Kumru Yaren Cengiz | Ed. Seda İstifciel
Elif Soykan, ilk kitabı 'Ben Ne Zaman İnsan Olacağım?' ile edebiyat dünyasına mizahi ve felsefi bir giriş yaptı. Yaşamda sonsuz bir yolculukta olduğumuz fikrini temel alan Soykan, hem eğlendiren hem de düşündüren kitabında tek amacı “insan olmak” olan bir ruhun varoluş yolculuğunu anlatıyor. 'Ben Ne Zaman İnsan Olacağım?' üzerine Elif Soykan ile gerçekleştirdiğimiz bu röportajımız için keyifli okumalar dileriz.
*Fotoğraf: Deniz Özgün
1. Öncelikle sizi biraz tanıyabilir miyiz?
Karadenizli akademisyen bir baba ve İskenderunlu manken bir annenin çocuğuyum. İki ayrı dünyanın arasında büyüdüm diyebilirim. Evde sürekli entelektüel sorgulamalarla iç içeydik. Babamın dünyası bambaşkaydı; ara ara girip çıkabildiğimiz bir evren gibiydi. Çoğu zaman anlamazdık ama o da buna takılmazdı.
Ortaokul yıllarından beri hikâyeler, senaryolar yazıp yarışmalara gönderirdim. Yazmak hep vardı aslında; sadece adını koymam zaman aldı. MSGSÜ’de Sosyoloji okuduktan sonra Sinema&Televizyon eğitimi almak için Los Angeles’a gittim. Uzun yıllar İstanbul ve LA arasında gidip geldim. Film setlerinden reklam ajanslarına, kültürel adaptasyon koçluğundan eğitim projelerine kadar pek çok farklı alanda çalıştım. Hâlâ da çalışıyorum.
2. Sinema eğitiminiz var, edebiyata da güçlü bir giriş yaptınız. Bu iki anlatı formu sizin yaratım sürecinizde nasıl çakışıyor ya da ayrışıyor?
Tamamen iç içeler. Ben kitap okurken bile yazılanı zihnimde sahne sahne canlandırarak okurum. O yüzden hızlı okuyamam; çünkü kafamda sürekli bir film çekiyorum. Yazmak da aynı bu süreç gibi, benim için. Bir oyun alanı. Kural yok, sınır yok. Sadece yaratım var—ve müthiş bir sessizlik.
3. Mizah dilini kontrollü bir dozda kullandığınız görülüyor. Özellikle felsefi içeriğin ağırlığını hafifletmek için mi mizaha başvurdunuz, yoksa bu sizin yazma refleksiniz mi?
Ben mizahla düşünmeyi seven biriyim. Hayatı ciddiyetle yaşamaya mesafeliyim ama hafife de almam. Zaten hayatın ağırlığıyla baş etmenin en zarif yollarından biri mizah bence. O yüzden yazarken de otomatik olarak içime sinen ton hep mizahla iç içe oluyor.
Mizah, önce benim için bir savunma mekanizmasıydı. Hayatta olup bitenle başa çıkabilmek için geliştirdiğim bir içsel refleks. Ama sonra bunun sadece bir kaçış değil, aynı zamanda güçlü bir anlatım biçimi olduğunu fark ettim. Zamanla bilinçli olarak yazdıklarıma da yerleşti. Uzun süre köşe yazıları yazdım, absürtlükle uğraşmak hep eğlenceli geldi bana.
Ben Ne Zaman İnsan Olacağım? gibi derin ve çok katmanlı bir konuyu, hele ki ruh–zihin–beden ilişkisini, didaktik veya akademik bir dille değil; daha erişilebilir, samimi bir yerden anlatmak istedim. Mizah, okurla aramdaki mesafeyi ortadan kaldırıyor. Gülümserken bir şeyin içine sızmak çok daha etkili oluyor. O yüzden bu, benim hem yazma refleksim hem de bilinçli bir tercihimdi.
4. Kitabınızda türler arası geçiş dikkat çekiyor: Alegori, fabl, felsefi roman ve absürt edebiyat arasında salınan bir yapı var. Bu çok katmanlı formu nasıl inşa ettiniz? Başlangıçta türünüz net miydi?
Açıkçası hiçbir türü hedef almadım. Hikâye kendi yolunu çizdi.
Baş karakterim-ruh: Öz 1789’un hayalini gerçekleştirmesine yardım etmek istiyordum. O bölümde ne gerekiyorsa onu yazdım. Alegori gerekiyorsa alegori, felsefe gerekiyorsa felsefe... Zihnim de zaten düz ilerleyen bir yapıya sahip değil. Bazen metaforik, bazen absürt bir dil kendiliğinden çıkıveriyor. Yazarken tür düşünmedim; yazdıktan sonra da etiketlemek istemedim.
5. Zamanın doğrusal ilerlemediği, yer yer iç içe geçen bir yapı var kitapta. Bu kurguyu inşa ederken nasıl bir yol haritanız vardı? Hikâyeyi yazmadan önce bir zaman şeması ya da akış planı oluşturdunuz mu?
Ben biraz dağınıklığın içinde düşünen biriyim. Ama bu dağınıklık kaotik değil; organik. Zihnimde bir yapı vardı elbette ama bu, çizilmiş bir plan gibi değil—daha çok hislerle örülmüş bir iskelet gibiydi. Ne anlatmak istediğimi, karakterin nereye evrileceğini, nasıl bir duygu atmosferi yaratmak istediğimi biliyordum. Ama baştan sona çizilmiş bir yol haritam yoktu.
Kitapta zaman, sizin de belirttiğiniz gibi doğrusal değil. Döngüsel bir akışla ilerliyor. Geçmişle gelecek birbirine karışıyor. Zaten ruhun zaman algısı da bizimki gibi işlemiyor. Ben de o ruhun ritmine uyum sağlayarak yazmaya çalıştım.
6. Bu hikâyeyi ilk başta bir sinema filmi olarak düşündüğünüzü söylüyorsunuz. Kitabı yazarken hangi sahneler gözünüzde netleşti?
Ben Ne Zaman İnsan Olacağım?’ın ilk tohumu Sinema & TV eğitimi alırken bir fotoğraf dersinde atıldı. Final ödevi için birbirinin devamı olan dört kareyle bir hikâye yaratmamız istenmişti. Ben de bir elma, bir ağaç, bir karınca ve kendi fotoğrafımla bir hikâye kurguladım. Çektiğim kareler ve yazdığım hikâye o zaman sadece bir ödevdi. Ama yıllar sonra fark ettim ki o kareler zihnimde çoktan bir evren yaratmış. Ve o evren, zamanla kitaba dönüştü. Kitabı yazarken de dolayısıyla sahneler zaten zihnimde çoktan çekilmişti. Sadece yazıya dökülmeyi bekliyorlardı.
7. Sahneleri, karakter geçişlerini ve anlatıcı sesini düşündüğümüzde bu kitap ileride bir animasyon ya da deneysel video-art formunda da karşımıza çıkabilir mi?
Çok istiyorum. Hatta kitabın çıkışıyla birlikte animasyonlar hazırlattım. Çünkü bu hikâyeyi anlatırken zihnimde çok net bir görsellik oluşmuştu. Okuyucunun da o çizgileri benimle birlikte görmesini istedim.
Animasyonlar tek bir çizgiyle başlıyor. O çizgi sürekli değişen formlara giriyor çünkü ruhu temsil ediyor. Ruh, bir bedenden diğerine geçiyor, şekil değiştiriyor ama kendisi değişmiyor. Bu görsel form, aslında kitabın temel felsefesini çok sade bir dille aktarıyor: Ruh sabit, deneyim akışkan. Zihin, formu yönetiyor. Beden, o formun yansıması oluyor.
8. Kitapta yer yer doğayla iç içe geçmiş bir bilinç görüyoruz: bir ağacın kökü, bir pazar tezgâhı ya da bir kedinin sessizliği... Bu parçalı doğa-insan-zihin ilişkisini bilinçli mi kurguladınız?
Bu bilinçli kurgu daha çok sezgisel bir yerden geldi. Ben doğayla konuşan bir çocuktum. Küçükken çarptığım bir masaya bile “pardon” dediğimi hatırlıyorum. Bugün hâlâ bir nesneye ya da hayvana içsel bir bağla yaklaşıyorum. Beden dediğimiz şey de sadece insan bedeni olmadığından bir elma da bir kedi de bir çiçek de “beden”dir. Ruhun konakladığı yer sadece insan vücudu değil; doğanın her köşesi olabilir.
Kitapta bunu özellikle işlemeye çalıştım çünkü ruhun yolculuğunu anlatırken sadece insan merkezli bir dille anlatmak bana eksik geldi. Zihin–ruh–beden üçlüsünü anlatırken, doğayı da bu sistemin parçası olarak göstermemek olmazdı.
9. Kitabınızda döngüsel zaman, yeniden doğuş gibi kavramlar yer alıyor. Siz kendi yaşamınızda bu tekrarlar döngüsünü ne zaman fark ettiniz?
Çok net bir anı yok ama küçük tekrarların büyüyerek önüme çıktığını söyleyebilirim.
Bir insanla yaşadığım bir çatışma, sonra başka bir yerde başka biriyle benzer biçimde karşıma çıkıyor. Aynı duygular, aynı baş etme biçimleri… Ve sonunda anlıyorum ki bu bir “tekerrür” değil; bir “fırsat.”
Döngülerin içinde bazen kayboluyoruz ama bir noktada o döngüye dışarıdan bakmaya başladığında—işte o an bilinç devreye giriyor. Bu farkındalığı yaşadığımda, artık olaylarla savaşmak yerine onları izlemeyi, anlamayı, belki biraz da oyunlaştırmayı seçiyorum.
10. Karakteriniz insan olmayı bir tür son durak olarak hayal ediyor, fakat oraya ulaştığında hikâye yeniden başlıyor. Bu kırılma anı sizin hayatınızda da oldu mu?
Benim hayatımda kırılma anlarından çok “bükülme” anları oluyor diyebilirim. Çünkü çok uçlarda yaşamayı sevmem. Yüksek duygularla bir anda uçurumdan düşen biri değilim. İçsel olarak daha dengede kalmayı tercih ediyorum. O yüzden de kolay kolay kırılmalar yaşamam. İnsanlara da öyle… kırılmam. Öyle, oldukları gibi kabul eder, devam ederim.
11. Hikâyedeki ruh hiçbir zaman memnun değil; hatta insan olunca bile değil. Bu memnuniyetsizlik, günümüz bireyinin doymak bilmeyen ‘oluş’ takıntısının bir temsili mi sizce?
Ruh aslında hayal kırıklığı yaşıyor. Her bedende kendini duyurmaya çalışıyor ama bir türlü istediği akışa ulaşamıyor. Bilinçli yaşamak istiyor ama beden değişse de içsel tıkanıklıklar devam ediyor. Bu yüzden her yeni formda yeniden umutlanıyor… ve yeniden hayal kırıklığına uğruyor.
Doyum, içsel bir yere evrilmediği sürece, hiçbir hayatta kalıcı olmuyor. Çünkü ruh hatırlıyor. Hatırlamayan bizleriz. Ruhun fısıltılarını duyamayan, hep dışarıda arayan taraf bizde. Sonsuz varoluş dediğimiz şey, bir hedefe ulaşıp biten bir şey değil. O bir hâl. Bir hatırlama süreci. Ve bitmiyor.
12. Kitabın merkezinde bir ruhun tekrar tekrar dünyaya gelme hâli var. Bunu okura hem hafif hem de derin bir biçimde sunuyorsunuz. Varoluşu bu kadar çok parçaya bölmek, bütünlüğe ulaşma ihtiyacını mı doğuruyor?
Evet. Aslında parçalanmışlık hissi, hep bir bütün olma arzusundan doğar.
Ruh, her yeni bedende kendini bir başka koşulda, bir başka aynada görmeye çalışır. Her form, ruhun kendine dair unuttuğu bir parçayı hatırlatır. Ama bu hatırlamalar tamamlanmadıkça, o eksiklik hissi bitmez. Bir ömürde sevilmeyi öğrenir, diğerinde kaybetmeyi…Birinde sabrı, diğerinde cesareti… Hepsi bir araya geldiğinde, aslında tek bir şey arar: Bütünlük.
Öz 1789’un yolculuğu da tam olarak bu. Bir elma, bir meşe, bir kedi, bir insan…
Her form başka bir yönünü gösterir. Ve en sonunda fark eder ki: Parçalanmış gibi duran her şey, aslında onun evrim halkalarıymış. Ulaşmaya çalıştığı “bütün” zaten hep içindeymiş.
13. “Beden, özünü görmeni engelleyen parlak bir mücevherdir” diyorsunuz. Peki sizce ‘öz’ ne zaman ve nasıl görünür olur?
Zihin, beden ve ruh üçlüsü dengeyi bulduğunda. Zihin sesini kıstığında, beden telaş etmeyi bıraktığında öz sessizce ortaya çıkar…
Bazen bir doğa anında, bazen bir kaybın ortasında, bazen de bir çocuğun gözlerinin içine bakarken olur bu. O anda ne geçmiş vardır, ne gelecek. Sadece “şimdi” ve sadece “biz.” İşte orada öz görünür hâle gelir.
14. Ruh, insan olmanın peşindeyken birçok hayal kırıklığına uğruyor. Sizce hayal ettiğimiz "insan"lıkla, yaşadığımız gerçek "insanlık" arasındaki uçurum neden bu kadar büyük?
Çünkü biz “insan olma” hâlini genelde yüceltmeyi seviyoruz. Ama insan dediğimiz şey aynı zamanda hata yapan, düşünen ama düşen, sevebilen ama kırıp dökebilen bir varlık. Ve bu çatışma yüzünden hayal kırıklığı kaçınılmaz oluyor.
Ruh, kitapta insan olunca tam olarak bunu fark ediyor: İnsan olmak, bir ödül değil; bir sorumluluk. Ve bu sorumluluğu taşımak hiç kolay değil. O yüzden o uçurum hep var. Ama bence köprü de var. O köprü de kendini tanımaktan geçiyor.
15. Türkiye Çağdaş Yaşamı Destekleme Vakfı’na kitabın gelirini bağışlamanız çok anlamlı. Ruhun yolculuğu kadar, insan olmanın sosyal sorumlulukla da ilgili olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Bireysel dönüşümün toplumsal farkındalıktan ayrı düşünülemeyeceğine inanıyorum. Ruhsal yolculuk sadece “ben kimim?” diye sormakla bitmiyor; “bu bütüne nasıl hizmet ediyorum?” sorusunu da içeriyor. Kitap, ruhun dönüşümünü anlatıyor evet, ama insan olmak yalnızca kendine dönmek değil. Başkasının hayatına dokunabilmek, kolektif bir fark yaratabilmek de bunun bir parçası. Bu nedenle kitabın çıktığı anda sadece bireysel değil, toplumsal bir katkı da yaratmasını istedim.