Kumru Yaren Cengiz | Ed. Seda İstifciel
İBB Miras’ın İstanbul’a kazandırdığı Ataköy Baruthane’de yeni bir sergi sizleri bekliyor: “Bir Kere Oldum, Bin Kere Doğdum”
Küratörlüğünü Ceylan Önalp’in üstlendiği, sanatçı Deniz Doğruyol’un "Bir Kere Oldum, Bin Kere Doğdum" başlıklı sergisi; “doğmak” ve “olmak” kavramları etrafında, yaşamın, bedenin, belleğin ve malzemenin iç içe geçen dönüşümlerine odaklanıyor. Yalnızca bakmaya değil; durmaya, yazmaya, dilek tutmaya ve hatırlamaya davetlisiniz. Deniz Doğruyol ile gerçekleştirdiğimiz bu röportaj Decollage Blog'ta sizlerle. Keyifli okumalar dileriz.
-Öncelikle sizi biraz tanıyabilir miyiz?
İzmir doğumluyum. Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde fotoğraf eğitimi aldım. Los Angeles’ta resim üzerine eğitim alırken, bugün hâlâ üretimlerimi sürdürdüğüm Dadaistudio’yu kurdum. 2018’de İstanbul’a geri döndüm. İşlerimi üretirken hayatın içinden geçen benin kişisel deneyimlerimden, yaşadığım coğrafyanın, dünyanın ve zamanın bıraktığı izlerden besleniyorum.
Farklı disiplinlerde çalışırken hem kendi iç dünyamın hem de kolektif hafızanın katmanlarını görünür kılmaya, yaşadığım dönüşümleri ve tanık olduklarımı formlara dönüştürmeye odaklanıyorum. Bunu yaparken, hayata hem gerçekçi hem de umutla bakan bir yerden; kendi ‘pozitif ütopyamın’ ışığından bakmayı önemsiyorum.
- “Bir Kere Oldum, Bin Kere Doğdum” başlığı, hem kişisel hem de kolektif bir hikâyeyi çağrıştırıyor. Bu ifade sizin için hangi duygulara ve düşüncelere karşılık geliyor? Sergide “doğmak” ve “olmak” kavramları iç içe geçiyor. Bu ikiliyi işlerken, kişisel deneyimleriniz mi yoksa daha evrensel bir bakış mı ağır bastı?
Kişisel deneyimlerimin sonucunda vardığım evrensel bir bakış pratiği diyebilirim. Üç yıl önce, Paul Klee’nin Sanat Öğretisi ve Kuramı kitabını okurken Goethe’den bir alıntıya rastladım: "Hiçbir şey durağan değildir; her şey hareket halindedir, oluşan her şey dönüşür. Doğayı canlı görmek istiyorsak, önümüze koyduğu örneği izleyerek esnek ve şekillendirilebilir olmalıyız."
Bu söz, beni insanın metamorfozu üzerine düşünmeye yöneltti. Erken ve muhtaç doğan birkaç türden biri olarak insan; konuşmayı, yürümeyi ve varoluşun pek çok deneyimini sonradan öğrenir.
Bu fark ediş, beni hayat boyu süren dönüşümün kaçınılmazlığına dair; kendimi bildim bileli sorguladığım ve kendimle çalıştığım bir konu olarak, başka bir eşiğe taşıdı.
Kendimde, çevremde, toplumlarda ve hayatın her alanında dönüşümü izlerken; doğanın sessiz, kusursuz kabulle sunduğu mucizevi aynada hepimize dair izler gördüm. İşte bu sergi, kendi fark edişlerime ve dönüşüm süreçlerime dair bir bellek yoklaması olarak doğdu çünkü benim hikâyemin içinde hepimizin hikâyesi vardı.
- Ataköy Baruthane, güçlü bir tarihsel hafızaya sahip bir mekân. Burada sergi açmak eserlerinizin algısını nasıl etkiledi?
Ataköy Baruthane, 18. yüzyılın sonlarında Osmanlı döneminde barut üretmek için kurulmuş. Tarihi boyunca büyük patlamalar ve yangınlar yaşamış; kimi zaman tamamen yıkılıp yeniden inşa edilmiş, defalarca küllerinden doğmuş bir mekân. Bugün ise İBB Miras’ın bize kazandırdığı değerlerden biri olarak müze işlevi görüyor.
Serginin ruhuyla Baruthane arasında güçlü bir bağ var: Bir zamanlar savaşa hammadde üreten, yok oluşun eşiğinden tekrar tekrar varlığa dönen bu yapı, şimdi ‘kabulün dönüştürücü gücünü’ anlatan bir sergiye ev sahipliği yapıyor. Bu buluşmanın çok anlamlı olduğunu düşünüyorum; sergi kendi mekânını buldu inancındayım.
-Serginizde izleyiciyi yalnızca “bakmaya” değil; “durmaya, yazmaya, dilek tutmaya” davet ediyorsunuz. Bu aktif katılım fikri nasıl şekillendi?
Küratörüm Ceylan Önalp ile kurguyu oluştururken en çok önem verdiğimiz şey, serginin duygusunu bizim hissettiğimiz gerçeklikle izleyiciye de aktarabilmekti. Sergiye yerleştirdiğimiz kalp atışı sesi, çocukluğumuzun tuzluk oyunu ve dilek ağacı; izleyiciye dingin bir düşünce alanı açmak, onu kendiyle buluşmaya davet etmek ve kendi ‘mümkünlerine’ kapı aralamak için serginin bir parçası oldu.
Bu öğeler, serginin ruhu için de birer durak gibi; izleyicinin temposunu yavaşlatan, bakışını içe çeviren ve kendi hikâyesinin kapılarını aralamasına alan tanıyan unsurlar. Böylece mekân, yalnızca eserlerin görüldüğü bir yer değil; kişinin kendine dokunabildiği, kendi dönüşümünü fark edebildiği bir iç yolculuk alanına dönüşüyor.
-İşlerinizde beden çoğu zaman hem bir başlangıç noktası hem de bir hafıza mekânı gibi duruyor. Beden ve bellek arasındaki bu bağı nasıl kuruyorsunuz?
Beden, benim için hem ilk ev hem de arşiv; hafızanın sessiz ama hiç susmayan anlatıcısı. Zamanın, duyguların ve dönüşümlerin izlerini katman katman taşıyor. Her iz, bir hikâye ya da unutulmuş bir duygunun gölgesi gibi; bazen görünür, bazen bastırılmış. Benim yaratım sürecim, o izleri yeniden okuma, dokunma ve görünür kılma çabası.
Bedenle bellek arasındaki bağ, yalnızca geçmişin kayıtlarını taşımakla ilgili değil; aynı zamanda her an yeniden yazılabilen bir hikâye olmasıyla da ilgili. Bu yüzden beden, hem geçmişin yükünü hem de geleceğin ihtimallerini aynı anda barındıran, yaşayan bir hafıza mekânı.
-Jung’un arketipleri ve özellikle “gölge” kavramı işlerinizde güçlü bir şekilde hissediliyor. Bu kavramlarla çalışmak sizin kişisel yaratım sürecinizi nasıl etkiliyor?
Jung'ın Arketipleri kollektif bilinçdışında insanlığın ortak rüyaları, evrensel sembol, inanışlar, davranış biçimleri, deneyimler, gölge ise o rüyaların karanlıkta kalan sahnesi.
Yaratım sürecim, bu sahnenin tozunu üfleyip hem kendi hem de kolektif bilinçte saklı "sınırlarımız" diye de nitelendirdiğim imgeleri gün ışığına çıkarma dürtüsü sanıyorum.
Onlarla çalışmak, kendi karanlığıma bakmamı ve oradaki yaratı gücünü ortaya çıkarmamı sağlıyor.
-Papier-mâché tekniğini sıkça kullanıyorsunuz. Bu malzemenin sizin için sadece teknik değil, aynı zamanda bir düşünme biçimi olduğu söylenebilir mi?
Paper mâché, zihnimdeki akışa uyum sağlayan; sürekli dönüşen, şekillenen, katmanlı ve düşünceyle birlikte form değiştiren bir ifade aracı. Onunla çalışmak, fikirlerimin ellerimle buluşup, dönüşmesi gibi. Her katman, hem malzemenin hem de düşüncenin başka bir hâlini ortaya çıkarıyor. Bu süreçte malzeme bana direnç göstermez; aksine, esnek yapısıyla beni farklı ihtimallere davet eder. Dolayısıyla paper mâché, sadece bir teknik değil, dönüşümün ve uyumun somut bir karşılığı, yaratım sürecimde adeta düşüncenin forma bürünmüş hâli.
-Kırık, bozulmuş ya da “işe yaramaz” görülen objelerin yeni bir bedene dönüşümünde sizin için en büyülü an hangisi?
En büyülü an, belki de objenin eski hikâyesinden sessizce çekilip, kendini bambaşka bir varlığa teslim ettiği o eşik. O anda geçmişin yükü hafifler, anlam yer değiştirir ve malzeme yeni bir kimlik kazanır. Bu dönüşüm, yalnızca formun değişmesi değil; aynı zamanda objenin hafızasıyla yeni bir yaşam kurması, yeni bir hikayenin eşlikçisi olması. Bana göre bu, hem yaratımın hem de kabulün en kendini gösterir hali bu.
-Yaratım sürecinizde tesadüfe ne kadar yer veriyorsunuz, yoksa her dönüşüm önceden tasarlanmış bir sürecin parçası mı?
Yaratım sürecimde ‘tesadüf’ akışın gizli ortağı. Geldiğinde kapım sonuna kadar açık. Çünkü o anlar, planın öngöremediği sürprizleri taşır; malzeme, düşünce ve sezgi arasında yeni yollar açar. Bazen tesadüf, en doğru formu benden daha önce bulur.
-Sergide yer alan el yazısı cümleler, klasik açıklamalardan çok birer “yankı” gibi. Bu cümleleri seçerken hangi kriterlere dikkat ettiniz?
Cümlelerin hepsi, kendi hayat süreçlerimdeki iç çalışmalarımın birer iç konuşması. Onları seçerken, izleyicide uzun bir sessizlikten sonra gelen iç yankı gibi hissedilmesini istedim; bazen tek bir kelime, bazen kısa bir cümle ama mutlaka benim iç dünyamda derin bir çağrışım taşıyan ifadeler. Küratörüm Ceylan Önalp ile yaptığımız sohbetler sonrası, bu cümleleri el yazımla duvara yazmaya karar verdik. El yazısının kişisel ve tekil dokunuşu, izleyiciyle kurmak istediğim samimi bağın bir parçası oldu. Her zamanki pratiğimde olduğu gibi, bu yüzeyleri kendi hazırladığım renklerle kurdum; böylece renkler, tıpkı cümleler gibi, sürecin duygusal katmanlarını taşıyan yol arkadaşlarına dönüştü.
-Gölgeyle yüzleşmek, cesaret ve kırılganlık gerektirir. Siz kendi gölgenizle nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?
Gölgeyle ilişkim, ondan kaçmak değil ona yer açmak üzerine kurulu. Cesaretimle baktığım yerde kırılganlığımla dinlerim. Çünkü gölge, bastırılmış yanlarımın, korkularımın, öyle sandıklarımın ve görmezden geldiğim arzularımın taşıyıcısı. Onunla temas ettiğimde hem kendi sınırlarımı hem de potansiyelimi daha net görürüm. Orada bulduğum her şey işlerimin en sahici ve en dönüştürücü kısmını oluşturur.
-Her sergi bir kapanış gibi görünse de aslında bir sonraki sürecin başlangıcı oluyor. Bu sergi sizin için nasıl bir eşikte duruyor? “Bin kere doğmak” fikrinin ilerideki çalışmalarınızda nasıl bir yansıması olacağını öngörüyorsunuz?
'Bir kere oldum, bin kere doğdum’ benim için bu sergide tamamlanan bir hikâye değil; yeni doğumların başlangıcı. Bu sergi, geçmişten taşıdığım deneyimlerimin bir eşiği, ama aynı zamanda önümde açılan yeni yolların da habercisi. Bundan sonrası, o bin doğumun farklı yüzlerini keşfetmek, her birini hayata ve işlerime aktarmak için devam eden bir yolculuk olacak.
Hayata dair, hayatla birlikte.
-İzleyicinin bu sergiden çıkarken yanına almasını dilediğiniz tek bir his ya da düşünce olsa, bu ne olurdu?
Hayatın içinde defalarca doğabileceğimizi, her dönüşümün bizi özümüze biraz daha yaklaştırdığını hatırlamak.
Sergide eser künyelerinin olmadığını görüyoruz. Yerine kısa, şiirsel cümlelerin konması, izleyicinin sergiyi yorumlama özgürlüğünü nasıl etkiler ve bu tercih hangi riskleri barındırır?
Ceylan’la birlikte süreçte aldığımız bir karardı, Sergiyi, tek tek eserlerden ziyade büyük bir yerleştirme gibi kurguladık, İzleyici ile eserler arasına künyelerle sınır koymak yerine, onların mekânda özgürce dolaşıp, sanki kendiyle buluşmaya ya da kendi mabedine gelmiş gibi hissetmesini amaçladık.
Böylece her ziyaretçi, gördüğünü kendi hikâyesiyle tamamlayabilecek bir alan buldu.
Bu da benim sergide en önem verdiğim duygu idi.
-Figürleri oluştururken süreç kendiliğinden mi gelişti, yoksa her biri için önceden belirlenmiş bir hikâye kurgunuz var mıydı?
Benim çalışmaya başlama pratiğim; önce işleri hayalimde canlandırırım, üzerine düşündüğüm, hissettiğim tüm fikirleri yazar, eskiz veya kolajla işlerin bir taslağını çıkarırım. Süreç ilerledikçe bu fikirler arasından seçtiklerim olgunlaşır ve eserler o şekilde şekillenir. Sergi için de böyle oldu. Figürlerin hikâyesi en baştan belliydi, bazıları ise süreç içinde şekillendi veya elendi. Figürler de tıpkı insanlar gibi, yapım sürecinde de değişip kendi formlarını bulabiliyorlar, oralar da sürece teslim oluyorum.
-Bu sergi, sanatsal yolculuğunuzun hangi aşamasına veya dönüm noktasına denk geliyor?
Bu sergi, uzun süredir içimde olgunlaşan dönüşüm sürecinin görünür olduğu bir nokta. Kendi içsel yolculuğumda hem kırılmaları hem de yeniden doğuşları yaşadım. Bu çalışmalar, o birikimin dışavurumu ve yeni bir sayfanın başlangıcı gibi. Sanki uzun bir yolculuğun ardından kendi sesimi en net duyduğum yerdeyim. Bundan sonra bu sesin beni hangi yollara taşıyacağı ile ilgili heyecanlıyım.