BLOG

/ Blog
09 Aralık, 2024

Zamansız Eserler, Sonsuz İlhamlar

Zamansız Eserler, Sonsuz İlhamlar

Eda Çamlı  |  Ed. Seda İstifciel

Haftalık Sanat Haberleri (9 Aralık-16 Aralık) :

Sunum Odası

Pilevneli Galeri, sanatın zaman ve mekânla ilişkisine yeni bir perspektif sunan “Sunum Odası” adlı karma sergiye ev sahipliği yapıyor. Farklı disiplinlerden ve kuşaklardan sanatçıların eserlerini bir araya getiren sergi, galerinin Dolapdere’deki mekânında Aralık ayı boyunca sanatseverlerle buluşacak. 

Sergi, galerinin tüm katlarına yayılarak mekânsal sınırları aşıyor ve sanat nesnesinin üretim, sergilenme ve depolanma biçimlerine dair hibrit bir yaklaşım sunuyor. :mentalKLINIK, Bora Akıncıtürk, Nevin Aladağ, Refik Anadol, Hüseyin Çağlayan, Daniel Knorr, Arik Levy ve daha birçok sanatçının eserlerinden oluşan seçki, hem geçmişte sergilenmiş hem de daha önce izleyiciyle buluşmamış çalışmaları içeriyor. 

Sergide yer alan eserler, başlangıçtaki anlamlarını genişleterek zamansız potansiyellerini vurguluyor. Daha önce sergilendikleri dönemin izlerini taşıyan çalışmalar, yeni bir bağlamda yeniden görünür hâle geliyor. Eserlerin sergileniş biçimi ise geleneksel yöntemlerle depolama pratiklerini harmanlayan yenilikçi bir düzenleme ile izleyiciyi sanat nesnesiyle farklı bir etkileşime davet ediyor. Sunum Odası, düzenli aralıklarla değişen eser yerleşimleriyle sergi mekânına dinamik bir kimlik kazandırıyor. Bu düzenleme, ziyaretçileri serginin katmanlarını keşfetmeye yönlendirirken, galerinin sergileme ve deneyimleme alanlarını genişletiyor. 

Sanatın zaman, mekân ve anlam ile ilişkisini yeniden düşünmeye davet eden “Sunum Odası” sergisi, 28 Aralık 2024 tarihine kadar Pilevneli Galeri Dolapdere’de sanatseverleri bekliyor. 


*Görsel, pilevneligallery resmi Instagram hesabından alınmıştır. 

Beygir Gücü 

Rahmi M. Koç Müzesi, 30. yılını, atın ve otomobilin tarih boyunca insan yaşamındaki izlerini ele alan "Beygir Gücü" sergisiyle kutluyor. M.Ö. 2. yüzyıldan günümüze uzanan bu özel seçki, sanat ve mühendisliği bir araya getirerek "beygir gücü" kavramını yeniden yorumluyor. 

Sergi, 10 Haziran 2025’e kadar ziyaret edilebilir. “Rahmi M. Koç Koleksiyonu’ndan At Figürleri” başlıklı bölümde, dünyanın farklı coğrafya ve kültürlerinden gelen yaklaşık bin eser sergileniyor. Bu bölüm, antik çağlardan modern döneme kadar sanatın en güçlü simgelerinden biri olan at figürüne odaklanıyor. Çin ve Tayland seramiklerinden Fransız ve İngiliz atlıkarınca figürlerine, Uzakdoğu kukla tiyatrolarından binicilik kıyafetlerine kadar zengin bir seçki sunuluyor. Küratör Serra Kanyak, bu bölümü şöyle anlatıyor: 

“At, güçlü ve çevik yapısıyla yalnızca ulaşım ve taşıma ihtiyacını karşılamakla kalmamış, sanatta da insanlık tarihinin en önemli objelerinden biri olmuştur.” 

Serginin “Rahmi M. Koç Müzesi’nden Otomobil Hikâyeleri” adlı ikinci bölümü ise 19. yüzyıldan bugüne otomobilin mühendislikteki evrimine odaklanıyor. Türk mühendisliğinin sembollerinden Anadol, 1881 yapımı Benz Tricycle, 1918 Ford Model T ve 1990 Dodge Viper gibi efsanevi modeller, otomobil tarihine ışık tutuyor. Sergi, sanat ve teknolojiyi bir araya getirerek hem geçmişin sanatsal mirasını hem de modern mühendisliğin dönüşümünü izleyiciyle buluşturuyor. Mustafa V. Koç Binası’ndaki at figürleri bölümü ve Erdoğan Gönül Galerisi’ndeki otomobil hikâyeleri, sanatseverlere iki farklı perspektiften keşif imkânı sunuyor. 

"Beygir Gücü" sergisi, Rahmi M. Koç Müzesi’nde sizi zamanda bir yolculuğa davet ediyor. 


*Görsel, Anadolu Ajansı resmi web sitesinden alınmıştır. 

Semiha Berksoy’un Sanat Yolculuğu Berlin’de Yeniden Canlanıyor 

Hamburger Bahnhof – Uluslararası Çağdaş Sanat Müzesi, Türk opera sanatçısı ve ressam Semiha Berksoy’un (1910-2004) Almanya’daki ilk kapsamlı retrospektifine ev sahipliği yapıyor. 6 Aralık’ta açılacak ve 11 Mayıs 2025’e kadar ziyaret edilebilecek sergi, Berksoy’un sanat pratiğinin temel temalarını ve onun opera ile resim arasında kurduğu güçlü bağı ele alıyor. Sergi, 100’e yakın eser, arşiv belgeleri, film klipleri ve ses kayıtlarıyla sanatçının 60 yılı aşkın kariyerine ışık tutuyor. 1936-1939 yılları arasında Berlin’de Hochschule für Musik’te eğitim gören Berksoy, kariyerinin bu dönüm noktası sayesinde hem opera hem de görsel sanatlarda uluslararası bir isim haline geldi. 1939’da Richard Strauss’un Ariadne auf Naxos operasında Ariadne rolüyle büyük takdir toplayan Berksoy, II. Dünya Savaşı nedeniyle Türkiye’ye dönmek zorunda kaldı. Ancak bu dönem, onun opera ve sanat dünyasındaki eşsiz vizyonunun şekillenmesinde önemli bir rol oynadı. Hamburger Bahnhof’taki retrospektif, Berksoy’un eserlerini tematik kümeler halinde sunarak, figüratif çalışmalarını sahnede canlanan operatik karakterler gibi ele alıyor. Sergi, annesi Fatma Saime’ye olan bağı, şair Nâzım Hikmet ile ideolojik ilişkisi, simgesel opera rolleri ve sanatçı kimliğini şekillendiren mekânlar ile olayları keşfe davet ediyor.  Sergide yer alan eserler, Berksoy’un spontane ve cesur üslubunu yansıtıyor. Daha önce sergilenmemiş belgeler ve nadir görsellerle desteklenen sergi, sanatçının opera ve görsel sanatlar arasındaki bağlantıyı nasıl ustalıkla kurduğunu gözler önüne seriyor. Küratörlüğünü Sam Bardaouil ve Till Fellrath’ın üstlendiği bu retrospektif, yalnızca Berksoy’un kariyerine değil, aynı zamanda Türkiye’nin ve dünyanın kültür-sanat tarihine olan katkısına da vurgu yapıyor. 

Sergi, 2026 yılında İstanbul Modern’de de sanatseverlerle buluşacak. Semiha Berksoy’un çok yönlü sanatı, geniş bir uluslararası izleyici kitlesine ulaştırılırken, Türkiye’nin sanat tarihine damgasını vuran bu ikonik figürün mirası daha da güçleniyor. Hamburger Bahnhof’taki sergiye, Silvana Editoriale Milano tarafından yayımlanacak kapsamlı bir katalog ve eş zamanlı bir konuşma dizisi eşlik edecek. 


*Görsel, smb.museum resmi web sitesinden alınmıştır.

Devamını Oku

07 Aralık, 2024

Tarabya Kültür Akademisi Sanat Direktörü Lena Alpozan ile Röportaj

Tarabya Kültür Akademisi Sanat Direktörü Lena Alpozan ile Röportaj

Kumru Yaren Cengiz  |  Ed. Seda İstifciel

Tarabya Kültür Akademisi Sanat Direktörü Lena Alpozan ile akademinin misyonu, vizyonu, sanatçı bursları ve etkinlikleri hakkında kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdik. Bu röportajda, burs başvurularında dikkate alınan kriterler, hedeflenen projelerin özellikleri ve akademinin sanata kattığı özgünlükler gibi konular ele alındı. Etkinliklerin detayları ve sanatçılara sunulan fırsatlara da değindiğimiz bu röportajı keyifle okumanızı dileriz.  

Kumru Yaren Cengiz: Öncelikle hem sizi bireysel olarak hem de Tarabya Kültür Akademisi’ni kurum olarak tanımak isteriz.  



Lena Alpozan: Almanya doğumluyum ve 2010’dan beri, yaklaşık 14 yıldır Türkiye’de yaşıyorum. Münih Üniversitesi’nde Alman Dili ve Edebiyatı, Sanat Tarihi ve Türkoloji eğitimi aldım. İstanbul’a geldikten sonra çeşitli kurumlarda çalıştım ve 2016 yılında Goethe-Institut İstanbul’da program koordinatörü olarak görev yapmaya başladım. Daha sonra Tarabya Kültür Akademisi’ne geçtim ve burada önce iletişim sorumlusu olarak çalıştım. 2023 yılı Mart ayından itibaren ise akademinin sanat direktörü olarak görev yapıyorum.  

Goethe-Institut bünyesinde çalışıyorum ve Tarabya Kültür Akademisi benzersiz bir yapıya sahip. Akademi, Almanya Dışişleri Bakanlığı ve Goethe-Institut tarafından ortaklaşa yönetiliyor. Bu iki kurumun birer direktörü bulunuyor. Büyükelçilik tarafındaki direktör daha çok burs ödemeleri, lojmanların durumu ve ikamet gibi teknik konularla ilgilenirken, Goethe-Institut tarafı sanatsal süreçlere odaklanıyor. Küçük bir ekibimiz var hem Goethe-Institut hem büyükelçilik tarafından küçük bir ekiple çalışıyoruz, toplam yedi kişiyiz. Ancak, bugüne kadar destek verdiğimiz 180’i aşkın sanatçıyla aktif bir iletişim içerisindeyiz.  

Akademi, İstanbul Tarabya’da, tarihi ve eşsiz bir mekânda yer alıyor. Osmanlı Padişahı Sultan II. Abdülhamit tarafından dönemin Alman İmparatorluğu’na hediye edilen bu mekân, günümüzde hem Almanya Büyükelçisi’nin ikametgahı hem de Tarabya Kültür Akademisi olarak kullanılıyor. Burada sanatçılar için yedi dairemiz, atölyeler ve etkinlik alanlarımız bulunuyor. Her yıl düzenlediğimiz büyük festivaller ve şehir genelindeki etkinlikler aracılığıyla çalışmaları kamuoyuna tanıtıyoruz.  

Kumru Yaren Cengiz: Tarabya Kültür Akademisi’nin kuruluş hikâyesini ve misyonunu öğrenmek isteriz.  


Lena Alpozan: Akademi, 2011 yılında Alman Parlamentosu tarafından kuruldu. Almanya ile Türkiye arasındaki güçlü tarihsel bağları, kültür ve sanat aracılığıyla pekiştirmek amacıyla kurulan bir yapı. 1961 yıllarında ki ülke arasında “misafir işçi” anlaşmalarıyla başlayan yoğun bir etkileşim söz konusu. Ancak bu ilişkinin temelleri Osmanlı İmparatorluğu dönemine kadar uzanıyor. Akademi, bu köklü ilişkiyi yalnızca siyasi düzeyde değil, kültürel bir bağlamda da sürdürülebilir kılmayı hedefliyor.  

Bu bağlamda, diğer sanatsal programlardan farklı olarak, akademi sanatçılara dört aylık bir konaklama ve çalışma imkânı sunuyor. Bu süre, sanatçıların Türkiye’yi daha derinlemesine tanımalarını ve yerel sanat camiasıyla kalıcı bağlar kurmalarını sağlıyor. Sanatçılar, burada bir burs alarak, ekonomik kaygılardan uzak bir şekilde sanatsal üretimlerine odaklanabiliyor. Üstelik, bu süreçte herhangi bir üretim zorunluluğu olmaksızın çalışmaları teşvik ediliyor. Sanatçılara üzerlerinde baskı hissetmeden, yaratıcılıklarını özgürce ortaya koyabilecekleri bir ortam sunuyoruz.  

Bu model, üretkenlik açısından oldukça etkili oluyor. Sanatçılar huzurlu bir çalışma ortamında destekleniyor ve Almanya ile Türkiye arasında sanatsal bir köprü kurulmasına katkıda bulunuyor. Akademinin temel amacı, bu iki ülkenin kültürlerarası ilişkilerini sanat yoluyla güçlendirmek ve sanatçılara sürdürülebilir bir destek sağlamak olarak özetlenebilir.  

Kumru Yaren Cengiz: Üretim baskısı olmaksızın sanatçılara bu desteği sağlamak nasıl bir deneyim sunuyor? Sürecin sağlıklı yönetilmesi ve doğru sanatçı seçimleri nasıl gerçekleştiriliyor? Negatif sonuçlarla karşılaştığınız durumlar oluyor mu?  

Lena Alpozan: Bu çok önemli bir konu ve dengeli bir yaklaşım gerektiriyor. Geçtiğimiz hafta 2025-2026 dönemi için açık çağrımızı yaptık. Almanya’dan sanatçılar 31 Aralık tarihine kadar başvuru yapabiliyor. Bu burslara başvurabilmek için illa Alman vatandaşı olmak gerekmiyor, Almanya’da ikamet etmek yeterli. Öne çıkan bir başka unsur ise başvuruların spesifik bir proje yerine genel bir motivasyon üzerine yapılması. Bu, üretim baskısını ortadan kaldırıyor ve sanatçıların yaratıcılıklarını özgürce ifade etmelerine olanak tanıyor.  

Ayrıca başka bir bursumuz daha var: Almanya’dan ve Türkiye’den iki sanatçının ortak motivasyonla başvurabileceği bir Ortak Üretim bursu. Türkiye-Almanya Ortak Üretim Bursları, Allianz Foundation iş birliği ile gerçekleşiyor. Ortak üretim burslarına hak kazanan sanatçı ikililerinin her bir ortağı, ortak sanatsal projelerini gerçekleştirebilmek için aylık nakit burs ödeneği de alıyor tabi ki. 

Başvurular geldikten sonra süreç birkaç aşamada ilerliyor. Tüm sürecin başında Almanya ve Türkiye’den, disiplinlerinde uzman bağımsız danışman, puanlama yöntemiyle bir sıralama yapıyor. Sonra bağımsız Jüri, danışmanların bağlayıcı olmayan bu sıralamasını kullanarak bursiyerleri seçiyor. Bu jüri, Almanya Parlamentosu tarafından atanan ve Dışişleri Bakanlığı gibi çeşitli kurumlardan temsilciler içeren bir yönetim kurulunun belirlediği kişilerden oluşuyor. Jüri üyeleri iki yıl boyunca görev yapıyor ve başvuruları bu süre zarfında değerlendiriyor.

Sanatçılar Tarabya’ya geldiklerinde, baskı hissetmeden çalışabilmeleri için kapsamlı bir destek sağlıyoruz. Her sanatçıyla birebir toplantılar yaparak ihtiyaçlarını, çalışma yöntemlerini ve hedeflerini anlamaya çalışıyoruz. Creative Talks etkinliklerimiz bu noktada önemli bir rol oynuyor. Bu etkinlikler sayesinde sanatçılar, araştırmacılar, akademisyenler ve diğer yaratıcı profesyonellerle bir araya geliyor ve geniş bir network oluşturuyor.  

Eski konuk sanatçılarımızla bağımızı sürdürmek de bizim için çok önemli. Alumni-Fonds gibi programlarla, projelerine devam etmeleri için çeşitli fonlar sunuyoruz. Örneğin, Almanya’da yayımlanmış ve burada da yayınevi bulmuş kitapların çevirisi konusunda destek sağladık. Veya sanatçılar Türkiye’de tanıştıkları ortaklarıyla daha fazla iş birliği yapmak istediklerinde de araştırma fonları sunuyoruz.  

Kumru Yaren Cengiz: Peki, başvuru sırasında sunduğu fikirden ya da motivasyondan vazgeçen veya başka bir üretime kayan sanatçılarla karşılaşıyor musunuz?  

Lena Alpozan: Elbette. Başvurular, genellikle bir ila iki yıl önceden yapılıyor ve bu süre zarfında sanatçıların motivasyonları veya fikirleri değişebiliyor. Önemli olan, başvuruda sundukları ana fikrin hâlâ geçerli olması ve sanatçının genel niteliğinin bu projeye uygunluğunu korumasıdır. Sanatçıların portfolyolarını ve geçmiş çalışmalarını çok önem taşıyor. Buraya geldiklerinde, karşılaştıkları yeni deneyimler ve kurdukları bağlantılar sayesinde yön değiştiren projeler oluyor. Bu tür esneklik, yaratıcılığın doğal bir parçası ve genellikle çok değerli sonuçlar doğuruyor.   

Kumru Yaren Cengiz: Türkiye’de yaşayan bir sanatçı olarak bu süreçte nasıl bir yol izlenebilir? Almanya ayağı şart gibi görünüyor. Türkiye’den başvuran sanatçılar için ne tür kriterler gerekiyor?  

Lena Alpozan:  Türkiye’den başvuran sanatçılar için en önemli kriter, Almanya’dan bir sanatçı ortağı ile başvuruda bulunmalarıdır. Ancak, böyle bir bağlantısı olmayan sanatçılar için de eşleştirme sistemi geliştirdik. Yakında bu konuda bir duyuru yapacağız. Sanatçılar biyografilerini ve çalışmalarını bize iletebilirler; böylece Almanya ve Türkiye’den eşleşebilecek sanatçıları bir araya getirebiliriz.  

Türkiye’den başvuracak sanatçılar için belli başlı koşullar var. Üniversite mezunu olmaları ve sanat alanında daha önce üretim yapmış, tanınmış bir sanatçı olmaları gerekiyor. Disiplinler arası çalışmalara açık olmamız sayesinde her alandan sanatçıya fırsat sunabiliyoruz. Ancak, başvurularda en çok dikkat ettiğimiz nokta, sanatçıların bize sundukları motivasyon mektubu. Neden bu programa katılmak istiyorlar? Almanya ile Türkiye arasındaki bağlamda bu motivasyon nasıl bir anlam taşıyor? Bu sorulara net ve güçlü cevaplar bekliyor jüri.  

Kumru Yaren Cengiz: Bahsettiğiniz sanatçı eşleştirme ağı gerçekten önemli bir adım. Bu ağ aracılığıyla çok farklı ve ilginç projeler ortaya çıkabileceğini düşünüyorum.

Lena Alpozan: Evet, gerçekten de bu yönüyle önemli bir fırsat sağlıyor. Farklı sanat disiplinlerinden gelen sanatçıları bir araya getirerek, yeni işbirliklerinin önünü açmak istiyoruz. Bu ağın daha verimli olabilmesi için üzerine çalışmalar yapmaya devam ediyoruz.

Kumru Yaren Cengiz: Türkiye’den seçilen sanatçılar için rezidansta fiziksel olarak kalma zorunluluğu bulunmuyor, değil mi? Zaten sınırlı bir alandan söz ediyorsunuz.

Lena Alpozan: Evet, doğru. İstanbul dışında yaşayan sanatçılarımız için konaklama desteği veriyoruz, burs imkânı sağlıyoruz. Tandem için seçilmiş sanatçılarımız burada bulunmasalar da tüm etkinliklerimize, haftalık buluşmalarımıza ve networking etkinliklerimize katılabiliyorlar. Aynı zamanda atölyelerimizi de kullanma fırsatları var. 

Kumru Yaren Cengiz: Yaratım süreçlerini kolaylaştırmayı hedefleyen bir politika güttüğünüzü söylüyorsunuz. Yani sanatçılara, ihtiyaç duydukları alanları sunarak onların üretim süreçlerini destekliyorsunuz.

Lena Alpozan: Kesinlikle. Her sanatçının ihtiyaçları farklıdır. Örneğin, bazı yazarlar yalnız çalışmak isterken, bazıları sosyal bir ortamda yaratmayı tercih edebiliyor. Biz de her sanatçının yaratım sürecine uygun bir çalışma alanı ve ortamı sağlamayı amaçlıyoruz. Ayrıca, özellikle çocuklu olan sanatçılar için ve çocuklarını tek başına büyütenler gibi durumlarda ailelerinin de burada olmasına olanak tanıyoruz. Bu sürecin zorluklarını göz önünde bulundurarak, 4 ay boyunca çocukların eğitimi desteği ve partnerlerinin katılımı için gerekli desteği sağlıyoruz.

Kumru Yaren Cengiz: Yaz aylarında düzenlediğiniz festival ve haftalık etkinlikleriniz hakkında biraz daha detaylı bilgi verebilir misiniz?


Lena Alpozan: Yaz festivali her yıl düzenlediğimiz büyük bir etkinlik. Festival genellikle haziran ayında, yaz başlamadan önce gerçekleşiyor. 20’e yakın bir sanatçı seçkisini bir araya getiriyoruz. Buradaki 1000’e yakın misafirler genellikle davetli, çünkü Büyükelçilik arazisinde yer aldığımız için davetiye üzerine katılım gerçekleşiyor. Ancak her yıl daha fazla kişiye ulaşabilmek için çaba gösteriyoruz. Festivalde farklı disiplinlerden sanatçıların eserleri sergileniyor. Geçen yıl örneğin, Mehtap Baydu’nun heykel çalışmaları ve performansları yer aldı. Ayrıca, Hans Lüdemann ve Burcu Karadağ’ın konseri de festivalde sergilenen projeler arasında yer aldı. Bu tür etkinlikler, sanatçıların üretim süreçlerini ve yeni projelerini izleyicilere tanıtma fırsatı sunuyor.

Kumru Yaren Cengiz: Her Salı düzenlediğiniz buluşmaların içeriği nasıl şekilleniyor?

Lena Alpozan: Her Salı, burada konuk sanatçılarımızla bir araya geliyoruz. Ayrıca, sanatçılarımızın çalıştıkları temalar benzer olduğunda, onları şehre götürüp konuyla ilgili önemli kurumlarla buluşturuyoruz. Örneğin, hafıza teması üzerine çalışan sanatçılarla Hafıza Merkezi gibi yerlerde buluşmalar yapıyoruz. Bu buluşmalar, hem sanatçılar arasında fikir alışverişine hem de onların projelerinin gelişimine katkı sağlıyor. Ayrıca, haftalık olarak sanatçılarımızın çalışmalarını sundukları bir platform yaratıyoruz, bu da sanatçılar arasında sinerji yaratabiliyor. Örneğin, edebiyatçı ve müzisyen olan iki sanatçımız şu anda ortak bir proje üzerinde çalışıyorlar.

Kumru Yaren Cengiz: Sanatçılara yaratıcı özgürlük tanıdığınızı ve sanatın her disiplinine açık olduğunuzu belirttiniz. Peki, başvuru sürecinde sanatçının seçim şansını artıran etkenler nelerdir? Hangi motivasyonlar ön plana çıkıyor?

Lena Alpozan: Seçim sürecinde, jürimiz sanatçının portföyüne dikkatle bakar ve bu portföyün Tarabya Kültür Akademisi'ne uygun olup olmadığını değerlendirir. Sanatçının motivasyonu, özgünlüğü ve yaratıcı yaklaşımı büyük önem taşır. Ünlü olmanın ya da geçmişteki başarıların tek başına yeterli değildir. Sanatın güncel dünyadaki yerini ve çağdaş sanatın dinamiklerini yansıtan bir motivasyon, jüriyi etkileyebilecek en önemli faktördür. Bu süreçte, sanatçının çağdaş sanat ve toplumsal dinamiklerle kurduğu ilişkiyi görmek bizim için büyük bir değer taşıyor.

Kumru Yaren Cengiz: Bugüne kadar üretilen ya da ilham verdiğiniz projeler arasında sizin için özel bir yeri olan sanatçı ya da eserler var mı?

Lena Alpozan: Gerçekten herkes birbirinden değerli ve önemli, bu yüzden kimseyi unutmak istemiyorum. Mesela Jan Ralske, bir film yapımcısı, Boğaz’da bir film çekmişti. Nazım Hikmet'in Rusya'ya kaçmak için buradan gemiye binmesiyle ilgili bir proje yapmıştı, çok etkileyici bir işti. Bu filmi Berlin’de bir müzede de gösterdik. Yine çok anlamlı bir projeydi, sessiz bir iş olmasına rağmen büyük bir etki yarattı. Ayrıca, Steffi Niederzoll’un başka bir sanatçıyla burada başladığı bir projeden sonra, kendi başına başvurduğu ve kazandığı bir projeyi de çok takdir ediyorum. Burada yaptığı araştırmalar ve tanıştığı kişilerle harika bir film ortaya koydu, şu anda bu film dünyayı dolaşıyor ve bir sürü ödül alıyor. Film, özellikle kadınlar için çok önemli bir konuya değiniyor. Adı Tahran’da Yedi Kış ve gerçekten çok önemli bir yapım. 

Kumru Yaren Cengiz: Jüri üyelerinin nitelikleri ve hangi alanlarda çalıştıkları hakkında biraz bilgi verir misiniz?

Lena Alpozan: Jüri üyelerimiz gizli değil, isimleri web sitemizde yer alıyor. Türkiye ile bir bağlantılarının olması, burada geçmişte çalışmalar yapmış olmaları, Türkiye’deki sanatçıları ve sanat dünyasını yakından takip etmeleri, jürimizin önemli niteliklerinden. Bu sayede sanatı ve kültürü çok daha derinlemesine anlayabiliyorlar ve değerlendirmelerde oldukça kapsamlı bir perspektife sahipler.

Kumru Yaren Cengiz: Peki, başvuracak sanatçılara ne gibi önerilerde bulunabilirsiniz?

Lena Alpozan: En önemli faktör iyi hazırlanmış bir portfolyo ve güçlü bir motivasyon. Başvuru süreci, titizlikle hazırlanmış bir portfolyo ile çok daha etkili olur. Gerçekten üzerinde düşünülmüş, özenle hazırlanmış bir başvuru, başvuran sanatçının işlerine duyduğu saygıyı ve ciddiyeti gösterir. Bu yüzden sanatçılara başvurularını son dakikaya bırakmamalarını, süreç boyunca portföylerini dikkatle oluşturmalarını tavsiye ederim.

Kumru Yaren Cengiz: Röportajın sonunda, başvuru süreci hakkında son bir hatırlatma yapmak gerekirse, başvurular ne zamana kadar yapılabilir?

Lena Alpozan: Açık Çağrı süreci başladı ve 31 Aralık’a kadar devam ediyor. Şu anda herkes başvuru yapabilir. Ancak partner bulamayanlar için çalıştığımız konular da var. Bu hafta, pazartesiye kadar Instagram ve web sitemiz üzerinden bu konuyla ilgili duyuruları paylaşacağız. Başvuru linkine web sitemizden ulaşabilirsiniz ve tüm belgeleri de oradan temin edebilirsiniz. Sorularınız için info adresimiz üzerinden bizimle iletişime geçebilirsiniz. Çok önemli sanatçılar başvuruyor, ancak maalesef herkes seçilemiyor, çünkü yerler çok kısıtlı. Bu yüzden başvuruların cesaret kırmadan devam etmesi gerektiğini vurgulamak isterim. Gelecek yıl da başvurularda bulunun, çünkü her yıl yeni fırsatlar doğuyor.

Kumru Yaren Cengiz: Bu keyifli sohbet ve verdiğiniz değerli bilgiler için teşekkür ederiz.  

Lena Alpozan: Ben teşekkür ederim. Tarabya Kültür Akademisi’nin kapıları, sanatı ve kültürü birleştiren sanatçılara açık tutuyoruz.


Devamını Oku

04 Aralık, 2024

Alkışlamanın Etimolojisi ve Şakşakçılar

Alkışlamanın Etimolojisi ve Şakşakçılar

Hakkı Yüksel  |  Ed. Seda İstifciel

Neden alkışlarız? Türk Dil Kurumunun “iki eli birbirine vurarak çıkan ses” olarak tanımladığı alkış, bizim ne işimize yarayacaktır? Aslında yazıma daha kadim ve beylik bir soru olan “İnsanoğlu ne ister?” ile başlayacaktım. Tüm bu soruları birleştirerek tartışmayı derinleştirmek daha yerinde olacak: İnsanoğlu alkışlayarak ne olmasını ister?

Bir arzunun dışavurumu olarak değerlendirilebilecek alkış, aslında arzuladığımız bir şey için ürettiğimiz eylemdir. Çok basit bir eylemmiş gibi gözükse de aslında psikolojik, sosyal ve kültürel boyutlarıyla karmaşık bir iletişim biçimidir. Bizi bu eyleme iten istekleri kabaca üç başlıkta toparlayabiliriz: 

Alkışlarız, çünkü estetik bir performansı ya da çaba gerektiren bir hareketi takdir etmek isteriz. Alkış, bu isteği karşılayan modern bir eylem olarak kabul görür. Zaman zaman da bunun tam tersi bir niyetle bir başarısızlığa veya yanlışa karşı ironi ve eleştirinin fiziksel göstergesi olarak alkışlarız. Takdir veya olumsuz fikirlerimizi belli etme isteğiyle gerçekleştirdiğimiz alkış eylemi bu anlamıyla evrensel bir tepkidir. 

Alkışlarız, çünkü kıyısından izlediğimiz bir gösterinin pasif katılımcıları olmak isteriz. Guy Debord, Gösteri Toplumu adlı kitabında modern kapitalist toplumlarda yaşamın bir gösteri olarak ele alındığından bahseder. Debord’a göre gösteri, kapitalist üretim biçiminin ve tüketim kültürünün bir sonucu olarak, gerçek yaşamın yerini alan bir imajlar dünyasıdır. İnsanlar gerçekler yerine imajlarla bağ kurar ve gerçeğe karşı olan bu yabancılaşma kapitalizmin devamlılığı için gereklidir. Çünkü kapitalist sistemde her şey bir metadır. Gösteri bu metaları parlatarak sunar. İktidar, gösteriyi kullanarak alımlayıcıyı manipüle eder, onları aktif katılımın dışına iterek pasifleştirir. Gösteriyi alkışlamak bizde, bizim de bu gösterinin aktif bir parçası olduğumuz yanılgısını yaratır ve bu yanılgıyla sadece destekleyen, sınırları çizilmiş tepkiler gösteren, bu tepkileri gösterdiği için kendini özgür sanan, sorgulamayan bireylere dönüşürüz. Bu bireyler hem gösterinin sorumluluğunu üzerine almaz hem de “alkışlarıyla” gösterinin dışında kalmadığını kendine ve çevresindekilere kanıtlama arzusu duyar. 

Alkışlama eylemimizin sonuncu ve en trajik sebebi olarak da şunu gösterebiliriz: Alkışlarız, çünkü başkaları da alkışlıyordur. Ne demektir bu? Hiç düşündünüz mü; gerçekten güzel kahve içme isteğiyle mi Starbucks’tan alıyoruz kahvemizi? Ya da piyasadaki en iyi telefon diye mi iPhone kullanıyoruz? Ünlü kuramcı Rene Girard’a göre, arzu doğrudan bireyin içsel ihtiyaçlarından veya isteklerinden kaynaklanmaz; aksine bireylerin arzuları, başkalarının ne arzu ettiğine dayanarak şekillenir. Girard bu görüşünün üzerine geliştirdiği “mimetik arzu” adında bir kavramdan bahseder. Buna göre insanlar, yalnızca bir şeyin kendisine sahip olmayı istemekle kalmaz, aynı zamanda bu şeyi başkalarının arzu ettiğini gördüklerinde, bu arzu kendiliğinden daha güçlü hâle gelir. Başka bir deyişle, biz sadece sahip olmak istediğimiz bir şeyin değerini görmekle kalmayız, başkalarının da onu arzuladığını fark edince bu değer artar. Yani gerçekte Starbucks kahvesi veya iPhone istemiyor; “kahvesini Starbucks’tan içen ve iPhone kullanan insan” imajını arzuladığımız için bunu yapıyoruz. Bu imajı da toplum belirliyor. Toplumun imajlarına sahip çıkmak bizi yalnızlaşmaktan da koruyor. Bu yüzden toplumun beğendiklerini beğeniyor, toplumun alkışladıklarını alkışlıyoruz. Hele bireyselleşme konusunda problemleri olan ve cemaat kültürü gelişmiş bizim gibi toplumlarda bir kümenin parçası olmak çok daha önemli olduğundan o küme insanlarının arzularını taklit etmeye daha eğilimli oluyoruz. 


Orijinal adı La Claque olan “Şakşakçılar” adlı oyun, alkışlamak üzerine tartışmaya çalıştığım meseleyi eğlenceli ve interaktif bir şekilde irdeliyor. Fransız yazar Fred Radix’nin kaleme aldığı, Çağlar Çorumlu’nun yönettiği ve başrolünde olduğu Şakşakçılar, Gülce Ünlü’nün çevirisi, Emrah Eren’in proje danışmanlığıyla TiyatrOPS tarafından sahnelenmekte. Oyun boş bir sahneye verilen bir dış sesle başlıyor. Bu dış ses bize “şakşakçılık mesleği” hakkında ilginç bir tarihî anekdottan bahsediyor: Fransa’da İmparator Neron’un söylevleri sırasında onu onaylamak ve dinleyicileri coşturmak için seyircilerin arasına karışan paralı şakşakçılar, 19. yüzyılda kurumsallaşarak tiyatro salonlarına girmiş ve faaliyetlerine devam etmiş. Birçok oyun da bu şakşakçılar sayesinde başarıya kavuşmuş. Yani yukarıda irdelediğim “Neden alkışlarız?” sorusunun 19. yüzyıl Fransa’sında bir cevabı daha varmış. “Para kazanmak için…”

Ünlü Şakşakçı Şefi Auguste Levasseur “Balık Kartalı’nın Serüveni” adlı müzikal trajedinin açılış gecesine iki saat kala paralı şakşakçı ekibi tarafından terk edilir. Oyun bu krizle başlar. Yardımcısı Dugommier’nin sağdan soldan bulduğu acemi şakşakçılar (oyunun gerçek seyircileri) ile beş perdelik, kırk sahne değişiminden oluşan büyük yapımın prömiyerine iki saat kala prova yapmak zorunda kalırlar. Dugommier’nin müzisyen kız kardeşi Fauvette’in de katılmasıyla şenlenen bu canhıraş provayla akşamki temsilin alkış düzenini kurtarma telaşı içindedirler. 

Oyunda, metnin kurgusu ve oyuncuların başarısıyla salondaki izleyiciler arasında büyük bir topluluk hissi oluşturuluyor. Seyirciyle kurulan diyalog, seyircinin fiziksel olarak hareket ettirilmesi, zaman zaman oyuncu ve seyirci arasında yapılan küçük eğlenceli atışmalarla izleyiciler de sahnedeki üç kişilik oyuncu kadrosuna bir dördüncü olarak dahil ediliyor. Oyundaki bu interaktif etki oyunun hayli eğlenceli geçmesine olanak sağlıyor. Çağlar Çorumlu başta olmak üzere, Erkan Baylav ve Albina Özden’in başarılı mizansenleri alımlayıcıyı hemen yakalıyor. Bir Fransız oyunu olması sebebiyle oyunun komik unsurlarından biri dil üzerinden çalıştırılıyor ve seyircide karşılık buluyor. 

Metinde bir aciliyet ve risk faktörü bulunmasına rağmen oyunun sonlarına doğru ufak dikkat dağılmaları yaşanabilmekte. Ama bu durumun sorumlusu zayıf bir çatışma üzerine kurulmuş metnin kendisi. Hatta bu kadar güzel uyarlanmamış ve böyle iyi oyuncular tarafından sahnelenmemiş olsaydı oyunun haddinden fazla sıkıcı olabileceğini düşünüyorum. Evet, metin parlak bir fikir üzerine yazılmış. Ancak bu parlak fikre öyle tutulmuş ki kendi yapısını, olay örgüsünü gerektiği gibi derinleştirip zenginleştirememiş. Uyarlama sırasında metne eklenen güncel ve politik mizah, oyuncuların başından sonuna kadar düşürmedikleri yüksek enerjileri seyirciyi oyun sonuna kadar diri tutabiliyor.


Oyunda son derece yalın bir dekor kullanımı var. İnce bir tül perdenin arkası ve önü birtakım ışıklandırmalarla işlevsellik kazandırılmış ve sahnede bir derinlik yaratılmış. Oyunun en önemli ögelerinden biri de müzik. Oyun için bestelenen, Spotify’da yazarın adını aratıp ulaşabileceğiniz özgün müziklere güzel Türkçe sözler yazılmış. Oyuncular başarılı oyunculuklarının yanı sıra enstrüman çalma, şarkı söyleme ve dans etme konusunda da gayet iyi bir iş çıkarıyorlar. Doksan dakikalık ve tek perdelik oyun böylece müzikli, seyirci katılımlı ve yerinde mizah dozuyla enerjisi yüksek bir şekilde sahneleniyor.

Oyunun politik söylemi düşündürücü ve özellikle günümüz konjonktüründe tartışılıyor olması hayli yerinde. Yöneten- yönetilen ilişkisi, alkışın iktidar tarafından manipülasyon aracı olarak kullanılması, sanatta eleştirinin boyutları ve algıların nasıl çarpıtılabildiği, kadının tiyatrodaki yeri üzerine tartışmalar açan oyun, eğlendirirken düşündürmeyi de başarıyor. Alkışın anlamını tartışmaya ve izleyiciyi bu eylemin ardındaki motivasyonları sorgulamaya davet ediyor. Salondan seyirci koltuklarında hangimiz gerçek seyirci, hangimiz profesyonel bir şakşakçıydı, bilmeden ayrılıyoruz. 

Metnin gevşek yapısından dolayı sonlarına doğru seyirci için biraz dikkat dağınıklığı yaratsa da bir muktedirin manipülasyon aracının ifşalandığı, oyuncuların yüksek enerjisi ve başarılı performanslarıyla süslediği müzikli, eğlenceli ve interaktif bu oyunu izleyip “alkışlamak” üzerine düşünmekte fayda var. Belki de alkışlamak, iki elle yapılacak basit bir iş değil de iki kez düşünüp kalkışılacak karmaşık bir eylemdir. Neyi ve niye alkışlıyoruz? Alkışlamadan düşününüz.


(Not: Fotoğraflar biletinial.com adlı sitenin Şakşakçılar oyunu sayfasından alınmıştır.)

Devamını Oku

02 Aralık, 2024

Sanatla Yansıyan Bellek: Şehir, Kadın ve Günah

Sanatla Yansıyan Bellek: Şehir, Kadın ve Günah

Eda Çamlı  |  Ed. Seda İstifciel

Haftalık Sanat Haberleri (2 Aralık-9 Aralık) :

All The Good Memories Are Stored

Ramazan Can ve Cem Sonel’in bireysel ve ortak üretimlerini bir araya getiren All The Good Memories Are Stored sergisi, 12 Ocak 2025’e kadar Anna Laudel İstanbul’da sanatseverlerle buluşuyor. Bu çarpıcı sergi, modern dünyanın işleyişi içinde bellek ve zaman kavramlarını, dokuma ve dijital sanatın kesişiminde sorguluyor.

Sanatçılar, geçmiş üretimlerinin devamı niteliğindeki eserlerinde, geleneksel motifleri çağdaş bir estetikle yorumluyor. Ramazan Can’ın dokuma halılarına özgü atkı ve çözgü dokuları, Cem Sonel’in binary kod yazılımından beslenen dijital led panelleriyle iç içe geçerek, kolektif bellek üzerine güçlü bir anlatı sunuyor. Sergide, halıların dokusal imgeleri ile dijital ekranların piksel tabanlı görüntüleri arasında kurulan bağ, geçmişin izlerini geleceğe taşıyan bir estetik oluşturuyor.

Sanatçıların bu sergiyle öne çıkardıkları kolektif hafıza, bireysel anılar ve geçmişin ortak bilgisinden besleniyor. Geçmiş ve geleceği çağdaş bir bağlamda buluşturan eserler, Andreas Huyssen’in belleğin zamansal statüsüne dair teorilerine de atıfta bulunuyor. Geçtiğimiz yıl Almanya’da düzenlenen Art Cologne sanat fuarında sergilenen iki eserin yanı sıra, Anna Laudel İstanbul’daki bu sergide sanatçılar toplam 20 yeni üretimlerini de izleyicilerin beğenisine sunuyor.

Ramazan Can ve Cem Sonel’in üretimlerini deneyimlemek ve belleğin dokusal haritasını keşfetmek için bu yenilikçi sergiyi kaçırmayın. All The Good Memories Are Stored sergisi, 12 Ocak’a kadar Anna Laudel İstanbul’da ziyaret edilebilir.


*Görsel, Anna Laudel İstanbul resmi web sitesinden alınmıştır.

Ara Güler’in İstanbul’u:

Ara Güler’in 18 yaşındayken kaleme aldığı “İstanbul’da Sabah” yazısından esinlenen ve şehrin geceden gündüze dönüşümünü gözler önüne seren “İstanbul Uyanıyor” başlıklı sergi, Ara Güler Müzesi’nde sanatseverlerle buluşuyor. Sergi, 4 Mayıs 2025 tarihine kadar ziyaret edilebilecek.

Bu seçkide, Ara Güler’in Beyoğlu’ndaki Güler Apartmanı’nda yer alan karanlık odasında ürettiği baskılar, fotoğraf makineleri, agrandizör gibi ekipmanlar ve arşivden seçilmiş efemeralar sergileniyor. Sultanahmet’ten Arnavutköy’e, Taksim’den Polonezköy’e kadar İstanbul’un pek çok farklı köşesinden karelerin yer aldığı sergideki fotoğrafların yarısı, ilk kez izleyicilerin karşısına çıkıyor.

“İstanbul Uyanıyor” sergisi, şehrin geceden sabaha dönüşümünü ve bu geçiş sürecindeki sessizliğin büyüleyici anlarını ustalıkla yakalıyor. İstanbul’un tanıdık siluetlerinin ötesinde, gecenin sabaha bağlandığı o eşsiz anları sunan bu kareler, ziyaretçilere yalnızca şehri değil, aynı zamanda İstanbul’un ruhunu ve sakinlerinin içsel yolculuklarını da keşfetme fırsatı tanıyor.

Ara Güler’in zamansız fotoğraflarından oluşan bu koleksiyon, hem nostaljik hem de şiirsel bir anlatımla İstanbul’un günlük yaşamını ve büyüleyici atmosferini yeniden yorumluyor. Sergi, hem İstanbul’u yakından tanımak isteyenlere hem de Ara Güler’in sanatıyla yeniden buluşmak isteyenlere unutulmaz bir deneyim vadediyor.


*Görsel, Ara Güler Müzesi resmi Instagram sayfasından alınmıştır.

Yedi Ölümcül Günah

Gözde Baykara’nın son dönem resimlerini bir araya getiren "Yedi Ölümcül Günah" adlı sergisi, MERKUR Galeri’de sanatseverlerle buluşuyor. 14 Aralık’a kadar ziyaret edilebilecek sergi, Hristiyanlıkta lanetlenen yedi ölümcül günahı—kibir, açgözlülük, öfke, kıskançlık, şehvet, oburluk ve tembellik—birer kavramsal çıkış noktası olarak ele alıyor.

Baykara’nın üretimleri, toplumsal cinsiyet kimliklerini ve kadın olgusunun farklı temsillerini sorguluyor. Sanatçı, kadın figürünü yalnızca bir seyir nesnesi ya da erkek dünyasına hizmet eden bir karakter olarak değil; femme fatale ile külkedisi arasında gidip gelen, çağdaş mitolojiden beslenen düşsel bir masal kahramanı olarak yeniden tanımlıyor.

Sergi, kadın kimliğini eril dünyanın dayattığı sınırların ötesinde, günah ve masumiyet ikiliğinde keşfe çıkarken, izleyicilere çağdaş bir mitolojik atmosfer sunuyor. Eserlerde hem bireysel hem toplumsal açmazlara dair eleştirel bir bakışla, günümüz dünyasındaki kadın olgusunun çok yönlü bir analizi yer alıyor.


Devamını Oku

29 Kasım, 2024

Elif Eda ile Sinema Üzerine

Elif Eda ile Sinema Üzerine

Kumru Yaren Cengiz  |  Ed. Seda İstifciel

Yönetmen, senarist, yazar Elif Eda ile sinema, hayat, sektör zorlukları üzerine bir sohbet gerçekleştirdik. Disiplinlerarası çalışmalarıyla ve hem hayata hem işlerine dair bakış açısındaki farklılıklarla dikkat çeken Elif Eda’nın neler yaptığını konuşma fırsatımız oldu. Öcüler, Boşluk, Jülide, Pasajlar, Süt Çiftliği projelerini ve hali hazırda TRT 2’de sunmakta olduğu olduğu Sinema+ programının nasıl gittiğini konuştuk. Keyifli okumalar dilerim. 

Kumru Yaren Cengiz: Zaten bir süredir tanışıyoruz; özellikle sosyal medya üzerinden. Uzun uzun sohbetimiz olmadı ama birbirimizi görüyor, neler yaptığımızı takip ediyoruz. Seni ilk olarak "Boşluk" filmiyle tanımıştım. Boğaziçi Film Festivali'ydi sanırım, pandemi öncesiydi. Orada izledikten sonra seni takip etmeye başladım. Sonrasında diğer işlerini de gördüm. Neler yaptığını az çok biliyorum ama senden duymak istiyorum. Eğitimini, kendini nasıl tanımladığını anlatır mısın?

Elif Eda: Ben lisans eğitimimde psikoloji ve sosyoloji okudum. Sonrasında yüksek lisansımı bilişsel psikoloji alanında yaptım. Daha sonra evlendim ve bir yıl kadar burada kaldıktan sonra Amerika’ya gidip sinema okumaya karar verdim. En sonunda NYU (New York Üniversitesi) Tisch School of Arts’a kabul aldım. Orada yaklaşık 5 yıl süren bir MFA sürecim oldu. Mezuniyet tezim için uzun metraj bir senaryo yazarak programı tamamladım. O esnada anne oldum, bir kızım oldu. Türkiye’ye döndüğümde kızım bir buçuk yaşındaydı.

Türkiye’ye dönmek benim için zor bir süreç oldu. NYU’da okurken bir sinema çevresi edinmiştim ve okulun yakınında olmak pek çok imkân sağlıyordu. Ancak buraya döndüğümde işler pek istediğim gibi gitmedi. Döner dönmez senaryo yazım dersleri vermeye başladım ve bu süreç yaklaşık 10 yıldır devam ediyor.

İlk projem “Öcüler” oldu, bir YouTube dizisiydi. O zamanlar “Adana Sıfır Bir” varmış, haberdar değildim ama genel olarak başka böyle işler pek yoktu. Proje iyi gidiyordu ama kişisel olarak zor bir dönemden geçiyordum. Uzun yıllardır mücadele ettiğim depresyonum ağırlaştı. Belki farkında olmadığımız bir postpartum depresyon da etkili olmuş olabilir. Evlilik sürecim de pek yolunda gitmiyordu. Bu yüzden “Öcüler”e devam edemedim ama senaryo dersleri vermeyi hiç bırakmadım. Bu dersler, hayatla bağımı koparmamı engelleyen şeylerden biri oldu. Öğrencilerimi hep çok sevdim ve eğitmenliği de severek yaptım.

Boşanma sürecinde “Boşluk” filmini çektim. Bu film beni yeniden hayata bağladı. Film, birçok festivalde gösterildi ve güzel geri dönüşler aldım. Pandemi öncesinde Türkiye’deki ilk VR (virtual reality) video art işlerinden birini yaptım ama pandemi patlayınca proje pek ses getiremedi, mâlum VR gözlük hijyen kurallarını zorlayan bir şey. Pandemiden sonra “Jülide”yi çektim ve o süreçte ilk uzun metraj senaryom olan “Süt Çiftliği” ile uğraşıyordum. Yaklaşık bir buçuk yıl önce de Süt Çiftliğinin çekimleri tamamlandı. Şimdi onun festival yolculuğunun başlamasını bekliyorum. 

Bu arada TRT 2’de “Sinema+” programını sunmaya başladım. Şimdilik böyle gidiyor. Kendimi nasıl tanımlıyorum diye sorarsan… Aslında tanımlayamıyorum. Sadece “varım” diyebiliyorum. Hayatın içindeyim ve devam ediyorum.

“Hayatın her alanında her bir yeni rolle mücadele eden biriyim” diyebilirim. Mesela ‘anne’ desem, zihnimde hemen başka bir şey beliriyor. Ben varım, kızım var ve anlamaya çalıştığım şeyler var. Yaşım 100 olmuş gibi hissediyorum ama hâlâ kendime bir tanım bulabilmiş değilim. Ne zaman bir tanım bulsam, onun bir şekilde yıkıldığını gördüm.

Pandemi öncesinde başörtülü bir kadındım. Karantina bittiğinde artık başımı örtmüyordum. Kendimi bu şekilde mi tanımlamalıyım? 

Kumru Yaren Cengiz:Açıkçası, bir tanım aramıyoruz bence. “Varım” diyebilmek, başlı başına dolu bir tanım gibi geliyor bana. Tercihlerimiz, o an neyi seçiyorsak, yanımızda aksesuar gibi geliyor. Hayatı anlamaya çalıştığım yerden bakınca, bu bana daha anlamlı geliyor.

Elif Eda: Özellikle Türkiye gibi politik olarak kafası karışık, fanatizme yakın ülkelerde bu tanımlar hep ayağımıza dolanıyor. 28 Şubat sürecinde gençliğimi başörtülü geçirdim. Kendimi anlamaya çalışmam gereken o dönemde, sürekli bana karşı duran ve beni anlamadığını hissettiğim insanlarla uğraşmak zorunda kaldım. Bu, tam bir zaman kaybıydı.

Şimdi ise, insanlar bana tanımlarla geldiğinde, sadece “Yok, ben öyle biri değilim. Ben sadece varım” diyebiliyorum. Baş edebildiğim kadar bununla baş ediyorum. Baş edemezlerse de “Sen bilirsin” deyip geçiyorum.

Kumru Yaren Cengiz: Çok güzel anlattın. Şimdi biraz işlerinden konuşmak istiyorum. Özellikle "Öcüler" üzerine. Dönemi için çok yenilikçi bir işti. Şimdi baktığımızda, benzer işler görüyoruz ama o zamanlar böyle bir şey yoktu. Belki de bu yüzden bu kadar ilgi gördü. “Öcüler’in devamı gelecek mi?” gibi sana sorulan sorular benim bile karşıma çıkıyordu. Seni bu projeye yönlendiren şey neydi? Öcüler nasıl doğdu, nasıl gelişti? Bu süreçte karşılaştığın zorluklar nelerdi?

Elif Eda: Yüksel Aksu’nun “Dondurmam Gaymak” filmindeki repliği hatırlıyorum: “Her şey bir cinnete bakar.” İşte “Öcüler” de benim için biraz böyleydi. Konuya gelirsek, “Öcüler” iki kadın karakterin, yani aslında iki “kaybeden” diyebileceğimiz başörtülü kadının absürt ama sıradan maceralarını anlatıyor. “Loser” diyoruz ama aslında hepimiz ortalama insanlarız. İzlemeyenler “loser” kelimesini daha farklı yorumlayabilir ama o kadar da basit değil.

Birincisi, dediğim gibi, ben 28 Şubat’ı başörtülü geçirmiş bir kadınım. Ta pandemi dönemine kadar, bundan üç yıl öncesine kadar başörtülüyüm. Ancak bu kimliğin tartışılma biçimini sevmiyorum. İnsanların üzerine yapıştırılan bu tür etiketlerden hoşlanmıyorum. Başörtülü kadınlar ne “melek” ne de “öcü”. İnsanlar arasında bu tür tek boyutlu yaklaşımları anlayamıyorum.

Ben psikoloji okudum, İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde burslu olarak eğitim aldım. O dönemde, hocalarımızın da olduğu bir ortamda, başörtülü kadınlar için “öcüler” diye bir ifade kullanılmıştı. Bunu yıllar sonra düşünürken dedim ki: “Neden bu ismi sahiplenmeyeyim ki?” Öcüysek öcüyüzdür. Bu fikirle, daha protest bir yerden yola çıkarak bir üretim yapmak istedim. Zaten o dönem işlerime de bu tavır yansıdı.

Hatta birinci bölüm, bir başörtülü kadının küfür etmesiyle başlıyordu ve bu çok büyük olay oldu. Muhafazakâr kesim arasında bu çok tartışıldı: “Başörtülü kadın küfreder mi?” Öteki taraftan, kendilerini nasıl tanımladıklarını bilmediğim bazı insanlar, “Siz absürt komedi mi yapıyorsunuz? Oralara mı geldiniz?” gibi yorumlar yaptı. Ancak aldığım bu tepkilerden, protest bir duruş sergilemiş olduğumu anlıyorum.

Fonlama konusunda gelirsek. O dönemde senaryo dersleri veriyordum, diyelim ki aylık 2.000 TL gibi bir gelir elde ediyordum. Toplamda 2.000 TL’ye iki bölüm çektim. Çok amatör bir işti, farkındasındır. Prodüksiyon anlamında bütçem çok sınırlıydı. Ama şanslıydım… Şu açıdan. Oyuncularım, profesyonel aktör ya da amatör fark etmeksizin, bu projeyi sevdikleri için tamamen gönüllü olarak çalıştılar. Görüntü yönetmenim Ayşenur, kendi ekipmanlarıyla projeyi destekledi. Kamera ekibi ve diğer arkadaşlar da aynı şekilde gönüllüydü. Ses ve ışık ekipmanlarını kiralamak gerektiğinde ise bir şekilde bütçeyi toparladım. Yani tüm ekip projeye gönülden bağlandı ve bu işin içinde yer aldı. Bu açıdan her biri projenin yatırımcı yapımcılarıydı. 

Bu amatörlük içinde, aslında bir yandan da sektörel çevreye karşı kendi protest duruşumu sergiledim. Türkiye’ye döndüğümde, yönetmen olmak isteyen bir kadın olarak bir çevreye dahil olabilmek çok zordu. Yazdığım bir senaryoyu yönetmek istediğimi söylediğimde, bir yapımcı “Ha bi de yönetecek misin?” diye böyle garabet bir tepki vermişti. Kadın olmam ve bu sektörde kimlik politikalarının etkisiyle, sürekli kendimi kanıtlamam gerekti. Ama bunu başkalarının desteğini beklemeden, kendimce bir alan yaratarak yapmayı tercih ettim.

İlk iki bölümün kurgusunu Çağrı yaptı. Birlikte de çalıştık. Ancak sonraki bölümlerin kurgusunu da kendim yaptım. Zaten Tisch’de aldığımız eğitim bunların hepsini kapsıyordu. Amacım, elimde ne varsa onunla üretmekti. Sadece başkalarından destek beklemek yerine, kendi olanaklarımı zorlayarak bir şeyler yapmayı tercih ettim.

Oyuncularımdan yana çok şanslıydım. Her biri gönüllüydü ve projenin devam etmesini istiyorlardı. Ama sonrası gelmedi. Bunun biraz da benimle ilgili olduğunu düşünüyorum. İçimden bir şey protesto etmek geliyor, bunu yapıyorum. Ama sonra bir çöküş evresine giriyorum. O depresyon dönemlerinde, üretim duruyor. Belki de her şeyin bir miadı var. Bir iş belli bir noktaya kadar yapılır ve sonra başka projelere geçilir. Bazen kendime böyle teselli buluyorum. Ama yaş ilerledikçe ve Türkiye’nin, hatta dünyanın ekonomik anlamda zorlaşan durumunu gördükçe, o mücadeleci tavrımı yitirdiğimi fark ediyorum. Bu beni korkutuyor.

Mesela o işte iki başörtülü kadını merkez alarak yazdığım hikaye, aslında başörtüsü meselesinden çok daha fazlasını anlatıyordu. Bu kadınların yaşadığı olaylar, aslında absürdün en uç noktasında. Gerçeklik kırılıyor ve biz onların kafalarının içinden geçen hikayelere tanık oluyoruz. Protesto ettiğim şey, bir insanın üzerine bir kimlik yapıştırıldığında, onun insan olarak görülmemesi. İnsanları tek boyutlu bir şeye indirgenmesi… İşte o hikaye de bunu gösteriyor. Başörtülü kadınlar da düğünlerden sıkılabiliyor, saçmalıyor, hediye seçmekte zorlanıyor. Minibüs şoförüne sinirleniyorlar. Yani herkes gibi yaşıyorlar.

Bugün “Gibi”deki karakterlere kimlik yapıştırmaya çalışmıyoruz, değil mi? Çünkü beyaz erkeklik, zaten yeterince görünür bir yerde. Ama başörtülü bir karakter olunca, anında kimlik tartışması başlıyor. İşte bu durumu boşa düşüren bir iş yapmak istemiştim.

Kumru Yaren Cengiz: Senin tüm işlerinde benim gördüğüm şöyle bir şey var, aslında senin karakterinle de çok bağlantılı ve çok mantıklı. Tüm işlerinde, dediğim gibi, o felsefe yapma hali var. Bu, böyle çiğ bir ifade gibi gelebilir ama karakterlerin iç dünyası, kendi içlerindeki soru işaretleri ve anlam arayışları hep hikayenin ortasında duruyor. Boşluk da tam olarak böyleydi. İki insan, birbiri üzerinde bir anlam arayışında. Birbirleriyle bazı boşlukları doldurmaya çalışıyorlar. Aslında çok yabancılar ama bir o kadar da tanıdıklar birbirlerine. Birbirlerinin yerlerini dolduruyorlar gibi.

Mesela hayata dair bazı şeyler ve replikler benim çok ilgimi çekmişti. Şu vardı mesela: “Bu dünyanın sonunun gelmesi iyi bir şey mi?” dediğinde, kurye olan karakter; kadının “Allah’a kavuşmak istemez misin?” demesi... Orada, inançlı bir karaktere dair çok tatlı bir detay vardı bence. Çünkü o replik, insanın çaresizliğini ve aslında ne kadar çelişkilerle dolu bir varlık olduğunu gösteriyor. Adam inançlı; cumaya yetişmeye çalışıyor. Ama aynı zamanda ölümden de korkuyor. Ölmekten korkuyorsun çünkü insansın sonuçta. Ayşecan da çok iyi bir oyuncuydu. Daha sonra Jülide için de benzer sorgulamaları gördüm. Orada da yaşam, ölüm ve ahiret gibi sorgulamalar vardı. Ama benim için mesele hep şu: Sadece inanç üzerinden değil, genel olarak bir sorgulama meselesi var senin işlerinde .


Elif Eda: Mesela “Ben neye tutkunum?” diye düşündüğümde, bunu bile sorguluyorum. Düşünsene, biri bana “Sinemaya tutkun musun?” diye soruyor; sinema yapıyorum ama “Evet” diyemiyorum. Başkası “Edebiyata tutkunum” diyor ya da bir şeylere bağlanıyor. En basitinden, Zeynep’le birlikte hayatıma giren annelerden biri vardı. Mesela bir kadın arabaya tutkun, araba sahibi olmayı çok istiyor. Tamam, güzel. Ama ben neye tutkunum diye düşündüğümde şunu fark ettim: Çocukluğumdan beri hep “Bana bu hayatın gerçeğini göster Allah’ım” diye dua eden biriyim. Küçükken bunu böyle diyordum. Sonra cümlelerim değişti, “Şeylerin hakikatini göster” demeye başladım. Daha sonra, Heidegger ile ortaklaştığımızın farkında olmadan “Allah’ım, benden muradın nedir, kastın nedir?” demeye başladım. Evet, benim tutkum hep anlam. Anlamak, kavramak... Bu benim için çok coşkulu bir şey. Anlayamıyor ya da kavrayamıyor olsam bile bir şeyin peşinden gitmek, bir anlamın ya da sorunun peşinden gitmek beni canlı tutuyor. 

Geçenlerde Tarkovski’nin bir kitabını okuyordum. Mühürlenmiş Zaman sanırım... Orada işte bir şiiri alıntılıyor, muhtemelen babasının şiiri… Hemen şunu anlamak istedim: Acaba doğru mu çevirdiler? O şiirin Rusçasını buldum, Rusça bilen birine ulaşmaya çalıştım falan. Yani, bu sorunun peşinden gitmek bile benim için tutkulu bir şey. Dolayısıyla, karakterlerin sürekli kendi içlerinde doğrularına ya da şüphelerine takılmaları çok anlaşılabilir geliyor bana. Çünkü yazdığımız ya da yarattığımız şey, neyse artık, kendimizden bir parça taşıyor.

Hayatıma baktığımda da maalesef hiçbir yere tam anlamıyla ait olamadığımı fark ediyorum. Annem İzmirli, babam Bingöllü. Annem subay kızı, babam ise neredeyse şeyh diyebileceğimiz bir babanın oğlu. Lisedeyken başımı örttüm ama seküler bir okuldaydım. Arkadaşlarımın çoğu ya ateistti ya deist. Üniversite keza aynı şekilde. Kendimi hep ayrıksı hissettim. Tek bir yere, tek bir gruba hiç ait olamadım. Her yaptığımı sorgulayarak yaşadım. Çocukken bile öyleydim.

 Evet, benim ilk tepkim hep sormak oldu. Anlatabiliyor muyum? Buna rağmen, bazen o sorgulayan tarafımı susturduğumu fark ediyorum. Hayat bir yerde sana diyor ki “Uyumlu olmalısın.” Ben de o sorgulayan tarafımı bastırıp uyum sağlamaya çalıştım. Şimdi dönüp bakıyorum da, keşke şüpheci yanımı daha çok dinleseydim. Keşke daha çok karakterlerim gibi olsaymışım. 

Kumru Yaren Cengiz: Mesela Boşluk tam olarak bir oyun içinde oyun işi... 

Elif Eda: Gerçekliği kırmayı, eğip bükmeyi seviyorum. Çok heyecanlı bir şey bu. Keşke ben de biraz daha o tarz bir oyunbaz olsaydım.

Kumru Yaren Cengiz: Çok teknik detaylara bu sohbette girmeyelim diyorum. Daha çok anlam üzerine konuşuyoruz. Ama yine de Boşluk, Jülide ve hatta Süt Çiftliği hakkında sormak istediğim bazı şeyler var. Mesela, teknik açıdan Boşluk ve Jülide süreci senin için nasıldı? Zor muydu? Ayrıca Süt Çiftliği de çok ilgimi çekiyor. Hem nasıl bir film hem de festival süreciyle ilgili bir şeyler belli mi?


Elif Eda: Nereden başlayayım... Boşluk ve Jülide de bütçeleri kısıtlı filmlerdi. Mesela Boşlukta yapımcımız Enes belli bir para koydu, Jülide’de ise yine Enes’le birlikte küçük bir bütçeyi bir araya getirdik. Ama çok küçük paralardan bahsediyoruz. Bu yüzden yine her şey ucu ucuna yetişti. Teknik açıdan baktığımda, iki filmde de eksikleri ve kusurları görebiliyorum. “Aman Allah’ım, mükemmel filmler yaptım!” dediğim işler değil.

İlginçtir, aynı zorlukları Süt Çiftliğinde de yaşadık. Film bakanlıktan ilk film desteği aldı, 12 Punto’dan ortak yapım desteği de geldi. Ama pandemi sonrası döneme denk geldiğimiz için desteklerde düşüş yaşandı. Üstelik içinde ineklerin olduğu, çiftlikte geçen, çocuk oyuncuların yer aldığı bir uzun metraj filmi, 90 sayfalık bir senaryoyu, 3 haftada çekmek zorunda kaldık. Çok zordu. Normalde 4-4.5 hafta bile az olurdu böyle bir yapım için. Mesela çocuk oyuncular var; gecenin bir vakti ormandasın, ineklerle çekim yapıyorsun ve bir bakıyorsun çocuk oyuncunun performansı provalardaki gibi değil. Çocuk çünkü gibi duygularını düzenleme kapasitesi yetişkin insan gibi değil… Görüyorsun ki performansı düşüyor. Böyle bir durumda “Seti paydos ediyoruz, yarın devam ederiz” diyebilmek lazım. Ama öyle bir lüksümüz yoktu. Süreyi uzatamıyorsun, hemen çözüm bulman gerekiyor. Mesela yakın çekim almak yerine, uzun bir çekimle işi toparlamaya çalışıyorsun. Bu da teknik bir fedakarlık aslında. Bu noktada çocuk oyuncularımın sergilediği inanılmaz olgun tavrı anmasam olmaz ve ailelerinin fedakarlıkları… Hepsine minnettarım.

Ayrıca ekibim gerçekten muhteşemdi. Şartlar çok zordu ama herkes inanılmaz özveriliydi. Boşlukta Ayşenur’la çalışmıştım görüntü yönetmeni olarak. Jülide’de Orçunla ve Süt Çiftliğinde ise Emre ile çalıştık. Ama her biri işine çok bağlıydı. Emre benden daha çok sahiplenmiş olabilir Süt Çiftliğini. Bazen ormanda, yağmurun altında çalışırken ekibin özverisini görüp duygulanıyordum. “Bu insanlar neden bu kadar tatlı çalışıyorlar?” diye düşünüyordum. Çünkü herkes zorluklara rağmen işini yapmanın ötesine geçiyordu.  Bu da sinemayı benim için hâlâ insanlığa dair inancımı pekiştiren bir mecra yapıyor. Tabii bu, kiminle çalışmayı tercih ettiğinle de ilgili bir şey.

Bizim sette en temel kurallarımdan biri, herkesin birbiriyle saygı çerçevesinde iletişim kurmasıydı. Özellikle ses yükselmesini asla kabul etmiyorum. Çünkü birine bağırmak, onu kendinden daha aşağı bir yerde konumlandırmaktır. Benim için herkes kendi yerini doldurur ve bu yer eşit derecede önemlidir. İşte bu, birlikte yaratmanın gücünü hissettiğim ve sette olmayı sevmemi sağlayan şeylerden biri. Burada bir parantez açıp Süt Çiftliğinde çok severek birlikte çalıştığımız ışık şefimiz Ceyhun Parlak’ı anmak istiyorum. Maalesef geçen sene kaybettik kendisini. Hepimiz çok üzüldük. Zorlu şartlarda bir arada uzun süre çalışmak aile gibi yapıyor insanı bir yandan da… Onu bu vesileyle anmış olmak isterim. 

Devam edersek… Özellikle kısa filme göre uzun metrajda bu kadar zor prodüksiyon şartlarında çalışmak bambaşka bir deneyim. İki-üç gün süren bir kısa filmi idare etmek başka bir şey, her gün yeni bir sorunla karşılaşıp üç hafta boyunca seti devam ettirmek bambaşka. Bu süreç gerçekten çok yıpratıcıydı. Süt Çiftliği çekimlerinden sonra yaklaşık bir ay kadar ciddi anlamda yatalak gibi oldum. Sırtımda çok tuhaf ağrılar başladı, hareket ettikçe sanki bıçak saplanıyor gibiydi. Muhtemelen psikosomatik bir durumdu ama yine de çok tüketiciydi.

Kumru Yaren Cengiz: Tüm bu zorluklara rağmen senin için öğretici olmuş gibi duruyor.

Elif Eda: Evet, kesinlikle öyle. Karşılaştığım sorunları farklı açılardan çözmeye çalışmak, neyi sevdiğimi ve sevmediğimi, neyi tercih ettiğimi ve etmediğimi görmemi sağladı. Bütün bu teknik kısımları geride bıraktığımda ise ortaya çıkan şey sonuçta benim ilk uzun metraj filmim, ilk göz ağrım. Daha tatlı şartlarda çekebilmeyi isterdim ama olmadı. Ayrıca tabi gençliğimden beri çok sevdiğim muhteşem bir oyuncuyla çalışma şansı da verdi bana Süt Çiftliği… Derya Alaborayla çalıştık. Benim için çok zenginleştirici bir deneyim oldu. Her bir oyuncumun varlığına şükran duyuyorum. Şimdi festival yolculuğu başlıyor. Tabii pek çok festivalin başvuru tarihini kaçırdık, çünkü film daha yeni toparlandı, rengi ve sesi yeni bitti. Şu anda 2025 festivalleri için plan yapıyoruz. Bütçe açısından her başvuru önemli olduğu için biraz seçerek ilerleyeceğiz. Neyse, bir yandan da filmin kendi hikayesini yaşayacağını düşünüyorum. Bakalım, göreceğiz.

Kumru Yaren Cengiz: Süt Çiftliğini biraz daha anlatır mısın?


Elif Eda: Tabii. Film, 12 yaşında bir kız çocuğu olan İrem’in hikayesini anlatıyor. Annesi ve babası bir trafik kazasında ölüyor ve İrem, çok da tanımadığı babaannesinin yanına taşınmak zorunda kalıyor. Babaannesinin yaşadığı yer bir süt çiftliği. İrem burada bir buzağının doğumuna tanık oluyor. Ancak doğumdan hemen sonra buzağı, annesinden ayrılıyor, daha süt bile emmeden. Ve bir daha da bir araya getirilmiyorlar.

Bu durum İrem’in kendi travmalarını tetikliyor. Bunun sonucunda hamile inekleri çiftlikten kaçırarak onların yavrularıyla birlikte kalmasını sağlamaya karar veriyor.

Türkiye sinemasında çok da alışık olmadığımız bir mesele sanırım. Genelde taşralı erkeklerin sıkıntılarını izliyoruz. Ya da kadın meseleleri tartışılsın bekleniyor artık. Tartışılsın da bu arada tabi ki, tartışılmalı… Benim de bu alanda hikayelerim ama daha sırası gelmedi. Süt Çiftliği bu anlamda konu olarak belki ayrıksı bir yerde dursa da hayvan haklar üzerinden dünyadaki acının varlığına ve yas sürecine eğiliyor ve bu da esasen politik bir mesele. 

Bazı filmlerimde insanların kapılarını kapattığını hissediyorum, özellikle Jülide’de bunu deneyimlemiştim. Gerçi MUBİ’nin seçkisine katmasıyla talihi biraz değişti Jülide’nin. Umarım Süt Çiftliği de izleyicisiyle buluşur, mevzu ettiği mesele tartışılır. Filmin tartıştığı meseleler, insanlar arasında konuşulsun, büyüsün istiyorum.

Mesela Jülidede benim için esas mesele, “Bu kadar acı varken biz hâlâ nasıl inanmaya devam edebiliyoruz?” sorusuydu. Ama aynı zamanda inanmanın o kadar da pasif bir eylem olmadığı; insanların inanmayı, şu ya da bu sebeple, doğru ya da yanlış, illüzyon ya da gerçek, tekrar tekrar seçtiği bir şey olduğu üzerineydi. İnanmak, aslında aktif bir eylem.

Süt Çiftliğinde de acıyı merkeze alan bir düşünce işçiliği var. Bu sefer mesele, hepimizin acı çekiyor olduğu gerçeğini büyütüyor. Hepimiz acı çekiyoruz, bu kaçınılmaz. Ancak bu acı bizi yakınlaştırması gereken bir şeyken, garip bir şekilde hâlâ birbirimizi ayırmakla meşgulüz. İnsanlık durumu, bizi ortak bir paydada buluşturamıyor gibi görünüyor. Mesela kötülük problemi üzerine konuşurken, dünyadaki acının varlığını kötülüğün başlatıcısı olarak görürüz. Ama bana göre mesele, acının kendisi değil. Çünkü acı, tuhaf bir şekilde, insanı olgunlaştırabiliyor. Fakat sadece kendi acına odaklanmak, başka birinin acısına bakamamak... İşte bu, esas kötülük dediğimiz şeyin başlangıcı.

Bunu tartışmak istedim filmde. İnsanların kendi acılarından başlarını kaldırıp bir diğerinin acısına bakabilmesini... Bakalım… Film izleyicisiyle buluşsun, bu konular tartışılsın da sonra ben de film hakkında daha açık bir şekilde konuşayım. İzleyicisiyle buluşabildiği her yerde bu tartışmanın büyümesini görmek isterim. Ondan sonra kendi eleştirilerimi dillendireceğim.

Kumru Yaren Cengiz: Ben senin bir diğer işin olan Pasajları da çok seviyorum. Sosyal medyadaki paylaşımlarından takip etmiştim aslında. Estetik yönü ağır ve güzel bir fikir var ortada. O iş nasıl çıktı ortaya? Yani bunun hikayesi nereden geliyor? Çünkü bence oldukça kreatif bir iş.

Elif Eda: Çok teşekkür ederim, ben de severek yaptım Pasajları.  Şöyle; benim en sevdiğim iki şey görüntüler ve kitaplar. Kitap okurken bazı bölümler beni çok etkiliyor. Öyle anlarda bir duygusu açığa çıkıyor ve o duyguyu görüntüyle nasıl ifade edebilirim diye düşünüyordum. Bu bir uyarlama değil, bir çeviri de değil… ya da belki bir tür çeviri aslında. Yani, yazı dilinden görüntü diline bir çeviri gibi. Ama bu çeviri üzerine çok tartışmalı bir Can Yücel ekolü var. Orijinal metne sadık kalmadan yapıyor çevirileri… Onun çevirilerinde sadık kalmanın sınırları zorladığını görüyoruz. Buna remizle Pasajlarda da  yazı dilinden görüntü diline bir çeviriden söz edebiliriz. Bir metni okurken okuyucu olan bende açığa çıkan duyguyu görünür kılmak… İşte Pasajlarda bu noktadan, yani beni çarpan o pasajın hissettirdiklerini görüntüye aktarma fikrinden yola çıktım.

Sonra TRT 2’ye böyle bir öneri götürdüm, onlar da kabul etti. Ancak bütçe sorunları nedeniyle devam edemedik. Çok düşük bir bütçeyle çalışmıştık, tahmin edemeyeceğin kadar düşük. O yüzden proje durdu. Ama benim bu iş için bir dizi fikrim vardı. Keşke devam edebilseydik, çünkü o işi çok seviyordum.

Kumru Yaren Cengiz: Seslendirmesini de sen yapıyordun. 

Elif Eda: Evet, seslendirmeyi de ben yapıyordum. Seviyorum seslendirme yapmayı. Pasajlarla ilgili aslında şunu da eklemek isterim. Çok güzel insanlarla tanışmama yol açan bir proje oldu. Başta görüntü yönetmenim Emre Pekçakır. Süt Çiftliğinden önce Pasajlar’da çalıştık onunla, öyle tanıştık. Ya da mesela bir Amerikan klasiği olan Yalnız Bir Avcıdır yürekten yaptığımız alıntı da birlikte çalıştığımız Taner Güngör. Klipte bir dans performansı sergiliyor. Müthiş bir performans sanatçısı. Önce pasajı okuduk, üzerine konuştuk, sonra o koreografisini getirdi. Müziğin olmadığı bir ortamda tamamen pasajın ses kaydına dayalı bir koreografi üretti. Bu süreç benim için inanılmaz heyecan vericiydi. Pasajı okuduğum ses kaydını göndermiştim, Taner onun üzerine çalıştı. Dans performansını görmek inanılmaz bir deneyimdi. 

Kumru Yaren Cengiz: Görüntü yönetmeniyle de çok iyi bir iş birliği yapmışsınız bence Pasajlar’da. Herkesin yaratıcılığını ortaya koyabildiği bir proje.

Elif Eda: Bu projede herkes kendi sanatını ortaya koydu gerçekten de. Dans sanatçısı kendi sanatıyla geldi, ben kendi yönetmenliğimle geldim, görüntü yönetmeni Emre de kamerasıyla büyüleyici anlar yakaladı. Emre o projeyi çok seviyordu, “Keşke devam etsek,” diye sık sık konuşurduk.

Özellikle o dans performansının olduğu videoda Emre’nin tutkusu çok belirgindi. Kamerayı dansın hareketlerine göre hareket ettirerek müthiş bir iş çıkardı. Hepimiz severek, gönül rızasıyla, coşkuyla yaptık. Bence bu da sonucun coşkulu ve etkileyici olmasını sağladı. Çünkü projeye dahil olan herkes, özgürce yaratım yapabileceği bir alan bulmuştu.

Kumru Yaren Cengiz: Sen yapay zeka destekli senaryo atölyesi veriyordun, değil mi? Bunun hakkında da biraz konuşalım istiyorum.

Elif Eda: Evet, tam o tartışmaların olduğu dönemde böyle bir atölye fikri çıktı. Ben hep senaryo dersi veriyordum ama yapay zeka senaryo yazabilir mi, oyun yazabilir mi diye düşünürken, birden bana bu teklif geldi. Ben de başta buna karşıydım. Yapay zekaya senaryo yazdırmak gibi bir şey asla demem, ama onu asistan olarak kullanmayı öğretebilirim. Bu noktada, asistan olmak önemli. Burak, eğitim koordinatörümüz, beni ikna etmesi bir süre aldı. Yapay zekayı, öğrencilerin senaryo yazmasına değil, onları asiste etmesine odaklandık. Evet, bir şeylerin etik yönünü de göz önünde bulundurmak gerek. Çünkü sermaye sahipleri, teknoloji sayesinde ucuz iş gücü elde etmek istiyorlar. Ve bu da estetik algıyı değiştirebilir. Hepimizin birbirine karşı sorumlu olduğuna inanıyorum ben. Böylesi bir teknolojik gelişme sadece bir teknolojik gelişme değil ki… Belki insan tanımını değiştirecek bir şey. Bunun muhakkak etik bir çerçevesi olmalı. Hukuki bir boyutu da olmalı. Bu etik boyutun yanında şuna inanıyorum sanat, yaratıcının ve alıcısının belirsizlikle kurduğu bağ üzerinden besleniyor. Yaratıcının bilinçli tercihlerinin ötesinde - ve eseri izleyenin de aynı zamanda- bilinçdışı da işin içine giriyor. Bu belirsizlik payı bildiğim kadarıyla henüz hesaplanabilir değil, dolayısıyla yapay zekaya aktarılabilir de değil. Ama bu sadece şimdilik böyle.  

Yapay zekaya bilinçdışı yaratma düşüncesi ileride gerçekleşirse, gerçekten çok farklı bir dünyaya adım atmış olacağız. Ama şu an, bu belirsizlik faktörüne güveniyoruz. Bu belirsizlik ve insanın prezansı (presence), makine tarafından tamamen taklit edilemez. Evet, belki bir gün post-beden ya da post-insan dönemi gibi bir döneme geçebiliriz. O zaman evrim sahnesinden çekilebiliriz… Ama şu an, insanların bu belirsizlik ve prezansa sahip çıkarak sanatı sürdüreceğine inanıyorum. Yapay zekayı asistan olarak kullanmak, belki de bu noktada en doğru yaklaşım. 

Biz, tarihin böyle bir noktasına denk geldik ki, yapay zekanın tarihine bakınca, bize sunulmadan önce çok şey halledildi. Ama şu an bile neler olduğunu bilmiyoruz. DeepMind’ın kurucularından Mustafa Süleyman'ın The Coming Wave kitabında da söylediği gibi bu işler çoktan kontrolden çıkmış olabilir. Hepimiz, bu durumu Olimpos Dağı’nın eteklerindeki küçük figürler gibiyiz.

Kumru Yaren Cengiz: Peki Sinema+ programını sunma sürecin nasıl gidiyor? Yeni başladın değil mi?

Elif Eda: Evet, aslında bu sene başladım. Yapımcımız Burak Kaplan ve ekibimizle birlikte güzel bir iş çıkarmaya çalışıyoruz. Yani esasen kamera önünde olmak çok istediğim bir şey değildi, yine de sevdim. Bağımsız filmciler olarak hayatımızı idame ettirmek için yeni alanlar da arıyoruz. 

Bu programın hiç beklemediğim bir artısı oldu, gerçekten çok güzel insanlarla tanışıyorum. Konuklar genellikle çok kafa açıcı oluyor. Mesela ben her konuya hakim değilim, önceden kim gelecek, kim gidecek diye hazırlık yapıyorum, okuyor, araştırıyorum, izliyorum. Bu da benim çok sevdiğim bir şey zaten; sürekli bir şeyler öğrenmek. Hatta şu an yeniden lisans mı yapsam, doktora mı yapsam arasında gidip geliyorum. Ama bu yönümü besleyen bir şey oldu. Ayrıca, bu program sayesinde yalnızlık hissini biraz da olsa yok edebiliyorum. İlk filmini çeken yönetmenler ya da ikinci, üçüncü filmini çekenler geldiğinde, aynı dertleri paylaştığınızı görmek çok güzel. İnsan, "Demek ki yalnız değilim," diyor. Keşke birbirimize daha çok sahip çıksak, öyle düşünüyorum. Umarım izleyenlere de bir katkı sağlıyordur.

Kumru Yaren Cengiz: Çok keyifli bir sohbet oldu benim için. Benim sorularım bu kadardı. Peki, senin söylemek istediğin son bir şey var mı?

Elif Eda: Sanırım söylemek istediğim tek şey şu: İnsanların etiketlerden, kategorilerden kurtulup, sadece var oldukları için birbirlerine değer verebildiği bir dünya dileğiyle. Bir de biz bağımsız film yapmaya çalışanlar, bazen somut sorunlarımızı konuşabileceğimiz, gerçekten çözüm üretebileceğimiz platformlarda bir araya gelebilsek, çok iyi olur.  Sorunlarımızı ortaya döküp somut adımlar atabilecek alanların ve muhatapların olması gerektiğine inanıyorum. Bu temennilerle, sözlerimi sonlandırmak isterim. Sana ve Decollage Art Space’e bu alanı açtığınız için çok teşekkür ederim.

Kumru Yaren Cengiz: Gerçekten çok kıymetli söylediklerin, teşekkür ederim. Zaman ayırdığın için tekrar çok teşekkür ederim. 





Devamını Oku

28 Kasım, 2024

Türkiye’nin Caz Hafızası

Türkiye’nin Caz Hafızası

Orhun Atmış  |  Ed. Seda İstifciel

Türkiye’nin en çok ziyaret edilen meydanı, İstanbul’un simgesi Taksim. Bu meydanın da göbeğinde metroya inerken karşınıza Taksim Sanat çıkıyor. Her gün milyonların önünden geçtiği, buluşmaların yaşandığı, birilerinin mutlaka önünde beklediği, dünyada herhangi bir galerinin ya da kültür sanat mekânının en çok olmak isteyeceği yerde kapılarını sanatseverlere açıyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Kültür AŞ bünyesindeki Taksim Sanat da aslında 2019’dan sonra en büyük değişimin yaşandığı yerlerden biri haline geldi. Birbirinden önemli ve ziyaret edilen sergilere ev sahipliği yapmaya başladı.

Güncel olarak Taksim Sanat’ta 20 Aralık’a kadar görülebilecek sergi ise “Yolculuğa Bakmak: Cazın Hafızası” ismiyle ziyaretçilerini bekliyor. Bir gün Beyoğlu’na yolunuz düştüğünüzde, vaktiniz de varsa Türkiye’nin caz serüveninin tarihini hem görsellerle hem de bilgilendirici metinlerle öğrenebilirsiniz. Sergi, Türkiye’deki caz tarihinin arşivini, dönemin toplumsal gelişmelerini de gözeterek araştırmayı ve görselleştirmeyi merkezine alıyor. Aynı zamanda cazın ritmini ve enerjisini yansıtarak müziğin heyecanını izleyiciye taşımayı ve onu Türkiye’ye taşıyan ustalara saygı sunmayı amaçlıyor. İstanbul'da ve özellikle Beyoğlu'nda caz kültürünün başlangıcı ve yaygınlaşması sürecine odaklanan sergi, bugüne kadar ulaşılmış arşivler aracılığıyla küratöryel bir seçkiyle cazın Türkiye’ye girişi ve yaygınlaşması, kulüp kültürünün doğuşu, kadınların caz müziğindeki yeri, swing dansının coşkusu ve geçmişteki festivallerin hikâyeleriyle günümüze kadar süregelen serüvenine yer vererek cazın Türkiye’deki yolculuğunu aktarmaya çalışıyor. Serginin küratörlüğünü M. Cevahir Akbaş yapıyor.


CAZ ÇAĞI...

Caz 20. yüzyılın başında ABD’de Afro-Amerikan toplulukları arasında doğdu. Çok kısa bir sürede bu toplulukların kültürü haline gelirken, müzik tarihinde de önemli bir yer edindi. Caz müzik doğaçlamaya verdiği önemle diğer müzik türlerinden ayrılıyor. 1900’lerin başlarından ortalarına kadar süren bir “Caz Çağı”ndan söz etmek olası. Müzik sonra evrensel bir biçimde dünyaya yayılırken Türkiye’ye gelişi ise caz müzikle ilgilenen yabancıların çeşitli olaylar sonucu Türkiye’ye  göç etmesiyle gerçekleşiyor. Ardından dinlenilen caz plaklarıyla müzik yaygınlaşmaya başlasa da Türkiye’de caz müziği otel lobileri ya da balo salonları gibi daha çok üst sınıfa hitap eden ortamlara sıkışıp kalmış durumdaydı. Çıkış noktasının tam tersi olarak cazın böyle belirli mekânlarda sınırlanması da Türkiye’de caz müziğin halktan uzak, elit bir kesime ait bir sanat olarak görülmesine yol açtı. Bu düşünce biçimi halkta hâlâ bir nebze olsun geçerliliğini koruyor. 


CAZIN TÜRKİYE’YE GİRİŞİ...

Yıllar geçtikçe caz müzikle ilgilenen Türk müzisyen sayısı da artıyor. 1970’e gelindiğinde Türkiye’nin ilk caz kulübü kuruluyor. Sergi, adım adım caz müziğinin ülkeye girişini takip ediyor. İlk yapan isimleri, ilk açılan mekânlar, Nardis Caz Kulübü, İstanbul Caz Festivali’nin düzenlenmeye başlayıcı, Akbank Caz Festivali’nin yapılmaya başlanması ve Türkiye’ye konsere gelen efsanevi caz ustalarının konser afişleri, fotoğrafları bu sergide görülebiliyor. 1962 yılında Hilton Oteli’nin balosunda konser veren Louis Armstrong’un güler yüzlü fotoğrafıyla Miles Davis’in Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nda 1988 yılında üç gün üst üste verdiği konserin afişi sergideki eserler arasındaki favorilerim oldu. Sergideki cazın dünü ve bugününe ışık tutan metinleri de okuyarak bu müzik türünün tarihi hakkında bilgi sahibi olmak mümkün. 


Taksim Sanat Hakkında:

İBB Kültür AŞ’nin kamusal sergi alanı olarak faaliyet veren Taksim Sanat, bulunduğu konum ve ev sahipliği yaptığı farklı sanat disiplinleri sayesinde çok farklı ve çeşitli izleyici profiline kapılarını açıyor. Özellikle özgün ve bağımsız sanatçıları odağına alan Taksim Sanat, sanatçıların izleyicileriyle buluşmalarına olanak sağlayarak sanatçıları sektöre taşımayı kolaylaştıran bir alan yaratmayı hedefliyor. 


Devamını Oku

28 Kasım, 2024

Hikmet Kerem Özcan’la “Hakkı” Üzerine

Hikmet Kerem Özcan’la “Hakkı” Üzerine

Kumru Yaren Cengiz  |  Ed. Seda İstifciel

Hakkı, 31. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda izlediğim bir film. Türkiye prömiyerini Altın Koza için yarışarak yapmış olan film dünya prömiyerini ise Yunanistan’ın Patmos adasında düzenlenen 13. Aegean Film Festivali’nde yaptı. Daha sonra Kanada’da gerçekleşen 2. Montreal Uluslararası Film Festivali’nde Onur Mansiyonu’na layık görüldü. 31. Oldenburg Uluslararası Film Festivali’nin ardından, Kuzey Amerika'nın önemli festivallerinden Vancouver Uluslararası Film Festivali 2024’ün Panorama bölümü seçkisinde yer alıyor. 

Mülayim ve sevecen bir adam olan Hakkı, ailesiyle birlikte tarihi bir Ege köyünde yaşamaktadır. Yakınlardaki antik kentin önünde heykelcikler satarak ve yerel turlara rehberlik ederek geçimini sağlar. Bir gün bahçesinde tesadüfen bulduğu tarihi bir eseri bir araba fiyatına satan Hakkı, daha sonra eserin gerçek değerinin çok daha yüksek olduğunu öğrenir ve çok daha fazlasını bulmak ümidiyle hem kendisi hem de ailesi için bedeli ağır, karanlık bir yolculuğa çıkar.

Hakkı rolünde Bülent Emin Yarar göz doldururken filmin oyuncu kadrosu oyunculukta başarılarını ispat etmiş isimlerden oluşuyor. Hülya Gülşen Irmak, Özgür Emre Yıldırım, Cem Zeynel Kılıç, Duygu Gökhan gibi isimler oyuncu kadrosunda yer alıyor. Hikmet Kerem Özcan’ın ilk uzun metraj filmi olan Hakkı da bir çeşit modern Oidipus. Oidipus miti dediğimizde akıllara artık psikanalitik okumalarda da ilk olarak baktığımız Oidipus Sendromu olarak literatürde yer alan ve çokça da değindiğimiz sendrom gelse de burada bahsettiğimiz şey bu değil. Oidipus’un içine düştüğü kibir. Hybris. 

Kumru Yaren Cengiz: Öncelikle seni biraz tanımak istiyorum. 

Hikmet Kerem Özcan: Yönetmenim, senaristim. İzmirliyim. Mimar Sinan Sinema TV bölümü mezunuyum. Kısa film çektim, belgesel çektim, reklam sektöründe birçok proje çektim. Hakkı benim ilk uzun metrajlı filmim oldu. Ondan önce de birçok senaryom vardı. Bir şekilde Hakkı’yı hayata geçirdim. 


Kumru Yaren Cengiz: O zaman biraz da önceki projelerini konuşalım.

Hikmet Kerem Özcan: Hepsinin detayını veremem çünkü çok fazla şey var. “Son Dizesiz Şiirler: Didem Madak” diye bir belgesel film çekmiştim; o, benim hayatımda çok anlamı olan bir projeydi. Onun dışında, şu an BluTv’de yayında olan “Rastlaşma” adlı bir kısa metraj filmim var. İnsan bugünden geriye bakınca eski işlerini çok başarılı bulmuyor tabii ki. Bunun dışında, sektörde çok fazla reklam filminde çalıştım ve reklam filmi çektim.

Yazmaya çok fazla ilgi duyuyorum. Bence bu, sinemanın benim için en heyecan verici tarafı, yani yazmakla ilgili olan kısım. Masanın başında bilgisayarın ekranına bakarken, o imlecin yanıp sönmesi hem tedirgin edici hem de heyecan verici oluyor. Çünkü o an, benim için birçok düşüncenin, hayalin ve yolculuğun ilk adımı gibi oluyor. Film çekme süreci çok hoşuma gidiyor; sanki bambaşka bir yolculuk.

İşin özü, hikayeler yaratmak ve hikayeler anlatmak; bu işi yapıyor olmamın temel sebebi zaten. Hikâye anlatmaya ve hikâye dinlemeye olan ilgimi çok erken yaşlarda fark ettiğim için şanslıyım. Okuma yazma bilmiyorken, resimler çizip onlara hikâyeler uyduruyor, babama diyaloglar yazdırıp anaokulu zamanlarında eve gelen insanlarla paylaşıyordum. Çocukluktan gelen onaylanma ve beğenilme duygusu, ardından sinemayla tanışma, sinema filmleri hastası ve bağımlısı olma süreci beni şu an tam buraya getirdi.

Kumru Yaren Cengiz: O zaman sinemacı olmak çocukluk hayalinmiş diyebilir miyiz?

Hikmet Kerem Özcan: Çocukken yazar ya da pilot olmak istiyordum. Sonra sinemada ikisini de bulabileceğimi keşfettim; pilot olmanın heyecanını ve yazar olmanın tüm özelliklerini sinemada buldum.

Çocukluk yıllarında babamla her hafta 2 filme gittiğimiz oluyordu, çünkü sinema evimize çok yakındı. O yaşta bir çocuğun izlemesi gereken filmler çocuk filmleri olmalıydı, ama o zamanlar regülasyonlar tam olmadığı ve babamı kandırabildiğim için her filmi izliyordum. Televizyonda film izlemeyi de çok seviyordum. Bir filmlere olan bu merak filmlerin nasıl yapıldığına da olmaya başlıyor. Lisede, torrentten kamera arkası videoları bulup indiriyor ve izliyordum. Kamera arkası videolarına karşı inanılmaz bir ilgim ve tutkum vardı; o işlerin nasıl yapıldığını aşırı merak ediyordum. Örneğin, “Matrix”in kamera arkasını bulmak için günlerce uğraşmış ve bulduktan sonra defalarca izlemiştim.

Kumru Yaren Cengiz: Okulla birlikte senin için işlerin ciddileşmeye başladığı bir dönem de başlıyor o zaman. Biraz konuştuk ama senin için önemli olan filmlerini biraz daha konuşalım Hakkı öncesindeki. 

Hikmet Kerem Özcan: Şöyle açıklayayım, bu konu biraz karışık: kısa film zamanımda ben hiçbir zaman festival süreçlerini doğru takip edemedim. Onun yerine, “Bir film yapayım, sonra bir film daha yapayım,” diyerek 10 tane kısa metraj film çektim. Bunların çoğu ya aşırı düşük bütçeyle ya da bütçesiz, yani hiçbir bütçesi olmayan filmlerdi. İşin o tarafını seviyordum.

2016’da Adana Film Festivali’ne iki filmle başvurdum ve ikisi de seçkiye kaldı. “Rastlaşma” filmim okul mezuniyet filmiydi; mezuniyet için yapmıştım. Belki festivallere gönderirim diyerek o filmin bir versiyonunu daha çektim, birkaç yere gönderdim ve seçildi ama çok da üzerine düşmedim. 

Kumru Yaren Cengiz: Aslında sadece sanatını yapıp kenara çekileyim gibi bir güdüme sahipsin o halde. Diğer kısımlarla hiç ilgilenmek istemiyorsun ama maalesef herkesin her şeye özellikle ülkemizde koşturması gerekiyor. 

Hikmet Kerem Özcan: Belki de benim zanaat olarak kendimi geliştirmeme sebep oldu ama festival bağlantıları ve kendini bir yerde konumlandırmak ve görmek açısından da negatif olmuş olabilir. 

Kumru Yaren Cengiz: Evet, çünkü bir şeyleri senin de yapman gerekiyor şu an bu sektör dediğimiz sektör olmaktan çok uzak yapıda. Biraz Hakkı’ya ve Hakkı’nın festival sürecine bakalım festivaller demişken. Adana’da izledik filmi. Prömiyerini uluslararası başka bir festivalde yapmıştı ama çoktan. Festival sürecini hem uluslararası hem ulusal hem geçmiş hem de gelecek kısımlarıyla birlikte biraz anlatır mısın?  

Hikmet Kerem Özcan: Oldenburg Uluslarası Film Festivali’nde, Vancouver Uluslararası Film Festivali’nde Kanada'da gösterildi. Aegean Film Festival’inde gösterilmesi çok heyecanlı oldu. İlk defa bir Ege filmi olarak Yunanistan'da Yunan seyirciyle de buluştuk. Ben mesela ne tepki vereceklerini çok merak ediyordum ama birebir aynı tepkileri aldık. Adana'da, Ankara'da İzmir’de, Yunanistan’da, Kanada’da, Almanya'da filminizi farklı sinema toplumlarıyla paylaşınca onların tepkilerini bir şekilde ölçebiliyor ya da bir şeyler çıkarabiliyor oluyorsun. O duygu çok güzeldi. Bambaşka insanlar, bambaşka yerleri yakalıyorlar bazen benim göremediğim şeyler geliyor ve komple o insanlarla beraber filmi izlemekle ve aslında o insanların hepsiyle tanışmış gibi oluyorsun. Çünkü seni en çok anlatan şeyi insanlara sunmuş oluyorsunuz ve o karanlıkta filmi izlerken aslında ortak bir şey ya sinema bu yüzden de ben evrensel olduğunu düşünüyorum. Hikayelerin de her şeyin de evrensel olduğunu düşünüyorum.

Kumru Yaren Cengiz: İnsana dair her şey evrensellik taşıyor, evet. Peki bundan sonraki festivalde süreci nasıl gelişecek? 

Hikmet Kerem Özcan: Adana’dan sonra Ankara oldu. Arada İzmir oldu. Şu sıralar devam edecek festival süreci. Keyifli gidiyor aslında istediğim gibi gidiyor. 

Kumru Yaren Cengiz: Vizyon o kadar yakın değil öyleyse. Doğru mu? 

Hikmet Kerem Özcan: Tam net bir şey söyleyemiyorum. Festival süreci de devam edecek bir sene.

Kumru Yaren Cengiz: Peki çekim süreçleri nasıldı, ne kadar sürdü? Teknik olarak nasıl sıkıntılar çektin? Nasıl geçti, nasıl hatırlıyorsunuz dönemi?

Hikmet Kerem Özcan: Şimdi bağımsız sinemada ilk uzun metraj film denince zaten yönetmenlerin cevapları birbirine çok benziyordur. Bir de dönemsel olarak kötü bir film çekme dönemiydi. 2022’nin Ekim ayında çektik. Herkesin, tüm ekiplerin dijital platformlara geçtiği, dijital platformların patlama yaptığı bir dönem vardı. Aynı zamanda fiyatlar sürekli 2 katına yükseliyordu. Bakanlıktan aldığım para döviz cinsinde yarıya düşmüştü. Öyle bir dönemde çektim yani. Çok kolaydı diyemeyeceğim, çok zordu diyerek böyle ajite etmek istemiyorum ama zordu. Benim kendi hayatımın projesel olarak en zor dönemiydi. Çekimleri dört hafta sürdü, üç hafta da hazırlık sürdü. Yedi haftalık bir çılgınlıktı. Süreci çok sancılı, eldeki tüm imkanları kullanarak, hayatınızda biriktirdiğiniz her şeyi orada masaya koyup yaptığınız bir iş oluyor. Çünkü aslında tüm ekip bir yandan arkadaşın. Bu arkadaşlık ilişkisiyle profesyonel ilişki farklı ama sonuçta inanıp gelmiş insanlar oradaki bir kişi bile oraya sadece bir iş için gelmedi o projeye inandığı için ya da bana inandığı için geldi. 

Kumru Yaren Cengiz: Çok profesyonel oyuncularla çalıştığını söylemek mümkün. Bülent Emin Yarar “hoca” dediğimiz bir isim. Ekipteki oyuncuların çoğu oyunculuğunu bildiğimiz isimler. Oyuncu seçimlerini nasıl yaptın? Neye dikkat ettin?


Hikmet Kerem Özcan: Bülent Emin Yarar’ı özellikle Hakkı olarak düşünmemdeki sebep, projenin ana karaktere çok fazla yük bindiren, ana karakterin yeteneklerinin çok üst düzey olmasını gerektiren ve aynı zamanda karaktere, projeye inanmayı gerektiren bir senaryo olmasıydı. Çünkü Hakkı bir karakter filmiydi. Ana karakterle yürüyecek uzun bir yolculuk vardı. Hakkı’yı seçmek çok önemliydi. Zaten bütün karakterleri çok özenle seçtik ama Hakkı’nın hikayesini izliyoruz. Bütün film boyunca sadece Hakkı’yı görecektik. Benim başlangıçta yapmak istediğim şey buydu ve bunun için gerçekten doğru kişiyle çalışmak çok önemliydi.

Tüm bu koşulları ortaya koyduğunuzda, çember aslında o kadar daralıyor ki… Bülent Emin Yarar zaten ilk düşündüğüm isimlerden biriydi. Senaryoyu yazarken isim düşünmüyorum, bu yüzden onu o zaman aklıma getirmemiştim. Senaryo bittikten sonra “Hakkı’yı kim oynayacak?” sorusu aklıma geldi ve o anda Bülent Emin Yarar’ın uygun olduğunu düşünmeye başladım.

Bahsettiğim “Son Dizesiz Şiirler”de Bülent ile çalışmıştık. Yarım saatlik bir çekim yapmıştık, belgeselimde o da vardı. Aslında bu, bir günlük bir set deneyimiydi, hatta yarım günlüktü. Bir arkadaşım vasıtasıyla “Böyle bir senaryo var” diyerek tekrar iletişime geçtik ve süreç kendiliğinden gelişti.

Bana birkaç defa “Nasıl ikna ettin?” gibi sorular soruldu. Aslında o noktadan sonra senaryoyu okudu ve Bülent, Hakkı olmak istedi. Aslında bu, bir oyuncuyu cezbeden bir roldü. Zaten bir oyuncuyu oynamak istemediği bir karaktere ikna etmek çok mümkün değil.

Daha sonra hep teknik şeyleri konuştuk. O, “Bu senaryo güzel, ben bunu oynamak istiyorum ama seni tanımak istiyorum” gibi bir talepte bulundu. Yolculuğun nasıl olacağını, nerelere gideceğimizi, neler yapacağımızı öğrenmek istedi ve sanırım ben de mantıklı ve tatmin edici cevaplar verdim ki beraber bu yola çıktık.

Ve inanılmaz rahat bir deneyimdi. Eşit ilişki yürütebilen, çok samimi bir insan ve onunla yol arkadaşlığı yapmak çok keyifliydi. Hiçbir zaman kaprisi olmayan, samimiyetle ve filmin gerekliliklerine göre araştırma yapan, sorun varsa onu çözmeye odaklanan, müthiş yardımcı ve destekçi bir oyuncu.

Kumru Yaren Cengiz: Hakkı’nın hikayesinden bahsedelim biraz da. Öncelikle ben Antik Yunan’ın kibir motifi üzerinden okumuştum Hakkı’yı izler izlemez. Oidipus genelde başka sebeplerle akla gelse de kendi sonunu gözü kara bir şekilde kibriyle getiren bir karakter. Hakkı da bu yüzden modern Oidipus’tu benim için. Bir yazı da yazmıştım hatta. Sen Hakkı’yı nasıl konumlandırdın ve hikayeyi nerden ürettin?

Hikmet Kerem Özcan: Oidipus benzetmesi, evet, olabilir. Kibir kavramını biraz anlatmak istedim çünkü senaryonun çıkış noktası şuydu: İnsanın her şeyi değiştirebilecek sihirli bir şey arayışı, yani hayatın böyle değiştirilmesine duyduğu inanç. Bu inanç bir anlamda bizi yaşatan şey. Hepimiz değişim isteği ve değişime tutkuyla bağlanma saplantısı içerisindeyiz; bu da aslında insanı insan yapan ve çoğu zaman iyi bir şey. Ancak bu tutku, farklı bir şekilde, belki daha kötücül bir şekilde ele alındığında bambaşka sonuçlar doğurabiliyor. Burada aslında hikâyenin sadece didaktik bir şey anlatması değil, o konuyla ilgili sorgulama yaptırması mevzu bahis.

“Keşke ailesi onu terk etmeseydi de ona çıkartırken destek olsaydı ve final kısmına olumlu ya da olumsuz beraber ulaşsalardı” gibi yorumlar da duydum. Mesela, Hakkı’nın aslında iyi ya da kötü bir şeyi değiştirmek için harekete geçtiğini ve bu hareketin sonucuna katlansa da onu temelde mutlu ettiğini düşünenler oldu.

Ama bir yandan da en sonunda Hakkı’yı tek başına o finale yaşamaya iten şey onun tutkusuydu. Aslında, çevresindeki insanları uzaklaştıran şeyle aynı duygudan kaynaklanıyor bu. Hakkı, çevresindeki insanları böyle uzaklaştırıyor olmasa, o hırsla da kazamayacak biri. Çünkü en başta bu yolculuğa çıkarken böyle bir dürtüsü yoktu. Hakkı kendi halinde, mutlu, hırssız; mesela satış yaptığı tezgâhın başında uyuyakalan biri. Filmin sonlarına doğru ise o kadar kararlı ve hedefe odaklanmış bir hale geliyor ki bu onun dönüşümü.

Filmin katmanlı bir yapısı olduğunu düşünüyorum. Mesela çok basit çıkarımlar yapan yorumlar da var, çok derinlemesine analizler yapanlar da. Bu alanı yaratabilmek bana daha önemli geliyor.

Kumru Yaren Cengiz: Evet, bir filmin tartışma alanı yaratması ya da farklı anlamlar üretebilmesi çok değerli gerçekten de. Benim tüm sorularım bu kadardı. Çok teşekkür ederim. Eklemek istediğin bir şey var mı son olarak?

Hikmet Kerem Özcan: Sanırım her şeyi söyledim. Ben çok teşekkür ederim bu güzel sohbet için.





Devamını Oku

25 Kasım, 2024

Edebiyat ve Sanatın İzinde: Karasu’dan Pamuk’a, Sergilerle Yolculuk

Edebiyat ve Sanatın İzinde: Karasu’dan Pamuk’a, Sergilerle Yolculuk

Eda Çamlı  |  Ed. Seda İstifciel

Haftalık Sanat Haberleri (25 Kasım-4 Aralık) :

Orhan Pamuk’un “Şeylerin Tesellisi” Prag’da Sanatseverlerle Buluşuyor

Orhan Pamuk’un edebiyat ve sanat dünyasına dokunan “Şeylerin Tesellisi” sergisi, DOX Çağdaş Sanat Müzesi’nde sanatseverlerle buluştu. Masumiyet Müzesi’nden ilham alınarak hazırlanan sergi, Pamuk’un edebi üretimini görsel bir hikâye olarak sunuyor. Çizimlerden fotoğraflara, vitrinlerden yeni eserlere uzanan sergi, 6 Nisan 2025’e kadar ziyaret edilebilir.

Serginin odağında, Masumiyet Müzesi’nden 41 vitrin yer alıyor. Kemal ve Füsun’un hikayesini gündelik nesneler üzerinden anlatan bu vitrinler, ziyaretçileri nesnelerin şiirsel dünyasına davet ediyor. Sergi ayrıca Pamuk’un Veba Geceleri romanını yazarken yaptığı resimleri, defterlerini ve çalışma masasını da içeriyor. Ali Kazma’nın “Mürekkep Evi” adlı video çalışması ise Pamuk’un yazı evrenine sade bir bakış sunuyor.

Prag’daki bu sergi, İstanbul Masumiyet Müzesi, Dresden Devlet Sanat Koleksiyonları, Münih Lenbachhaus ve DOX Çağdaş Sanat Merkezi’nin iş birliğiyle hayata geçirildi. Sanat ve edebiyat dünyasını buluşturan “Şeylerin Tesellisi” sergisi, Pamuk’un yaratıcı dünyasında çok yönlü bir keşif vadediyor.

Bilge Karasu’nun İzinde: “Bilge Karasu’yu Düşünmek”

Metis Yayınları tarafından hazırlanan, Bilge Karasu’nun günlükleri, mektupları, not defterleri ve yapıtlarından pasajlar içeren “Bilge Karasu’yu Düşünmek” adlı sergi, 30 Kasım-27 Aralık tarihleri arasında Goethe Enstitüsü – Ankara’da sanatseverlerle buluşuyor. Geçtiğimiz yıl İstanbul’da yoğun ilgi gören bu sergi, şimdi de yazarın hayatının büyük kısmını geçirdiği Ankara’da, şehrin edebi mirasına katkıda bulunmayı hedefliyor.

Sergide, Bilge Karasu’nun terekesinden daha önce yayımlanmamış malzemelerle birlikte, kitaplarından alıntılar, kitap kapakları ve fotoğraflar da yer alıyor. Ayrıca, ziyaretçiler, Karasu’nun Loyola Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmayı ve İoanna Kuçuradi’nin onun edebiyatı hakkında yaptığı kısa bir konuşmayı izleyebilecekler. Bu özel sergi, Bilge Karasu’nun edebiyatına dair yeni bir bakış açısı sunmayı amaçlıyor.

Serginin açılış gününde, 30 Kasım Cumartesi günü 16.00-17.30 saatleri arasında bir panel düzenlenecek. Panelde, Jale Özata Dirlikyapan, Aytül Özüm ve Adem Gergöy, Savaş Kılıç’ın moderatörlüğünde, Bilge Karasu’nun yapıtları üzerinde derinlemesine tartışacaklar. Jale Özata Dirlikyapan, Troya’da Ölüm Vardı eserinin edebiyat tarihindeki yerini ve 50 Kuşağı öyküleriyle ilişkisini ele alacak. Aytül Özüm, Bilge Karasu’nun masallarını ve metin çözümlemesini tartışacakken, Adem Gergöy ise yazarın eserlerinde “Dokunsal Hayvanlar” temasını inceleyecek. Panelin ardından, Tansu Açık, Bilge Karasu için hazırladığı “Kırk Ambar” projesini tanıtacak.

“Bilge Karasu’yu Düşünmek” sergisi, 27 Aralık 2024’e kadar hafta içi ve hafta sonu her gün 10.00-18.00 saatleri arasında ücretsiz olarak ziyaret edilebilir. Yazarın edebi yolculuğuna dair önemli izler sunan bu sergi, hem Karasu’nun hayatına hem de onun edebiyatındaki derinliklere dair unutulmaz bir keşif fırsatı sunuyor.


*Görsel Goethe Institut resmi web sitesinden alınmıştır.

Boşluk ve Işık Üzerine Bir Yolculuk: Çubuklu Silolar’da “Boşluk” Sergisi

Beykoz’un kültür, sanat ve yaşam merkezi haline gelen Çubuklu Silolar, İBB Miras ve İBB Kültür iş birliğiyle ışık, mekân ve boşluk temalarını irdeleyen “Boşluk” sergisine ev sahipliği yapıyor. Sergi, 23 Şubat 2025’e kadar sanatseverlerle buluşacak.

“Boşluk” sergisi; Barış Çavuşoğlu, Berkay Tuncay, Buşra Tunç, ha:ar & Hakan Gündüz, MAOTIK & NikColk Void, media.tribe ve Meggie Weinheimer gibi çağdaş sanatçıların ışık ve mekân ekseninde ürettiği yenilikçi eserlerini bir araya getiriyor. 1930’lardan günümüze uzanan ve petrol depolarını mekân olarak kullanan bu yerleştirmeler, ışığın mekânı yeniden şekillendirme gücünü vurgularken mimari açıdan yeni olasılıklar sunuyor.

Sergi, ışığı yalnızca bir aydınlanma aracı olarak değil, mekânı ve zamanı yeniden yorumlayabilen bir unsur olarak ele alıyor. Bu bağlamda, sanatseverlere şu soruları yöneltiyor: Modern dünyada ışığın rolü nedir? Teknolojinin ışık ve gerçeklik algısını dönüştürdüğü bir çağda, ışık sanatta nasıl bir yere sahip?

Dijital teknolojilerle şekillenen ve bilimsel gelişmelerin sınırlarını zorlayan bu eserler, sanatseverleri ışığın gerçeklikten uzaklaştırma veya yeni gerçeklikler yaratma gücünü keşfetmeye davet ediyor.

“Boşluk” sergisini, pazartesi hariç her gün 10.00-19.00 saatleri arasında Çubuklu Silolar Dijital Sanatlar Müzesi’nde ziyaret edebilirsiniz.


Devamını Oku

20 Kasım, 2024

Tomris: Yalnızlaşmanın Adı

Tomris: Yalnızlaşmanın Adı

Hakkı Yüksel  |  Ed. Seda İstifciel

“Eski şeylerin hepsine veda etmek istiyorum. / Otuzların Kadını, Tomris Uyar”


Çalıştığım kız meslek lisesinde, Cumhuriyet Dönemi Türk yazarlarını anlattığım bir edebiyat dersinde öğrencilerimden biri hararetli bir şekilde parmağını kaldırarak bana şu soruyu yöneltti: “Hocam, bunların hepsi erkek! Bizim edebiyatta hiç kadın yazarlar yok mu?” Öğrencimin bu doğal bir feminist içgüdüyle yapmış olduğu sorgulaması ve eleştirel bakışı çok hoşuma gitti doğrusu. “Olmaz olur mu? Az, ama var tabii.” dedim. Neden az olduklarından, erkek egemen bir dünyanın edebiyat üzerinde de bir tahakküm oluşturduğundan bahsederek rastgele on kadın yazarımızın ismini tahtaya yazdım. Hepsinden kısaca bahsettim ve ilgilerini çeken birini seçip o yazar hakkında minik bir araştırma yapmalarını istedim. Gelen ödevlerin çoğu Tomris Uyar’ı seçmişti.

Her daim severek okuduğum Tomris Uyar, Türk öykücülüğünün başat isimlerinden biri. Yalın ve kıvrak üslubuyla ve müthiş kurgu yeteneğiyle kaleme aldığı hikâyeler, sıradan diyaloglarla bezeli olayların altında yatanları gün yüzüne çıkarma derdinde. Bu ülkede yaşayan bir kadın ve bir edebiyatçı olarak toplumun geçirdiği değişimlerin kendisinde bıraktığı izleri okuyucuyla buluşturmayı amaçlamış usta bir kalem. Bu izleri bir kelime cambazı olarak aktaran, gördüğü karanlık tabloyu kara mizahın aydınlık çakarlarıyla yansıtan, çocukluğundan beri içinde barındırdığı hınzır uyumsuzluğu bir yabancılaşmayla tamamlayarak modern edebiyatımızın ışıltılarından biri olmuş unutulmaz isimlerinden biri. Aynı zamanda usta bir çevirmen ve iyi bir eleştirmen. 

Bu nitelikli edebiyat insanını seçerek ödevini hazırlayan öğrencilerimin yazılarına attıkları başlıklar beni biraz düşündürdü: “Aşkından Deliye Dönülen Kadın”, “Büyük Şairlerin İlham Perisi”, “İkinci Yeni’nin Gelini” ve bunun gibi bir sürü iç burkan başlık… Bu başlıklar öğrencilerimin şüphesiz iyi niyetleriyle attıkları; ancak Tomris Uyar’ın edebiyatımızdaki kimliğini çok yanlış şekilde betimleyen nitelendirmeler!.. Sadece öğrencilerimin ödevlerinde değil Google aramalarında da bu türden başlıklar taşıyan akademi tezleri, saygın makaleler ve köşe yazılarına ulaşmak mümkün. Ne yazık!.. Tomris Uyar’ı kimliksizleştiren, onun varlığını erkek yazarlar üzerinden tanımlayan sorunlu, derhal düzeltilmesi gereken, korkunç bir bakış açısı… 

Bu değerli yazarımızı konu edinen bir tiyatro oyunu gördüğümde doğrusu heyecanlandım. Onca biyografik oyunu bünyesinde taşıyan tiyatro repertuvarımızda Tomris Uyar gibi nitelikli bir edebiyat insanını ele alan bir oyunun olmayışı üzüntü vericiydi. “Tomris”, Oda Tiyatrosu tarafından çeşitli sahnelerde uzun süredir seyircisiyle buluşan bir oyun. Adıyla oluşturduğu beklentiye tezat, Tomris Uyar’ın hayatını ele alan bir biyografik oyun değil. Ancak yazarımızın hayatıyla teğet noktalar barındıran başka bir kadın karakter üzerinden kurgulanmış ilginç bir performans.

Kaan Erkam’ın kaleminden çıkan ve Mehmet Ulay’ın yönettiği Tomris adlı oyunda sahnede Janset Paçal’ı görüyoruz. Oyun, televizyon ekranlarından gayet iyi tanıdığımız başarılı oyuncu Janset Paçal ile tiyatro sahnesi üzerinde yeniden tanışmamıza olanak sağlıyor. 

Kendini “Tomris Uyar” sanan bir akıl hastasının hastane odasındaki gündüz sayıklamalarına şahit oluyoruz oyun boyu. Janset’in performansı gerçekten göz alıcı. Hatta televizyon ekranlarından daha başarılı bir oyunculukla karşılaştığımı söyleyebilirim. Tek başına sahnede olmak, birden fazla duyguyu aynı anda hissettirmek, izleyicinin ilgisini sürekli canlı tutmak kolay değil. Ancak Janset Paçal, güçlü oyunculuğuyla bu zorluğun üstesinden gayet başarılı bir şekilde geliyor. Karakterin dengesiz halleri komik olduğu kadar trajik yönleriyle de derinlemesine ele alınmış. Sahnedeki jest ve mimikleri, bir delinin karmaşık iç dünyasını başarılı bir şekilde yansıtıyor. 


Sahnede kullanılan dekor oldukça minimalist. Ortada dikey pozisyonda bir yatak görseli, yatağın sağında ve solunda metnin olay örgüsüne uygun şekilde çeşitli zamanlarda kullanılan iskemlelerle sade bir düzen oluşturulmuş. Oyunun başlangıcı hayli yüksek ve etkileyici. Janset Paçal’ın gölgelerle yatak dekorunun arkasında yaptığı ve oyun karakterinin iç dünyasını hissettirdiği dans gerçekten etkileyici. Kadını konu alan ve patriyarkal sisteme karşı bir duruş sergilemeyi amaçlayan oyunlarda bu tür dans veya müzik performanslarını önemsiyorum. Çünkü bu konu dille ifade edilmeye kalkıldığında yine dilin kendi sistemi içindeki erkek hegomonik söylemlerin içine sıkışılacaktır kaçışı olmaz bir biçimde. Bu göstergesel anlam açısından zengin ve fazlasıyla yüksek başlangıç aynı zamanda izleyicinin oyuna odaklanmasını da sağlıyor. Hayli ilginç makyaj ve kostümü de karakterin delilik halini vurgular nitelikte. Oyunun makyaj ve kostüm aşamasında yine medyatik bir ismin imzası var: Kemal Doğulu. Kemal Doğulu oyunun sanat yönetmenliğini üstleniyor. Başarılı, değişik ve dikkat çekici bir iş çıkardığı söylenebilir.

Makyaj, kostüm ve dekor konusunda anlayabildiğim kadarıyla bir iş birliği de mevcut. Oyuncu Janset’in müdahaleleri ve tercihleri de önemsenmiş. Çoğu şey başarılı bir şekilde kotarılmış. Ancak oyun içindeki değişken renkli ışıklandırmalar, oyunun ortasında sahneye getirilen kocaman aynalı masa, sahne üzerinde anlamlı göstergeler halinde kullanılamıyor. Birçok oyunda kullanılan kişisel yüzleşmeler ve iç hesaplaşmalar sekanslarındaki ayna klişesi bu oyunda da tekrarlanmış. Oyundaki bazı göstergeler sahneye aksiyon katmaktan öte performansa yeni bir anlam katkısı sunmuyor. 

Oyun metni kara komedi ile dram arasında gidip gelmekte. Tomris Uyar’ın hayatına yapılan göndermeler ve sahne üzerinde İkinci Yeni’den okunan şiirlerle Tomris’in hayatına ufak da olsa değen bir metin. Ancak karakter neden kendini “Tomris” sanıyor, delirmesinin nedeni tam olarak ne, sürekli tekrarlanan “Sen Tomris değilsin!” lafının derinlikli bir alt anlamı var mı gibi sorulara cevap bulunamadan oyun bitiyor. Bu anlamda metni çok başarılı bulmadığımı belirtmeliyim. Metin, dramaturjik bir düzenlemeye tabii tutulsa ayakları yere daha sağlam basan ve alımlayıcısıyla bağını daha net bir yerden kurabilen, daha güçlü bir metne dönüşebilirdi. Bunun yerine zorlama aforizmalarla ve gereksiz kafiyelerle dolu şiirsel bir yığına evrilmiş. Kaldı ki Tomris Uyar’ın kendisi kayıtlı röportajlarında da belirttiği üzere bu “şairanelikten” tiksinircesine nefret eder. 


Oyunun metniyle alakalı başka bir problem daha mevcut. Metin söylemini erkekler üzerinden kurmuş ne yazık ki… Bunun üzerinden kurulan gözlem ve espriler seyircide karşılık buluyor dürüst olmak gerekirse. Ancak Tomris Uyar’ı hayatta zorlayan şey, onu yalnızlaştıran, onu yabancılaştıran, bir uyumsuz hâline getiren şey erkekler değil “erkeklik” ti. Oyundaki karakterin de metnin kurgusu içinde gri bir alanda olmasına rağmen bu sebeple delirdiğini varsayıyorum. Oyun, söylemini toplumsal cinsiyet merkezli bir yerden kurabilseydi ve dilin ataerkil işleyişini yeniden üretmeden bir söylem üretebilseydi, belki oyunun açılış sekansındaki dans performansı gibi yenilikçi başka buluşlarla zenginleştirilebilseydi vermek istediği mesajı daha kuvvetle aktarabilirdi şüphesiz. 

Oyunun süresi elli beş dakika. Yani eksikliklerine rağmen seyircisini asla sıkmıyor. Yarım Elma, Ayrılsak da Beraberiz gibi popüler televizyon işlerinden tanıdığımız Janset Paçal’ı sahnede görmek ve etkileyici performansıyla büyülenmek için izlenmesi gereken bir iş. Ayrıca salondan çıkanların oyunda sürekli duydukları ve kulaklarında oyun sonrasında da yankılandığına emin olduğum “Sen Tomris Uyar değilsin!” repliği, belki bir kısmın “Peki bu Tomris Uyar kimdir?” şeklinde merakını celbedebilir. Kadınların patriyarkal bir sistem içinde kimliksizleşip delirmedikleri güzel bir dünya umuduyla…

(*Yazıdaki oyunla ilgili görseller ve afiş, Janset Paçal’ın resmî instagram hesabından alınmıştır.)


Devamını Oku