama sembolik olarak bir anlamı var. 

Kumru Yaren Cengiz: Film yapmak çok zor bir şey. Bunu siz zaten biliyorsunuz. Öncesinde bir sürü kısanız var. İlk uzun metrajınızı konuşuyoruz şu anda. Hayatta her zaman başımıza böyle ilginç olaylar geliyor. Ama bu hikayeyi seçmenizin sebebini dayınız yaşadı ve siz bundan etkilendiniz olarak aktarıyorsunuz. Şahit oldunuz, olayın içindeydiniz. Ama burada daha özel bir sebep arıyorum. 

Orhan İnce: Benim ilk kısa filmimin adı Buğdaylar Dökülürken. Aslında bu hikaye ona da biraz benziyor. Şimdi siz söyleyince aklıma o geldi. Hem hikaye olarak hem konu olarak hem de tema olarak bu filme çok benziyor.

Hani şey diyorlar ya bu filmi yaparken kimden ya da neyden etkilendiniz? Büyük ihtimalle kendimden etkilendim. Yani orada da mesela çocuğun sevdiği bir tavuk var. Oradaki umut meselesi buradakiyle aynı. Biraz ona benziyor. Belki aslında çıkış noktam orası olabilir. Yani o filmime dayımın hikayesini uyarlamış olabilirim. Biraz hissettiğiniz şeye bağlı. Kalpte onun bir karşılığı varsa yapıyorsunuz ve karar veriyorsunuz. Zor bir proje oldu. Çünkü filmde çocuk başrol oyuncusu var, hayvan başrol oyuncusu var ve hayvanlar var. Ve zor bir coğrafya. İlk film açısından böyle bir sürü negatif şeyi barındırıyor.

Kumru Yaren Cengiz: Evet ve 8 yıl sürdü dediniz. Çok uzun bir süreç ve başladığınız para aslında eriyip gidiyor enflasyon karşısında. 

Orhan İnce: İşte zaten sıkıntı orada. Çünkü biz filmi 2021'de çektik. 2024 yılındayız. 3 yıl geçmiş. Yani o çekmeden önceki kısım tamam. Ama buradan itibaren de bir şeyler oldu. Paramızı alana kadar işte o para eridi. Son yıllarda büyük ekonomik krizler var. İnsanlar geçinemiyor, insanlar kiralarını ödeyemiyor. Biz kendimiz de yapamıyoruz çünkü geçinebileceğin başka bir şey yok.

Filme odaklanmışsın, onu bitirmen lazım bir taraftan çünkü onun da sorumlulukları var. Bitirip teslim etmen lazım. O işlemleri yapmadığında da o olay da bitmiyor. Dosyanı kapatamıyorsun. Bir döngü resmen. Böyle ters giden bir sürü şey... Ben şanssız biriydim. Evet, filmi bir şekilde bitirdim, bir sürü problem oldu, bir sürü sıkıntı oldu ama netice itibariyle güzel bir film olduğuna inanıyorum. 20 yıl sonra, 50 yıl sonra yaşarsam dönüp baktığımda utanmayacağım bir iş oldu.

Çünkü benim okulda çektiğim ilk görüntü de benimle. Ben her zaman kendime göre değerlendiririm kendimi aslında. Niye? Çünkü ben bu filmde bunu yaptım, üzerine bir şey koyarak mı buraya geldim diye bakarım. Yine hatalar, yine eksikler, yine yanlışlar mutlaka oluyor. Ama ona bakarak gitmek daha iyi oluyor sonrası için yani. 

Kumru Yaren Cengiz: Sanrım Kültür Bakanlığından bir destek durumunuz da olmuş. 

Orhan İnce: Evet, bazı ödüller ve destekler aldık. Ama bütün bunlar bir zamana denk geldi. Korona çıktı, 2 yıl kaybettik. Deprem oldu, depremi yaşadım. Bizzat ondan sonra ekonomik kriz çok sağlam. Biraz talihsizlikler bizi buldu ama bitti. Bunlar tabii işin biraz magazinel tarafı.İnsanlar beyaz perdede izledi. Sevenler olur sevmeyenler olur ama sevenler daha çoğunlukta. O açıdan mutluyum. 

Kumru Yaren Cengiz: Oyunculuklar üzerine konuşmak istiyorum biraz da. Çeto karakterini oynayan oyuncu oyuncu olmadığı halde çok iyi bir performans sergilemiş. Diğer oyuncular da çok başarılıydı. Siz ne düşünüyorsunuz? Süreç nasıl ilerledi sizin için?

Orhan İnce: Oyunculuk anlamında canımı sıkan hiçbir şey yok. Çok rahat bir şekilde gönül rahatlığıyla diyebilirim. Ama sadece işin o maddi boyutlarından dolayı iş çok yavaş ilerledi, bu noktaya geldi. Keşke iki yılda en fazla yapabilsek filmi. 

Kumru Yaren Cengiz: Ben bir soru işaretinden daha ilerleyeceğim aslında. Kendiniz anlatırken de okuduğum bazı tanıtımlarda da aslında film için Zeyno'nun hikayesi gibi bir şey bekliyor insan. Ama bence film Zeyno'nun hikayesini anlatmıyor açıkçası. Ben dramaturjik açıdan hikayeye baktığımda bunu çok yanda kalmış hatta arkada kalmış -negatif bir durum olarak söylemiyorum- bir hikaye olarak görüyorum. Çeto beni daha çok ilgilendirdi ve Çeto’yu izlemek daha çok hoşuma gitti. Ama sizin ifadelerinizde de Zeyno’nun o koyunla olan ilişkisi ve orada ailesine dair aslında elinden hiçbir şey gelememesi ama bir sarılarak destek olması durumu ağır basıyor gibiydi. 

Orhan İnce: Evet, insanlar öyle diyorlar. Belki haklısınız da ama şunu belki es geçiyorlar. O kız sağır ve dilsiz. Ama ona çok aksiyon yükleyemiyorsunuz. Onun partneri olan bir koyun. O da konuşamıyor. Yapabileceğiniz şeyler onunla ilgili sınırlı. Bazen bir bakış, bazen de ona bir dokunuş, onun için üzülmesi, onu saklaması vb bunlar hepsi aslında değerli ve o hikayeyi tamamlayan şeyler. Bir de evet, belki o aksiyonel tarafı ya da konuşmadığı için ya da kendi aralarındaki iletişim az olduğu için insanlara az gelebilir.

Bir de ben hikayeyi üç bölüm kurguladım aslında. Babanın daha etkin olduğu ilk bölümler, Çeto’nun daha etkin olduğu ikinci bölüm ve kızın etkin olduğu ardından sonunda büyük finale hizmet ettiği üçüncü bölüm diye ayırdım. Kurguyu yaparken ya da o hikaye tekrar oluşurken evet en baştaki hikayem böyleydi. Tekrar hissettiğiniz şeye dönüyorsunuz bir şekilde. 

Kumru Yaren Cengiz: Bu arada dediğim gibi kızın hikayesi değil bence dedim. Ama ben de tam olarak sizin bahsettiğiniz gibi ailenin hikayesi olduğunu düşünüyorum. Dediğiniz gibi o ailenin içine düştüğü durum, tüm o yoksulluk ya da hayal kırıklığı ve çıkışsızlık içinde bile aslında aralarındaki o bağı sürdürmeleri bence tam olarak bahsettiğiniz kurguyu gösteren bir şeydi. Kadın karakter olarak aslında Zeyno ön planda bir çocuk olduğu halde. Ve babası var, abisi var, annesi yok. Bir kadın figürü yok aslında hayatında. Yaşadığımız coğrafyada baba dediğimiz şey daha mesafeli.

Ağabey dediğimiz şey daha mesafeli. Özellikle Zeyno da zaten ergenliğe yakın bir yaşta olan kız çocuğu. Çünkü bir 4-5 yaşındaki kız çocuğuyla 8-9-10-12 aynı değil. Başka insanların yanında sevmiyorlar, sarılmıyorlar, uzak duruyorlar. Ben izlerken o sahnelere çok dikkat ettim. Zeyno'nun babasına sarılması, babasının onu hiç azarlamaması aslında önemli. Anne baba azarlaması gibi basit şeyler var sadece. Baba-kız arasında bir duvar örme hali yok aslında. Ya da şu an çok sinirliyim benden uzak dur gibi bir tavır yok. O krizin ilk yaşandığı anda bile Zeyno'nun ona sarılmasına izin veriyor baba. Bu benim çok dikkatimi çekti açıkçası. Belki kadın olduğum için, belki hassas bir noktam olduğu buradan baktım. Bunun üzerine söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Orhan İnce: Benim de kızım var. Bir oğlum var. Aralarında böyle bir altı yaş falan var. Kızım olduktan sonra çok daha rahat bir şekilde söylüyorum erkeklerle kurduğunuz ilişkiyle kız çocuğuyla kurulan ilişki aynı değilmiş. Bunu çok net bir şekilde diyebilirim. Çünkü kızlar çok daha duygusal, çok daha vefalı. Erkekler sevdiriyor ne de başka bir şey.

Ben kendim de biraz öyleyim. Rahat duygularımı belli edemiyorum. Ama kız kendini bir şekilde sevdiriyor. Daha merhametli. Bizim orada da mesela kendi anne babalarına daha vefalılar erkeklere göre. O açıdan Çeto belki babasına sarılamıyor ama babasına ben çalışmaya gideyim sen gitme diyor. Ama Zeyno'nun yaptığı hamle gidip sarılmak, direkt temas yani. O anlamda onlar daha vefalı. Daha güzel bakıyorlar öyle diyeyim. Evet. Ama yani tam tersi de dediğim gibi kurulabilirdi ve o bilmiyorum nasıl olurdu acaba?  Aslında bazı sahneler çekmiştik sonra izleyince kendi kendime niye bu kadar sert diye düşündüm. Dönüp baktığımda çocuğum da var hayatla ilgili bir öfkem de var. Ama o çocuğun bir suçu yok. 

Kumru Yaren Cengiz: Kasım karakteri bile Zeynep'e şefkatli yaklaşıyor. Ve bence bu erkek karakterlere de bir şey yüklüyor. Evet, bu insanlar bir köyde yaşıyorlar. Daha kapalı bir toplum yapısı var. Erkek dediğin şöyle davranır, böyle davranır gibi algılar var. Başlarına kötü şeyler geliyor, kötü durumdalar. Ama o insani ve vicdani taraflarını bırakmadıklarını gösteren bir şey aslında. Bence karakterlere bizi daha çok yaklaştıran bir tercih olmuş. Biraz festival sürecinden bahsedelim istiyorum ben. 

Orhan İnce: Şimdi işte buraya, Adana Altın Koza’ya geldik. Buradan sonra başvurduğumuz Türkiye'den de yerler var ondan sonra yurt dışı festivalleri de başlayacak inşallah. Umarım insanlar sever bir şekilde. Bir film yapıyorsun. bundan sonrası insanlara bir şekilde ulaşması insanların izlemesi için. Severler sevmezler onların tercihi. 

Kumru Yaren Cengiz: Vizyon tarihi belli mi?

Orhan İnce: Şu an belli değil ama muhtemelen 2025'in ortalarında falan olur. Çünkü biraz böyle festival gezdikten sonra o süreci de başlatacağız. Sonra belki satabilirsek bir dijital platforma satalım istiyoruz. Gerçi onlar da Kürtçe film olmuyor. Saçma bir şey var böyle. Deneyeceğiz artık şansımızı. Umarım alırlar ve daha çok insana ulaşmış olur. Yani yoksa bu filmler bu kadar sıkıntı, bu kadar şey. Film insanlara ulaşsın, izlesinler diye yapılıyor. 

Kumru Yaren Cengiz: Kürt sineması bu ülkenin temel bir gerçeği aslında. Bahsettiğiniz durum ciddi bir sıkıntı. 

Orhan İnce: 25-30 milyon Kürt var bu ülkede yaşayan. Dünyada merak eden insanlar da oluyor. Platformlar için bu bir ticari bir hamle de olabilir. Bu film işte Adana'da gösterilmiş, bakanlıktan destek almış, TRT 12 Punto’dan ödül almş. Şimdi ben filmimi oraya satabilirsem atıyorum bir yıl boyunca belki geçinebileceğim parayı elde edeceğim ve oturup yazacağım. Bu sektöre hizmet edeceğim. İşte 8 yıldır bir filmle uğraşıyorum. Hani bunun bir karşılığı olması lazım ki ben tekrar 8 yıl geriye gidersem o zaman problem oluyor. Ama atıyorum onlar o filmi aldı. Onun karşılığında biz de böyle milyon dolarlar beklemiyoruz ama en azından temel giderlerimizi karşılayacağımız bir geçim sağlamayı hedefliyoruz. Fazlasını zaten istemiyoruz. Hani 3 tane evimiz olsun, beş tane evimiz olsun değil mevzu. Bu benim işim ve bu işte başarılı olduğuma inanıyorum. Çünkü yıllardır emek veriyorum. Okulumu okudum. Mesleğim güven vermiyor geçimimi karşılayabilmek için. Başka para kazanabileceğim hiçbir işim yok. Aileden de zengin değilim. Ne olacak? Atıyorum, ben bu işin karşılığını alamazsam çıkaracağım şapkayı, koyacağım önüme ve buraya kadarmış diyeceğim ve belki bundan sonraki hikayelerimin hiçbir tanesini insanlar izleyemeyecek, göremeyecek, beni bile göremeyecekler belki. 

Kumru Yaren Cengiz: Umut isminde böyle bir film yapıp böyle umutsuz konuşamazsınız.

Orhan İnce: Evet, konuşamam. Filmler yapılsın, çekilsin, gösterilsin, alınsın, satılsın ki bu sektörde de kayda değer işler olmaya devam etsin. 

Kumru Yaren Cengiz: Benim sorularım bu kadardı Orhan Bey. Çok teşekkür ederim vakit ayırdığınız için. Sizin söylemek istediğiniz son olarak bir şey var mı?

Orhan İnce: Asıl ben teşekkür ederim. Seyircilerimizin desteklerini filmi izleyerek göstermelerini bekliyoruz. 










Devamını Oku

28 Eylül, 2024

“Döngü” Altın Koza için Yarışıyor: Gerçekten Biz Bir Aile Miyiz?

“Döngü” Altın Koza için Yarışıyor: Gerçekten Biz Bir Aile Miyiz?

Kumru Yaren Cengiz |  Ed. Seda İstifciel


31. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nin 3. günü olan 25 Eylül 2024 tarihinde Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması kapsamında Erkan Tahhuşoğlu’nun senarist ve yönetmen koltuğunda yer aldığı Döngü isimli filmin dünya prömiyeri gerçekleşti. 

Ekibin de gösterime katıldığı ve gösterim sonrası seyircilerin sorularını cevapladığı film yıllardır yanında temizlikçi olarak çalıştığı Ayten’in evindeki bakıcının geçirdiği kaza ile hayatındaki çatırdamaları ve sahtelikleri fark eden Sevim’i karşımıza çıkarıyor. Sevim’in de kaza geçiren Lena’nın da sigortasız çalıştığı, kendi suçu olmayan bir iş kazası sebebiyle hem sağlığından hem işinden olduğu bu süreçte Sevim; kendi ailesi ile ilgili de maddi manevi sıkıntılar yaşıyor. Bir yandan ailesi gibi gördüğü çalıştığı ev için Lena ile aralarında ara buluculuk yapmaya çalışırken bir yanda da aslında o kadar da işverenlerinin ailesine dahil olmadığını idrak etmeye başlıyor. Sınıf bilinci, göçmenlik, ev içindeki görünmeyen emek, duygusal ilişkiler, ekonomik zorluklar gibi konuları ele alan film özellikle Sevim karakterinin penceresinden bize sunuluyor. Sevim’in yaşadığı psikolojik buhran, sorgulamalar ve idrak hali ile yaşadığı dönüşüm hem filmin senaryosuyla hem oyunculuklarla başarılı bir şekilde aktarılıyor. Genel olarak gerçekçi ve doğal bir anlatıya sahip olsa da filmin içinde yer alan rüya sekansları filmin genel akışında sahip olduğu tarzın dışına çıkıyor. Özellikle Sevim’in içinde bulunduğu psikolojik ve ruhsal durumu yansıtması açısından yerinde ve başarılı olan bu sahneler filmin ritmini korumak amacıyla sayıca biraz daha azaltılabilirdi.

Bütün bunları ve sinemamızın durumunu, sınıf bilincini ve filmin derdini filmin yönetmen ve senaristi olan Erkan Tahhuşoğlu ile konuştuk. Keyifli okumalar dilerim. 


Kumru Yaren Cengiz: Nasılsınız öncelikle? Nasıl geçiyor Adana Altın Koza Film Festivali? 

Erkan Tahhuşoğlu: Mutluyuz. Bir kere çok uzun yıllar uğraşıyorsunuz bir filmi ortaya çıkarmak için. Bütün yönetmen, yapımcı arkadaşlar, oyuncular dahil olmak üzere. Ondan sonra en büyük motivasyon seyirciyle buluşmak. Festivaller buna alan tanıdığı için, daha yaygın bir şekilde seyirciyle buluşma olanağı sağladığı için çok anlamlı bizim açımızdan. İki gün önceydi gösterimimiz. Çok heyecanlıydık o zamana kadar. Şimdi rahatladık biraz. Gösterimimiz oldu. Biz de büyük perdede izledik. 

Kumru Yaren Cengiz: Çok güzel tepkiler geldi salondan. 

Erkan Tahhuşoğlu: Evet, tepkiler de güzeldi. O da mutlu etti bizi tabii.

Kumru Yaren Cengiz: Biraz kendinizden, işlerinizden bahsedebilir misiniz? 

Erkan Tahhuşoğlu: Ben hem kurmaca çalışıyorum hem belgesel çalışmayı seviyorum. İkisini çok severek yapıyorum. Döngü üçüncü filmimiz. Yeni bitirdiğimiz bir kısa belgeselimiz var. Onun da festival yolculuğunun başlaması için girişimlerimiz var yavaş yavaş. Sinemayla hemhal olmuş bir hayat içerisindeyim kısaca. 

Kumru Yaren Cengiz: Gösterim sonrası sahneye çıktığınız ilk dakikalarda bu filmdeki derdinizin insanlardaki sınıf bilincinin eksikliği olduğunu söylediniz. Film boyunca da aslında hikaye tamamen buna hizmet ediyordu tabii ki. Bir döngü var filmin de adında olduğu gibi. Bir sıkışmışlık hali var. Ve bir şekilde bir çözüm yolu aranıyor aslında bu döngünün içinde. İş hayatınızda patron da çalışan da olduğunuzu söylediniz geçmiş için. Aslında sınıflar çok geçişken olabiliyor bizim gibi insanların hayatlarında. Ama bu geçişkenlik içerisinde “neredeyim” diye sorguladığınız dönemler oldu belli ki.

Ve sizi bu filmi yapmaya yönlendirdi diye düşünüyorum. Bu süreçle ilgili neler söylemek istersiniz?

Erkan Tahhuşoğlu: Dediğim gibi sadece benim değil temas ettiğim bir sürü insanın hayatında böyle inişler, çıkışlar, sınıflar arası geçişkenlikler olduğunu gözlemliyorum. Hiçbiri yabancı ve uzak değil aslında. Mesela bizim gibi taşra kökenli yönetmenler sonradan -mecburen- İstanbul'da yaşıyoruz sinema yapmak için. O anlamda da toplumsal katmanlar arasında sürekli bir geçişkenlik içerisindeyiz. O yüzden bütün bunlar bir gözlem, aynı zamanda deneyimleme olanağı da sağlıyor bize. Benim bütün bu süreç içerisinde en çok dikkatimi çeken şeylerden bir tanesi çok yaygın bir sınıf bilinci yoksunluğu.

Çok uzun yıllar reklam sektöründe çalıştığımdan -güzel sanatlar mezunuyum- mesela geçmişte benim gözlemim reklam sektöründeki insanların işçi sınıfına mensup olduklarını bilmemesi. İşçi sınıfına mensup olduklarını bilmiyorlardı. Çok enteresan geliyordu bu bana. Mesela “işçiler” diye bahsediyorlardı. Ama siz de işçisiniz, biz de işçiyiz. “Ben şu anda işçiyim.” diyordum.

Reklam sektöründe bu nispeten anlaşılabilir bir şey. Beyaz yaka olunca gerçekten insanın zihnini, algısını, bilincini bulandıran bir dolu şey oluyor ister istemez. Ama bilinç yoksunluğu başka alanlarda da gözlemleniyor. Burada tabii patron çalışan ilişkisinin batılı ülkelerde olduğu gibi daha profesyonel olmamasından da kaynaklanıyor.

Örnek ise, işte “biz bir aileyiz” kavramı çok yaygın ve bu iyi bir şeymiş gibi algılıyor insanlar. “Patronun ekmeğini yemek” kavramı. Bunlar insanın onuruna çok aykırı gelen ve beni çok yaralayan kavramlar aynı zamanda. Patronun ekmeğini yemek ne demek? Bizim filmde de geçiyor bir yerde. Mesela o değişim dönüşüm sürecine katkıda bulunan Lena'nın hastane süreci sahneleri önemli. Lena bir yerde diyor ya hani “Bana durduk yere kimse ekmek falan vermedi. Ben çalışarak para kazandım.” Bu duruş çok önemli. Çok berrak olması gereken kavramlar bunlar. İşsizlik tehdidinin Demokles’in kılıcı gibi bütün işçi sınıfının başında sallanıyor olmasından kaynaklı ve buna benzer bir dolu faktörden kaynaklı insanların kafası bulanıyor. Sınıf bilinci dediğimiz şey çünkü biraz da birlikte olma halinden, o fikirlerin çarpışması halinden, insanların birbiriyle temas etme halinden ortaya çıkan da bir şey. İnsan sadece kendi kendine kaldığında başedebileceği şeyler değil. Ev işçiliği bu zihinsel bulanıklığa en müsait mesleklerden. Evdeki kadınla özdeşlik kuruyorsunuz. Kendinizi o ailenin bir parçası sayıyorsunuz. Ama sonra, yatay bir ilişki olmadığının, aksine dikey bir ilişki, hiyerarşik, hegemonik bir ilişki olduğunun farkına varıyorsunuz. Bütün bunlar önemliydi benim için. Buraları incelemek, buraları irdelemek, buraları biraz açığa çıkarmak önemliydi benim için.

Kumru Yaren Cengiz: Biraz duygusal bir toplumuz aslında. Evet, evrensel bir tema.

Ama özellikle bizler duygusal bir toplum olduğumuz için ve o “padişahım çok yaşa” mentalitesi ya da dediğiniz gibi sınıf bilincinin olmaması sebebiyle her yerde her zaman hemen duygusal ilişkiler kurmaya çalışıyoruz. Aslında aramızdaki ilişkinin ne olduğunu görmezden geliyoruz. Biraz da kendimizi eğlemek için yapıyoruz. Çünkü öbür türlü kendini o kadar adamayacaksın o işe belki. Manipülasyon da var işin içinde. Sadece yapman gereken kadarını yapacaksın normalde. Ama patron senden yapman gerekenden daha fazlasını istediği için biz bir aileyiz yalanını ortaya atarak seni elinden geldiği kadar kullanıyor ve kullanmaya da devam ediyor. Buna karşı çıkan olduğunda da aslında nankör, paragöz gibi sıfatlarla karşılaşıyoruz. “Çalışıyorsun işte, daha ne istiyorsun?” gibi çok enteresan şeylerle karşılaşıyoruz. Ama bir kalemle de silinebilecek insanlar olduğumuzu içten içe biliyoruz ve görebiliyoruz aslında bu insanların nazarında. İlk gözden çıkarılacak pozisyondaki kişi işçi pozisyonundaki kişi oluyor.

Erkan Tahhuşoğlu: Bu duygusal ilişki noktası çok önemli gerçekten. O duygusal bağ kurma hali aslında profesyonel ilişkilerin ikamesi oluyor. Profesyonel ilişki eksikliği noktasında ortaya çıkan bir şey. Hatta duygusallığa örneğin bir Yunanlı'dan bir İngiliz'den inanın daha yatkın değiliz aslında. Ama orada sistem daha profesyonel işliyor. Tabii bu arada sömürü de daha sistemli işleyebiliyor. Yani oralar da cennet falan değil. 

Kumru Yaren Cengiz: Kapitalizm bir yolunu buluyor bir şekilde. 


Erkan Tahhuşoğlu: Hatta, çok daha keskin, çok daha sert şekilde işlediği de oluyor. Ama şunu demek istiyorum. Bu duygusal olma hali aslında bizim profesyonel ilişki eksikliğinde bir ikame görevi görüyor. Yoksa, çok böyle başat olması gereken bir şey değil aslında. Dünyada hiçbir yerde patronla işçi arasında duygusal ilişki gerektiren bir durum yoktur. Böyle bir pozisyona gerek de yoktur. Gündem bile olmaması gereken bir konuyken burada karışıyor bu durumlar. 

Kumru Yaren Cengiz: Üzerinde çok fazla durulan bir terim daha ortaya çıkıyor aslında. “İş yerinde psikolojik güvenlik” diye. Bu da aslında dediğimiz gibi sömürünün yeni bir kılıfa bürünmüş hali. Lena karakteri için de ve aslında Sevim karakteri için de bunu görüyoruz.

“Bu iş yerinde yerim sağlam. Başıma bir şey gelirse bana sahip çıkılır.” gibi kendini aileden de görme haliyle aynı zamanda icra edilen mesleğin niteliğinden ötürü -çok yakın ilişki kurulan bir meslek icra ediliyor bakıcı olarak da temizlikçi olarak da- bir bakış açısı geliştiriliyor. Ama o psikolojik güvenlik hali sizin ilk fırsatta gözden çıkarılmanıza engel olamıyor hem Lena’nın hem Sevim’in başına geldiği gibi. Bu noktada biraz da oyuncuların performanslarına gelmek istiyorum. Çünkü filmi çok başka yerlere de taşıyan performanslar izliyoruz. Serpil Gül, Sevim karakterini çok başarılı icra etmiş. O kısır döngü halinin psikolojik baskısını ve yansımasını karakterlerde görebiliyoruz. Ve bunu patronlarda da görüyoruz. Çalışanlarda da görüyoruz. Aslında filmde mutlu olan kimse yok. Çocuk dahi bunu seziyor, hissediyor ve mutsuz. Bunun hakkında ne söylemek istersiniz? Senaryo da size ait. Senaryoyu yazarken karakterleri tasarlama ve oyunculara verdiğiniz yönlendirmeler üzerine konuşmak isterim biraz da. 

Erkan Tahhuşoğlu: Mutlulukla, mutsuzlukla bir işimiz yok ki bizim. Bu bir sosyal drama ve aynı zamanda psikodrama. Sevim'in zihni bulanmış, bir sınıf bilincine sahip değil ve kendini ailenin bir parçası sayıyor. Tüm bu bagajların hiçbiri o küçük kızda yok.

O küçük kızda olmayınca da o küçük kız tamamen o berrak zihin dünyasından bakıp o evde bir huzursuzluk kaynağı olduğunu hissediyor. Ve sezgisel bir düzlemde de anneannesini oradan çıkartmaya çalışıyor. Şimdi böyle bir şeyde çocuğun mutlu olması mümkün değil tabii ki çünkü orada bir huzursuzluk var. O ev, o toplumsal eşitsizliklerin yaşandığı bir kaynak. Oraya adım attığı andan itibaren bir şeylerin kötü gideceğine dair, bütün bu sınıfsal ayrımcılığın gündeme geleceğine dair içten içe çocukça bir sezgisi var. Tabii ki bu sözlerle tarif etmiyor kendisi. Ama buna dair bir hissi var. O his üzerinden eylemde bulunuyor.

Kumru Yaren Cengiz: Aslında o samimiyetsizliği hiçbir bilgisi olmadan da gören ve hisseden bir çocuk var orada. O yüzden o evin hanımını sevmiyor. 

Erkan Tahhuşoğlu: Karakter kurulumuna gelince benim için önemli olan şey şuydu: Mesela Ayten karakteri tipik kötü, kötücül bir burjuva kadın falan değil. Öyle değil gerçekten. Hani o insanları tanıdığınızda görüyorsunuz ki ellerinden gelenin en iyisini yaptıklarını düşünüyorlar hayatta. Ve senden benden hepimizden daha fazla iyiliksever olduklarını düşünüyorlar.

Ayten bir yerde Sevim’e “elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz, daha ne yapalım?” diyor. Orada gerçekten samimi, orada taktik yapmıyor, strateji yapmıyor. Kötülük, kötücüllük Ayten sınıfsal refleksleriyle harekete geçtiğinde, yani bizzat sınıfsallığın kendisinden açığa çıkıyor.

Kumru Yaren Cengiz: Evet, tam bir anti kahraman görmüyoruz orada.

Erkan Tahhuşoğlu: Evet. Ve iş, o sınıfsal reflekslerin keskin bir şekilde kendini gösterdiği noktaya gelene kadar aslında Sevim’in Ayten üzerinde kurduğu bir etki de var. Bir etkinlik alanı var hem evde hem Ayten üzerinde. Ne zaman ki iş o sınıfsal reflekslerin kendini gösterdiği noktaya geliyor orada ayrışıyorlar. Şimdi kötülük, kötücüllük üzerine her zaman, oyuncularımla konuşurken de vermeye çalıştığım şey şuydu: Kötülük, kötücüllük bir karakterin kötülüğünden çıkmaz, çıkmamalı. Ergin bir şeytan olduğu için bunları yapmıyor. Ayten bir canavar olduğu için bunları yapmıyor. Günün sonunda hepsi sınıfsal reflekslerini gösteriyorlar. Ergin de sınıfsal refleksini gösteriyor. Ayten de sınıfsal refleksini gösteriyor. Kötülük buradan çıkıyor. Ayten ve Ergin kötü oldukları için değil. Ayten rolünü oynayan Emel Göksu’ya, Ergin rolünü oynayan Süleyman’a her zaman “Lütfen karakterinizi canlandırırken yüzde yüz haklı olduğunuzu düşünerek oynayın. Sen yüzde yüz haklısın. Bunun tartışması yok.” diyordum. Bazen oyuncular sanki o haksızlığı vurgulamak için oyunculuk anlamında ekstra çabalara giriyorlar. Bu aksine, bizi çok yanlış bir yere götürüyor. Yani olayların, çatışmaların dramatik yapıdan çıkması gerekiyor, başka bir şeyden değil. Bunları oyuncularla birlikte inşa ettiğimiz için de çok verimli bir yere gidiyoruz. İnce ince çalışıyoruz. Uzun prova süreleri oluyor. Bu uzun prova süreleri boyunca sadece mizansenler için değil özellikle oyunculuk noktasında çok hassasız. Bu, oyuncular açısından da iyi bir şeye dönüşüyor. Günün sonunda iyi bir noktaya birlikte geliyoruz diye düşünüyorum.

Kumru Yaren Cengiz: Filmin içerisinde bazı rüya, hayal sekansları var. Yatağın içine gömülme sahnesi, kapıdaki gölgeler gibi bazı oyunlar var. Bunların bazılarının filmin ritmini kesintiye uğrattığını düşünüyorum. Evet, Sevim’in içinde bulunduğu baskının getirdiklerini ona yaşatan sahneler olduğunun, üzerindeki o yükün, stresin yansıması olan sahneler olduğunun farkındayız ama bazı sahneler için söylediğim gibi de düşünülüyor. Siz ne düşünüyorsunuz? O sahneler hakkında ne söylemek istersiniz? 

Erkan Tahhuşoğlu: Kim nasıl yorumlarsa saygı duyuyorum. Yorumlara diyecek hiçbir şeyim yok hiçbir zaman. Yine de bu sahnelerin üzerine biraz konuşalım isterim. Yanlış bir izleme alışkanlığımız olabiliyor hepimizin çoğu zaman. Biz bir filmi izlerken her şeyi anlamak istiyoruz. Fakat sinema her şeyi anlayabileceğimiz, daha doğrusu anlamamız gereken bir alan değil. Daha çok, anlama kavramının dışında hissetme, sezme, sezinleme gibi bir dolu alanlar var ve sinema aslında bunun için daha uygun bir alan. Mesela bazı sanat dalları bundan (anlama çabasından) tamamen bağımsız ve çok daha yaratıcı noktalara gidebiliyor. Genelde çok verilen klasik bir örnek olduğu için veriyorum; Bir müzik kompozisyonunun, ne demek istediğini anlatmak, anlamak diye bir şey var mı? Yok. Bizde uyandırdığı hislere, duygullara, tarif edemediğimiz, etmeye de uğraşmadığımız duygu durumlarına kendimizi kaptırıp gidiyoruz. Fakat biz sinemada aynı zamanda bir hikaye takip ettiğimiz için oradaki her öğeyi o hikayenin bir parçası olarak anlayıp konumlandırmak istiyoruz. Bu her zaman doğru bir izleme alışkanlığı değil bence. Sinema bunun çok daha fazlası olabilir ve biz de o çok daha fazlası dediğimiz alandan yararlanabiliriz, yararlanmalıyız da. Şimdi benim bu sahnelerle ilgili en büyük motivasyonum şu: Ben baştan beri Döngü’yü bir belgesel gerçekçi, yalın bir sosyal drama olarak anlatmak istemedim. Bireyin ruh haline nasıl nüfuz ederiz? Sevim’e nasıl nüfuz ederiz? Torunun, Ayten’in ruh halleri en az ana iskeletteki hikaye kadar anlamlıydı benim için ve o sahneler bir eklenti sahnesi değil, o sahneler sadece rüya da değil. Mesela uyur gezerlik ya da rüya olarak tanımlıyor bazı arkadaşlar o sahnelerden bazılarını. Olabilir, saygı duyuyorum. Ama benim için onlar rüya değil. Benim için onlar uyur gezer oldukları sahneler de değil. Benim için onlar o psikolojik halin sinemasal karşılıklarını bulmaya çalıştığım sahneler. Başarıyorum, başaramıyorum. Hani karşılık buluyor, bulmuyor, o ayrı. Ama eğer her görsel ögeyi hikayeye olan katkısı üzerinden değerlendirir ve her şeyi anlamaya çalışırsak bütün bu çaba boşa düşer, akamete uğrar. Yani yönetmenin çabası seyirci tarafından da açık olunması gereken bir şey. Her yönetmen arkadaşım gibi ben de kendi sinemamın peşindeyim ve ben böylesi bir yapı kurmaya çalışıyorum. Her hikayeyi daha atmosferik, daha psikolojik boyutuyla anlamaya ve yansıtmaya çalışıyorum. Ama bu ancak ve ancak seyircinin de buna açık olmasıyla ilerlenebilecek bir yol. O sahnelerin hepsi benim için çok kıymetli ve sonradan eklediğimiz şeyler değil. Benim için dramatik yapının bir parçası aynı zamanda. Ama dramatik yapıyı, sadece öykü olarak, sadece şöyle olur, böyle olur, olaylar şöyle gelişir diye görürsek o zaman zaten sinemayı hikaye anlatımına indirgemiş oluruz. Halbuki sinema bambaşka, daha fazla bir şey. Bu yüzden sinema yapıyoruz zaten. Daha farklı olanakları olduğu için. Yani sesi kullanma olanağı, görüntüyü kullanma olanağı…

Ne yazık ki ana akım sinemanın sürekli daha da baskın hale gelmesinden kaynaklı bir dolu sendromlar yaşıyoruz. Arthouse sinemanın ana akıma yaklaşması ve daha gösterişçi anlatımların daha fazla revaçta olmaya başlaması vesaire vesaire. Sinema görüntüyle bir hikayeyi anlatma sanatı değildir. Çok daha ötesidir. Yönetmenler de bu alanda farklı arayışlara girdiğinde seyircinin de katılımını bekler doğal olarak. Anlamanın dışında bambaşka; daha duyumsal, daha sezgisel, daha hissel alanlar var. Ben buraya adım atmaya çalışıyorum. Ama bu çaba sadece seyirci katkı sağlarsa anlamlı olabilecek bir çaba. Yoksa mesela her objeyi anlamlandırmaya çalışıyor seyirci. Anlamadığı şeylere da bazen, bu bir sembol diyor. Halbuki sinemamda hiçbir şeyi sembol olarak kullanmamaya çalışıyorum. Filmdeki hiçbir şey, hiçbir şeyin sembolü değildir. Kendisidir. Oradaki vazo, oradaki herhangi bir obje…, Sembol diye nitelendirmeler bile aslında anlamadığımız bir şeyi anlamlandırma çabası. Aslında şu obje, bunu anlatıyor, gibi. Benim baktığım yerdense bu, hiçbir şey anlatmıyor. Bu, sadece ve sadece kendisi. Bunun kendisinin, sende yarattığı his beni ilgilendiriyor. Örneğin, oradaki o büyük vazonun yarattığı azamet hissi. Eğer o his sende uyanıyorsa işte ben bunu önemsiyorum. Ama o vazo aslında, işte orta çağdaki bilmem neyin simgesi vs… değil. Bazen sofistikasyonu buralarda arayabiliyor seyirci. Sofistikasyon buralarda değil. O zaman filmde kullandığımız bütün ses tasarımlarının da boşa düşüyor olması lazım. Gereksiz olması lazım. Halbuki biz biliyoruz ki çoğu zaman sinemada ses en az görüntü kadar anlamlıdır. Seyirci filmi izlerken gerçek hayatta böyle bir ses yok deyip algısını kapatmaz değil mi? Peki, o sesi anlamaya, anlamlandırmaya çalışır mı? Hayır. Kendini o seyir deneyimine kaptırır, gider. Soru şu: Peki biz bunu neden görüntüde de yapamayalım?

Filmdeki, hiç yeri yokken alttan alta duyduğumuz bir okyanus sesinin sende yaratmaya çalıştığı his gibi, görüntü de aslında sende bir his yaratmaya çalışabilir. Sadece hikayenin ilerlemesine hizmet etmiyor olabilir yani. Tabii bu izleme deneyimlerinin değişebilmesi için seyircinin de bu farklılıklara açık olması gerekiyor dediğim gibi.

Kumru Yaren Cengiz: Seyirciden söz etmişken festival süreciniz hakkında tekrar konuşalım istiyorum. Sonrasında vizyon süreci olacak belli ki. Belli mi şu an vizyon tarihi?

Erkan Tahhuşoğlu: Yok, belli değil. Biraz daha festivallerde olmak istiyoruz. En az bir süre festivallerde görünmek istiyoruz. Sonra sinemada seyircilerle buluşacak inşallah. Mutlaka bu filme bir vizyon istiyoruz. Zaten başka sinemadan da vizyon ve ödülümüz var. “Başka Market”ten aldığımız bir ödül var. 

Kumru Yaren Cengiz: Peki çekimle ilgili destekler vesaireler nasıl ilerledi? Ne kadar sürede çektiniz? 

Erkan Tahhuşoğlu: 4 haftada çektik. Bakanlık desteğimiz vardı ama süreç içerisinde gerçekten enflasyonla birlikte eridi. Yine her zamanki gibi çok zor koşullarda çekmek zorunda kaldık. O yüzden de ister istemez destekler alıyorsunuz, yardımlar alıyorsunuz. Arkadaşınız evini açıyor, orada gidiyorsunuz adamın evini bir de böyle allak bullak ediyorsunuz. Sanat çalışması da olmak zorunda çünkü. Ne bileyim işte birisi hastanesini açıyor, işte eşimin o zamanlar çalıştığı şirket ofisini açıyor.

Oraya giriyorsunuz uzun uzun. Yani o destekler olmasa film çekemez hale gelmiştik. Her filmde ister istemez bütün bu desteklere rağmen, ekibin, oyuncuların devasa özverisine rağmen yine de yetmiyor ve çok ciddi miktarlarda paralar ödüyorsunuz. Sonra işte bir yerlerden, satışlardan, oradan buradan çıkartmaya çalışıyorsunuz. Çıkartabilirseniz kendinizi şanslı hissediyorsunuz. 

Kumru Yaren Cengiz: Çok teşekkür ediyorum. Sizin söylemek istediğiniz son bir şeyler varsa onları eklemek ve öyle bitirmek isterim. 

Erkan Tahhuşoğlu: Döngü’yü izlesinler, filmleri izlesinler, yalnız bırakmasınlar. Çok zor koşullarda yapıyoruz diyoruz da tabii bu seyirciyi çok ilgilendiren bir şey değil. Filmlerimize pozitif ayrımcılıkla yaklaşılmasını istemiyoruz. Ama filmi izlesinler, vizyonda izlesinler, festivallerde izlesinler. Bunu istiyoruz. Seyirciyle kopmayalım çünkü. Sinemanın varoluş amacı ortadan kalkıyor çünkü o zaman. Ben teşekkür ederim. Çok memnun oldum. Kolay gelsin.







Devamını Oku

28 Eylül, 2024

Mısır’ına Sultan Olmaya Çalışırken Kendi Kuyusunu Kazan “Hakkı” Altın Koza için Yarışıyor

Mısır’ına Sultan Olmaya Çalışırken Kendi Kuyusunu Kazan “Hakkı” Altın Koza için Yarışıyor

Kumru Yaren Cengiz |  Ed. Seda İstifciel


Antik Yunan tragedyalarının temeli nedir? Hybris. Kibir. Bu kelimenin anlamını biraz daha geniş düşünelim. Bir şeye körü körüne kapılmak, takıntı haline getirmek, Tanrı yasasına karşı gelmek kibirdir. Kaderine karşı çıkmaya kalkışmak en büyük kibirdir. Senin için olan kadere karşı çıkamazsın. Çıktığını sanırsın. Koşarak uzaklaştığını sanırsın. Ama belki de yazgın koşmaktır. 

Mesela Sofokles’in Kral Oidipus’u… Kaderinden kaçmaya çalışırken ona yazılmış olan en felaket kadere körü körüne koşmadı mı? Öyle ki en sonunda kendi gözlerini kendisi kör etmedi mi? Kendini sürgün eylemedi mi? Hybrisin kucağına düştü de hırsı uğruna kendisini yok etti. 

Hikmet Kerem Özcan’ın ilk uzun metraj filmi olan Hakkı da bir çeşit modern Oidipus. Oidipus miti dediğimizde akıllara artık psikanalitik okumalarda da ilk olarak baktığımız Oidipus Sendrom olarak literatürde yer alan ve çokça da değindiğimiz sendrom gelse de burada bahsettiğim şey bu değil. Benim bahsettiğim şey Oidipus’un içine düştüğü kibir. Hybris. 

Hakkı, 31. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda izlediğim bir film. Türkiye prömiyerini Altın Koza için yarışarak yapmakta olan film dünya prömiyerini ise Yunanistan’ın Patmos adasında düzenlenen 13. Aegean Film Festivali’nde yaptı. Daha sonra Kanada’da gerçekleşen 2. Montreal Uluslararası Film Festivali’nde Onur Mansiyonu’na layık görüldü. 31. Oldenburg Uluslararası Film Festivali’nin ardından, Kuzey Amerika'nın önemli festivallerinden Vancouver Uluslararası Film Festivali 2024’ün Panorama bölümünde sinemaseverlerle buluşacak. “Hakkı”nın, dünya sinemasından öne çıkan örneklerin yer aldığı seçki kapsamındaki gösterimleri 26 ve 27 Eylül’de gerçekleşecek.

Hakkı rolünde Bülent Emin Yarar göz doldururken filmin oyuncu kadrosu oyunculukta başarılarını ispat etmiş isimlerden oluşuyor. Hülya Gülşen Irmak, Özgür Emre Yıldırım, Cem Zeynel Kılıç, Duygu Gökhan gibi isimler oyuncu kadrosunda yer alıyor. 

Hakkı filmi, Bergama’da yaşamakta olan Hakkı karakterinin; evinin bahçesinde bulduğu antik kalıntıların peşine düştüğü define avcılığı süreci ile yaşadığı hem soyut hem somut dönüşümleri gözler önüne seriyor. İnsanın para, statü, sosyal çevre ile olan ilişkisi, bu ilişkiler için ne kadar ileri gidebileceği, en mülayim insanın bile yeri geldiğinde dönüşebileceği kişiyi konu alıyor. 

Asla yapmam dediğiniz neler var? Gerçekten asla yapmaz mısınız? Daha önce başınıza gelen ama asla yapmamış olduğunuz durumlar ile tamamen varsayımlar üzerinden kurduğunuz asla yapmam önermeleri aynı geçerlilikte midir? Birini yargılarken onun ayakkabısını da giyip onun yürüdüğü yollardan yürümek gerekmez mi?

Şuradan bir define bulsak, piyango çıksa, tanımadığımız uzaktan bir akrabamız ölse ve hanlardan-hamamlardan oluşan mirasını bize bıraksa ne güzel olurdu değil mi? 

Hakkı tam da bunu yaşıyor. Kendi halinde, mülayim, neşeli, ailesine özen gösteren, eşine ve çocuklarına olabildiğince ilgili olan Hakkı evinin bahçesindeki ağacın köklerinden birini kesmek için yaptığı kazıda tarihi eser buluyor. O ağaç o ev yapılmadan önce de oradaydı. Ama artık köklerinden biri evinin duvarını sarmıştı. Ev için çok tehlikeli bir durumdu. Acilen düzeltilmesi gerekiyordu. Hakkı da ailesi için güzel şeyler yapmak, çocuklarını okutmak, eşiyle patronu olacakları bir dükkan açmak istiyordu. Çünkü o ağacın o kökünü kesmek için bile gerekli olan ekipmanı bacanağından almak zorundaydı. 

Tam bu noktada o tarihi eserleri satması gerekmez miydi? Kendi evinin bahçesinden çıkan bu “mucizeler” onun ve daha doğmamış torunlarının kurtuluşuydu. Aslında kendisi “belediyeden izinli” tur rehberiydi ve Bergama Kültür Mirası’nın başına gelenleri hem Bergama’nın yerlisi olarak hem de tur rehberi olarak çok iyi biliyordu. Çalınıp götürülen Zeus Tapınağı’ndan kalan küçük hediyelik eşyalar, buzdolabı magnetleriydi. Başa gelen çekilir misali… Koskoca tapınak çalınıp götürülmüşken Hakkı’nın bahçesinden çıkan şey Hakkı’nın tek kurtuluşuyken bundan vazgeçebilir miydi? Bu fikrin uğruna kendi kuyusunu her iki anlamda da kazıyor olabilirdi. Eserlerin evinin altındaki arazide yer alması ile yere vurduğu her darbe evinin, yuvasının, yaşamının köklerini-temelini derinden sarsıyordu. Ev yavaş yavaş iki anlamda da çökmeye başlamıştı. Ailesi ile ilgili olan Hakkı gitmiş kafasını bu kuyudan çıkarmayan ve dahasını arayan Hakkı gelmişti. Çocuklarını görmüyor, eşinden haberi olmuyordu. Ev her darbesinde daha çok sarsılıyorken canından dahi korkmuyor ve aramaya devam ediyordu. Bu kibir ve gözü karalığı ile geleceğinin peşinde olan Hakkı sahip olduklarını da kaybetti. Kuyusundan sultan olarak çıkmayı isterken kendi elleriyle kendi mezarını kazmış oldu. 

İnsan psikolojisini, sahip olduğumuz Hybris kusurunu Antik Yunan’dan beri okuyoruz, izliyoruz. Katharsisimizi yaşayıp o hybristen uzak durmak için yapıyoruz. Bu noktada Hakkı da bu eserler arasında yer alan bir ilk uzun metraj film olarak karşımıza çıkıyor. 

Oyunculuklar en ufak bir kusur içermiyor demek abartı olmaz. Bülent Emin Yarar Hakkı figürünü ve dönüşümünü tam bir özdeşlik ile canlandırıyor. Gerçekçi ve doğal bir oyunculuk ile senaryonun gerekliliklerini yerine getiriyor. Neredeyse sahnede Hakkı’nın yer aldığını düşünerek Bülent Emin Yarar’ın oyunculuk şovu yaptığını söylerken diğer oyuncuların da senaryoya tam bir hizmet içerisinde olduğunu, gerçekçi ve doğal bir performans içerisinde olduklarını söylemek gerek. 

Hakkı figürünün mantığını kaybetmesi ile hikayenin ritmi ve planlar da gerçekçi ve doğal akıştan yavaş yavaş saparak Hakkı’nın dönüşümü ile paralel bir şekilde dönüşüyor. 

Yönetmenin bu ilk uzun metraj filminde seyirciye katharsis deneyimini yaşattığını söylemek mümkün. Hikayenin dinamik bir yapıda olduğunu söylemekle birlikte yine de bazı sahnelerin çıkartılarak akışın daha dinamik ve güçlü bir yapıya kavuşup oluşan etkinin daha da güçlenebilecek durumda olduğunu söylemek gerek. Hakkı’nın sonuna bir tık daha hızlı gitmek filmi bir tık daha üst seviyeye ritmi ile çıkarabilirdi.
31. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması seçkisinde yer alan filmler arasında güçlü bir yerde bulunuyor. Festival yolculuğunun ardından çok yakın bir tarihte vizyona girecek olan bu film keyifle izlenebilecek bir noktada duruyor.



Devamını Oku

26 Eylül, 2024

“Aramızdaki Mesafe” Nasıl Azalır?

“Aramızdaki Mesafe” Nasıl Azalır?

Hakkı Yüksel  |  Ed. Seda İstifciel

“Ne bu dünya, ne bu acılar, ne sen ne de ben kalıcıyız.

Hepimiz ölümün ışığında bütün dertlerimizden arınacağız.

Ver elini!”


Doğduğumdan beri aynı apartmanda yaşadığım dayımla gittiğim ilk bayram namazı, çocukluğumun en parlak anılarından biridir. Ailece kutladığımız yılbaşlarından birinde bana hediye ettiği peluş geyik, bugüne dek sakladığım tek oyuncağımdır. Aradan yıllar geçtikçe, ülkenin değişen politik konjonktürüne paralel, dayımla beni bir arada tutan ortak sevinçlerimiz azaldı. Birimiz bayram namazlarını savsakladı, ötekimiz yeni başlangıçlar adına yıllardır sevinçle kutladığı yılbaşlarını gâvur icadı olarak yaftaladı. Aynı apartmanda oturmaya devam etsek de aramızdaki mesafe giderek açıldı. 

Başıbozuk Tiyatro’nun ilk oyunu olan ve bu ay içinde prömiyerini yapan “Aramızdaki Mesafe” oyunu, bana dayımla olan tuhaf ve mesafeli ilişkimizi düşündürdü. Neden bu kadar değiştik ve bunca yıl sonra her şey eskisi gibi olabilir miydi? Bülent Gültekin’in yazıp oynadığı ve Gülhan Kadim’le birlikte yönettiği tek kişilik oyun, Gültekin’in hayatından otobiyografik izler taşıyan bir hikâyeye sahip. Oyun kişisi Bülent, babasıyla yaşadığı sorunlardan dolayı köyden kaçıp şehre giden ve cemaatlere katılan adaşı amcasının günlüğünü bulur. Sahnede, günlükten sayfalar okunup amcanın yaşadıkları canlandırılırken diğer yandan da dindar bir aileden çıkıp tiyatro ekiplerine dahil olmaya çalışan anlatıcının kendi hikâyesini dinleriz. Amcanın ve yeğenin hikâyeleri farklı zamanlarda paralel olarak ilerler ve bu iki karakterin çatışmaları, uyanışları gözler önüne serilir. 80 dakikalık ve tek perdelik oyunda, bu ana hikâye aksı altında bir de yan hikâyecikler vardır. Amcanın katıldığı cemaat liderinin kardeşiyle arasındaki karmaşık mesele, kardeş kavgalarını anlatan mitolojik öyküleri ve Antik Yunan trajedilerini anımsatır. Oyundaki üst üste binmiş, birbiriyle temas eden; ama bir yandan da müstakil bir derinliğe de sahip birden fazla hikâye, tek kişilik bir anlatı tiyatrosu için kaldırılamayacak derecede ağır bir yüke dönüşme potansiyeli taşıyor. Yazar Bülent Gültekin de oyunun bu hantal yapısının farkında olacak ki bir yerde seyirciye dönüp “Kafanız karıştı değil mi?” diye soruyor. Neyse ki oyun, hikâyede alımlayıcıyı zorlayacak kısımları, tiyatronun sunduğu imkânları özgün fikirlerle kullanarak bertaraf etmeyi başarıyor. 



 “Tek kişilik çok sesli oyun” şeklinde lanse edilen Aramızdaki Mesafe, gerçekten de tek kişinin oynadığı ama çok karakterli bir oyun. Tolga Tüzün’ün başarılı ses tasarımıyla sahneye yerleştirilmiş hoparlörler birer oyuncu gibi işlev görmekte. Hikâye içindeki diğer karakterler bu tasarıma başarılı bir şekilde entegre edilmiş. Önceden kaydedilen dış sesler, tek kişilik bu anlatı tiyatrosuna müthiş bir dinamizm katmış. Barkovizyona yansıtılan günlük yazıları ve cemaat liderlerinin çekişmesinin anlatıldığı illüstrasyon gösterisinde de çok iyi bir iş çıkarılmış. Bir meddah gibi elinde mikrofonuyla sahneye gelip hikâyesini anlatmaya başlayan Bülent Gültekin, sahnelemedeki özgün buluşlarla bu anlatıya müthiş bir renk getiriyor. İzleyicinin dikkatini çekebilecek ve onu seyir esnasında dinç tutacak unsurlar ustaca kullanılmış. Gültekin’in anlatının bir yerinde bir mix cihazıyla yaptığı ufak gösteri de gerçekten görülmeye değer. 


Bülent Gültekin, çok karakterli bu oyunda iki temel kişiyi canlandırıyor: Amca Bülent ve yeğen Bülent. Hilal Polat’ın yaptığı kostüm tasarımıyla kıyafetlerini değiştirdiği an, karakter geçişlerini başarılı bir biçimde tamamlıyor. Oyunun bazı yerlerinde karakterlerin yaşadığı iç çatışma fiziksel bir dışavurum şeklinde somutlaştırılmakta. Arada kalmışlık, kaçış ve karmaşanın somutlaştırıldığı bu anlar, oyuncuyu fiziksel olarak epey zorlasa da Bülent Gültekin bu kısmı da başarılı bir şekilde kotarıyor. Metnin meta-tekst düzlemi, oyuna apayrı bir renk ve mizah katıyor. Öykünün içindeki risk ve aciliyet faktörleri de öyle dengeli düzenlenmiş ki izleyicinin oyunun sonuna doğru dağılan dikkati bu sayede tekrar sahneye kanalize oluyor. Oyunun bir diğer güzelliği de yapay zekâya yaptırılan özgün şarkılar. Velhasıl Aramızdaki Mesafe, pandemiden bu yana ivme kazanan anlatı tiyatrosu biçimini teknolojinin nimetleri ve tiyatronun olanaklarıyla birleştirerek özgün buluşlarla yeni hâle sokan, heyecan verici bir oyun.

Oyunu, ilk temsilinde Kadir Has Sahnesinde izledim. Karşılıklı seyirci düzenine sahip sahnede hoparlörler ve barkovizyon çok başarılı bir şekilde yerleştirilmişti. Ancak bu düzen oyunun sergileneceği diğer sahnelerde de bu şekilde yapılabilecek mi diye düşünmeden edemedim. İlk temsilin heyecanı ve oyunun henüz tam demlenmemiş oluşu sahnelemeler arttıkça daha iyi bir yere evrilecek ve bu oyun üzerine çokça yazılıp konuşulacaktır. 

 Aramızdaki Mesafe, bir aile meselesi gibi görünse de hikâyeye biraz geniş perspektiften baktığımızda aslında bir Türkiye okuması olarak yorumlanabilir. “Büyük aile” olarak ülke bireylerinin atomizeleşmesi, giderek kutuplaşması ve bu sebeplerle yaşadığımız kişisel çatışmalarımız oyundaki karakterler üzerinden aktarılmakta. İç içe geçmiş hikâyelerdeki temel motivasyon baba oğul çatışması üzerinden ilerliyor. Oyun, modern tiyatro tarihimizin ilk örneklerinde de gördüğümüz geleneğin temsili babalar ve kendine yeni bir yol arayan, bu arayış sırasında da yolunu kaybeden veya çıkmaz sokaklara sapan oğulların günümüzden yeni bir okuması. Aynı aileden çıkan; aynı ada, aynı kana sahip amca- yeğenin apayrı yolları, yollarımız neden bu kadar ayrı düştü, aramızdaki mesafeler neden bu kadar arttı, diye düşündürüyor. Ve oyun sonunda salondan şu soruyla ayrıldım: Aramızdaki mesafe nasıl azalır?

“Gittikçe yalnızlaşıyorsunuz insan kardeşlerim/ Ne bir ortak sevinciniz kaldı sizi çoğaltacak/ Ne bir içten dostunuz var acınızı alacak/ Unuttunuz nicedir paylaşmanın mutluluğunu” diyor Şükrü Erbaş bir şiirinde. Hayatımızı bir kavram karmaşasına tutulmuş vaziyette sürdürdüğümüzü düşünüyorum. Körlüğümüzün nedeni de bu belki. Amca Bülent’in ve yeğen Bülent’in babalarıyla çatışmaları, kendileriyle çatışmaları beraberinde “değişim”i armağan ediyor. İşte bu değişimdir aramızdaki mesafeleri azaltacak. Ancak biz olumlu çatışmalardan vazgeçeli çok oldu. Bunun yerine kavga ve didişmeyi tercih ediyoruz. Bunların armağanı da fanatizm ve nefret oluyor. Oturduğum evde kapıdan çıkıp altı adım atsam dayımın kapısını çalabilecek durumdayım. Ancak duygusal mesafemiz kapanmayacak boyutta. Oyundaki cemaat liderinin çocukları gibi nefret tohumları yeşertiyoruz kalbimizde. Bu da bizi yalnızlaştırıyor. Bizi biz yapan müşterek duygularımız hâlâ mevcut. Mesele nefret ve fanatizmden vazgeçip o duyguları yeniden anımsamakta. Mesafeler ancak böyle kapanacak.

"Aramızdaki Mesafe" hem biçim hem içerik anlamında üzerinde konuşulmaya değer bir iş. Bireylerin birbirleriyle olan ilişkilerine ve toplumsal dinamiklere dair derin bir sorgulama sunuyor. Oyunun sunduğu zengin temalar ve duygusal katmanlar, izleyiciyi düşündürmekle kalmıyor; aynı zamanda kişisel ve toplumsal mesafelerin neden bu kadar açıldığını sorgulatıyor. Her birimizin hikayesi, özünde bir başkasıyla kurduğumuz bağların ifadesidir ve bu bağlar yeniden inşa edildiğinde, aramızdaki mesafe da kısalacaktır.


   




Devamını Oku