31 Temmuz 2025 Perşembe

Mehmet Sadık Aman ile Edebiyat Kariyeri Üzerine

Kumru Yaren Cengiz  |  Ed. Seda İstifciel

Öncelikle sizi kısaca tanıyabilir miyiz?

“1990’da, Mersin’de, rutubette doğdum, rutubette büyüdüm. Yazmaya geç başladım.” Özgeçmişimin ilk iki cümlesi böyle… Bu iki cümleye ek olarak şunları söyleyebilirim: Gazeteciyim. Cumhuriyet gazetesinin kültür servisi muhabiriyim. Edebiyatın, sanatın tam ortasındayım. 

“Mezarlıkta Piknik” (2022, Cumhuriyet Kitapları) adlı bir öykü, “Onca Maviliğin İçinde Bozkırla Meşk” (2024, Mavi Gök Yayınları) adlı bir şiir kitabım var. İkisinden önce, Cumhuriyet döneminin ilk toplumcu gerçekçi yazarlarından Sadri Ertel’in, “Silindir Şapka Giyen Köylü” ve “Bacayı İndir Bacayı Kaldır” kitaplarını tek kitapta birleştirip (2022, Cumhuriyet Kitapları), yayına hazırladığım bir kitap var. 

2024’te, Türkiye’de 1035’ten 1956’ya kadar yayın yaşamını sürdüren, Necati Cumalı’dan Ceyhun Atuf Kansu’ya, Vedat Günyol’dan Samim Kocagöz’e dek birçok usta yazara ev sahipliği yapan “Yücel” dergisini miras kabul ederek, “Yeni Yücel” adıyla yeniden yayınladık. Şu sıralar çıkmıyor ama, yeniden kültür sanat dünyamıza adımını atacak.

“Mezarlıkta Piknik”te yalnızlık, ironi ve varoluş kavramlarını incelikli bir kurguya oturtuyorsunuz. Peki “yalnızlık" sizin için yalnızca bireysel bir duygu mu, yoksa kolektif bir çağ hastalığı mı?

En başında bireysel bir duygu. Büyük Türk ozanı Âşık Veysel’in “anlatmam derdimi dertsiz insana/ dert çekmeyen dert kıymetin bilemez” dizesinden yola çıkarsak eğer, buradaki yalnızlık; bir anlaşılamama kaygısı, derdin ne olduğunun görülememe çaresizliği, iyi insan olma çabasının hor görülme hali.

Ve pek tabii yalnızlık, kolektif bir çağ hastalığı. Postmodern tüketim toplumunun kodları, bireycilik ve hiperbireyciliğin yarattığı insanlardan uzaklaşma eğilimi, narsisizmin artık bir salgın boyutuna ulaşması… Cemil Meriç, narsisizm için “her çağda ve her ülkede bir entelektüel hastalığı” demişti. Günümüzde narsisizm, vasatlığın, tembelliğin, aidiyetsizliğin  hegemonyası altında, kültürel bir yaşantı biçimine dönüştü. Bence narsisizm, bireysel ve toplumsal yalnızlığımızın en önemli nedenlerinden birisi.


Şiirlerinizde halk kültürünü, bozkırı, doğayı yoğun biçimde hissediyoruz. Bu temalarla bir mekâna müdahale ederken nasıl bir bağ kuruyorsunuz? Mekân sizin için şiiri ya da öyküyü dönüştüren bir öğe midir? “Mezarlıkta Piknik”te kent, mezarlık, iç mekânlar ve doğa arasında gidip gelen bir mekân dokusu var. Bu fiziksel alanlar öykülerin ruh hâlini nasıl şekillendiriyor?

Yola çıktığımda, kendimi “toplumcu gerçekçi” bir yazar olarak muştuladım yazın dünyasına. Mekân, yaşamımızdaki gerçekliğin en büyük olgusu. Anılarımızın ev sahibi. Dolayısıyla toplumcu gerçekçi bir yazarın halk kültüründen, bozkırdan (ya da taşradan), gözlerimizin önünde yıllardır talan edilen doğanın haykırışlarından uzak olması beklenemez…

Diğer soruya gelince, kesinlikle mekân, şiiri/öyküyü dönüştüren bir öğe. Bazen şiiri öyküye, öyküyü şiire dönüştüren bir öğe. Buradan da gerçekçiliğin yazınıma yansımasına gelecek olursak, bir küçük örnek vermek isterim: Hissiyat olarak en değer verdiğim şiirlerimden birisi, esnaf lokantasında mercimek çorbası içilirken, lokantanın hoparlörlerinde Yedi Karanfil grubunun “Kütahya’nın Pınarları” türküsü yankılanırken yazıldı…

Nereye dokunuyorsam, nereyi işitiyorsam, nereyi görüyorsam, nereyi hissediyorsam, nerenin kokusunu duyuyorsam; orası kayda değer bir mekândır. Şehirler, yollar, mezarlıklar; biziz. İçindeyiz. Her yerin bir ânı, her ânın bir ruhu ve her ruhun bir derdi var. Gerçekle temas, yazın yaşamımın olmazsa olmazı. Yazarken gerçeküstü ya da fantastik evrene dalsam bile, gerçekle ilintisini muhakkak kurmak dileğiyle başlıyor satırlar. Dolayısıyla aslında ben mekân seçmiyorum, mekân beni seçiyor.

Şiirinizde ve öykülerinizde görülen “kavga” hâli, günümüz sanat ortamında çoğunlukla imgeyle veya sessizlikle ikame ediliyor. Siz bu durumu bir kaçış olarak mı yoksa yeni bir direniş biçimi olarak mı görüyorsunuz?

Çok yerinde bir Hasan Hüseyin Korkmazgil dizesi iliştirelim buraya: “bir de bir kavga var ki adı yaşamak/ o kavgada yenilip düşmemenin yolu/ ormanlarca uğultulu/ sularca gürül gürül/ durmak güneşe/ o kavgadan vazgeçmeyin çocuklar”. Sessizliğin ya da yalnızca yazanın anlayabileceği bazı imgelerin “bir direniş biçimi” olduğu önermesine uzağım. Kavga gürültülüdür. Kavga serttir. Kavga isyandır. Kavga taraflıdır. Yazar bu kavganın neresindedir? Bunu bilmek, okurun en doğal hakkıdır… Ahmet Telli’nin “hüznün isyan olur” şiirine de gönderme yaparak, “kavgadan uzak kalmak, sevdadan da uzak kalmak”tır.  

“Mezarlıkta Piknik”te ölüm fikri yalnızca son değil, başlangıç gibi de okunabiliyor. Öykülerinizi kurarken bu “tersine işleyen” zaman duygusu nasıl şekilleniyor?

Her son bir başlangıç çünkü…

Kül Tigin Anıtı’nın kuzey yüzünde geçen şu cümleyi okuduktan sonra, zaman algım tersine değişti: “Zamanı Tanrı yaşar, insan oğlu hep ölmek için türemiş.” Yaşanan an/lar gelip geçici, mesele zaman mı, yaşananlar mı? Ölüm var, bu gerçekle yüzleştiğimde zamanın aslında ne kadar değerli olduğunu da öğrenmiştim…

Bazı öykülerinizde hafıza ve unutuş birbirini kovalayan iki tema gibi duruyor. Bu kitapta sizce daha baskın olan hangisi: Hatırlamak mı, unutmak mı?

Hatırlamak diyelim. Unutmak ve unutulmak, bu yaşamın insan psikolojisi üzerindeki en yıpratıcı durumlardandır dersek, yanılmış olmayız sanıyorum… Nihat Behram’ın şu dizeleri çınlıyor kulaklarımda: “hatırlamak/ kirli bir paçavra gibi/ ateşten bir yumak gibi dolduruyor içimi/ karanlık bir mahzenden kurtularak/ uzaklara açılan/ ufacık pencereler bulmalıydım dağ eteklerinde/ bağırmak için; kalbimin karanlık olmadığını”… 

“Bozkırla meşk” hâli, bir tür içsel yolculuk ya da yüzleşme gibi okunabilir mi? Şiirinizde ya da öykünüzde yüzleşmekten özellikle kaçındığınız bir “alan” var mı?

Hiçbir şeyden kaçınmıyorum. Yalnızca zamanının gelmesini bekliyorum. Yüzleşmek büyümenin, olgunlaşmanın en önemli adımı. Büyümekten korkmuyorum…

Bozkırla meşk, akla gelen ilk haliyle, “öğrenmek” hali. Maviliklerden uzakta, bozkıra ilk adım attığım anda yaşamı öğrenmeye başlamıştım. Öğrenmeye devam ediyorum…

“Bozkır benim başka bir denizim” diyorsunuz. Peki şiirinizin denizi ile öykünüzün bozkırı arasında nasıl bir iklim farkı var? Hangisinde daha çok savruluyorsunuz?

Şiir benim maviliğim, öykü benim bozkırım diyebilirim. Şiirde kendimi daha özgür hissediyorum, öyküde biraz daha oturaklı, sessiz.

Şu sıralar şiirin sularında yüzüyorum…


Öykülerinizi yazarken özellikle dikkat ettiğiniz bir anlatım biçimi veya teknik var mı?

Sinemayı çok seviyorum. Öykü fikri aklıma düşünce, önce o öykünün filmini uyarlıyorum usumda. Ardından kalem ve kâğıda sarılıyorum. Öyküyü yazarken, okuyucu sanki bir sinema salonundaymış gibi hissetsin istiyorum. Dolayısıyla biraz senaryo tekniğiyle de kurgulamaya çalışıyorum öyküleri.  

Kendi çocukluğunuz veya yaşam deneyimleriniz yazdığınız öyküler üzerinde nasıl bir etkide bulundu?

Etkisi hep üzerimde. Hepimizin çocukluğunda küçük ya da ağır yaralar vardır. Doğrudan bizim yaşadığımız ya da yaşayan başkalarına şahit olduklarımız… Çağımızın dillere pelesenk olan diğer tabiriyle: “travma”larımız. Mesele şu: Travmalarımızla mı yaşayacağız, travmalarımıza rağmen mi yaşayacağız? Bu tercih, yaşamda her şeyde olduğu gibi, yazına da etki ediyor. Anlatıyı, tercih ettiğiniz yolun güzergâhıyla şekillendiriyorsunuz. Ben, travmalarıma rağmen yaşamayı, travmalarıma rağmen yazmayı tercih edenlerdenim.

Günlük hayatınızda ya da mesleğinizde karşılaştığınız hangi gözlemler sizi yazmaya itti?

Sahada olan bir muhabir olarak, öykü ya da şiire malzeme olacak o kadar çok olaya şahit olabiliyoruz ki… Hangi birisini sayayım? Ancak, Mezarlıkta Piknik’teki “Oklava” öyküsünün yazılışı buna örnek olabilir. Gazetedeki yazı işleri editörlüğüm sırasında, sayfamdaki bir haberi okurken, kelimenin tam anlamıyla dehşete düşmüştüm. Bir kadın, gerici aile üyeleri tarafından, gerici bir hocanın “cin çıkarma seansı”nda, sırtına vurulan 100 oklava darbesiyle yaşamını yitirmişti… Yıllar önce ustamız Osman Şahin, bir gazete kupüründen yola çıkarak “Kırmızı Yel” öyküsünü yazmıştı, yıllar sonra o öykü, Atıf Yılmaz’ın kadrajıyla “Adak” filmine dönüşmüştü…

Türkiye’de çocukluk, kadınlık ve toplumsal baskılar bağlamında edebiyat ne kadar cesur? Siz bu cesareti gösteren yazarlar arasında kendinizi nasıl konumlandırıyorsunuz? Yayımladığınız metinlerde “şairin görevi”ne de sıkça gönderme yapıyorsunuz. Bugün edebiyatın ve sanatın “görev” bilinciyle ilişkisinde nasıl bir çözülme ya da dönüşüm görüyorsunuz?

Edebiyat özünde cesur ancak edebiyatı araç olarak kullanan yazarlar, en az edebiyat kadar cesur mu? Bence cesur olanlar var. Ancak bu oran çok az. Zaten edebiyatımızın en önemli sorunu bu: Çağına uzak, toplumuna yabancı, bencilliğine hoşgörülü yazarlar çokluğu. 

Ben kendimi, Albert Camus’nün baktığı yerde konumlandırıyorum: “Tehlikelere göğüs germekten başka çaremiz yok: Köşesinde oturan sanatçılar çağı geçti. Kırılmak, dünyaya küsmek de yok. Sanatçının kolayca düşeceği durumlardan biri kendini yalnız sanmaktır. Ona yalnız olduğunu bağıra bağıra söylemekten oldukça pis bir zevk alanlar da çıkıyor. Ama, aslında hiç de öyle değil; sanatçı herkesin ortasında, bütün çalışan ve savaşanların ne üstünde, ne altında, onların tam hizasındadır. Yapmaya geldiği iş, baskı karşısında zindanları açmak, herkesin derdini ve sevincini dile getirmektir. Bu işte sanat, düşmanlarına karşı, kendinin kimseye düşman olmadığını göstererek haklı çıkar.”

Şairin görevi, asırlardan beri zordur. Özellikle bu topraklarda. Nice şair zulüm görürken kimileri saray odalarında gününü gün etmiş… Mesele zulmün gölgesinde kan banyosuyla ruhunu zalimleştirmeye devam eden efendilere yaranmak mı, yoksa bu zalimlerin karşısında saf tutan, kaleminin ucunu bileyenlerden olmak mı? İşte burada Victor Hugo ışık oluyor bize: “ışık saçıyor şair sonsuz gerçek üstüne/ ışık saçıyor şair, saçıyor alevlerini, / olağanüstü bir aydınlıkla ruhumuz/ için ışıl ışıl parlatıyor gerçekleri”… 

Yeni kuşak şiiri “ruhsuz, kavgasız ve mekanik” bulduğunuzu dile getirmişsiniz. Peki bu kuşağın sesine tamamen mesafeli misiniz yoksa içinde bir kıvılcım gördüğünüz şairler/metinler de var mı?

Elbette tamamen mesafeli değilim. Vaktim ve dimağım elverdikçe yazılan tüm öyküleri ve şiirleri okumaya gayret ediyorum. Ancak görüyorum, hissediyorum…

“Kıvılcım gördüğüm…” önermesiyle başlarsam cümleye, kendimi otorite yerine koyan, “ukala bir herif” olarak yansıtırım. Öyle değilim. Şiirine yakın hissettiğim çağdaşlarım”dan bahsedebilirim belki… İlk aklıma gelenleri sayabilirim: Raşit Ulaş, Üveys Ülker, Oğuz Ertürk, Ersin Kartal, R. Ozan Kartal, Metin İpek, Süreyya Altunkara, Ekim Neslihan Magunacı…

Yeni projeleriniz var mı? Yazarlıkta gelecek hedefleriniz neler? Yazarlık yolculuğunuzda ilerlerken en büyük hayaliniz nedir? Kendi eserlerinizin gelecekte nasıl anılmasını istersiniz?

Şiir yazma arzum, son zamanlarda beni hiç rahat bırakmıyor. Öyküyü bile ikinci plana sevk etti. İmgelerin rüzgârına bıraktım şu sıralar ruhumu. Bazıları yayımlanıyor, bazılarını saklıyorum… Yeni bir şiir kitabı elbette olacak ama yakın zamanda pek ihtimali bulunmuyor. Bir araştırma-inceleme kitabının araştırma safhasındayım, biraz zaman alıcı bir iş. Bu yolculukta şiirin yorgunluğumu aldığını hissedebiliyorum, heybemde eksik etmiyorum. Fakat öykü de yazmalıyım, biliyorum. Yazmaya başladığım, yarıda kalan, üzerinden geçilmesi gereken, hiç başlamadığım öyküler var. Sırası gelince onlara da muhakkak girişeceğim.  

En büyük hayalim, “anlaşılabilmek”. Bütün mesele bu…

Ürettiklerim içinse “toplumun dertlerine, yaralarına eğilen, kavgadan kaçmayan, haksızlığa, hukuksuzluğa ses yükselten eserler” denilirse, sanıyorum görevimi yapmış olmanın huzurunu yaşarım…

 

Yorumunuzu bırakın