BLOG

/ Blog
12 Mart, 2025

Ayşe Draz ile "Yarın Belki de" Oyunu Üzerine

Ayşe Draz ile "Yarın Belki de" Oyunu Üzerine

Kumru Yaren Cengiz  |  Ed. Seda İstifciel

Prömiyerini 25 Ocak’ta, Beykoz Kundura’da yapan, çağdaş tiyatro sahnesinin önemli topluluklarından biri olan ve ortaklaşa üretim (devising) yönteminin öncülerinden kabul edilen Forced Entertainment’ın “Tomorrow’s Parties” adlı oyununun bugüne ve bugünün Türkiye’sine uyarlaması “Yarın Belki de”nin yönetmeni Ayşe Draz ile sohbet gerçekleştirdik. Keyifli okumalar dileriz. 


Ayşe Draz’ı henüz tanımayanlar için sizi sizden dinleyebilir miyiz?

Akışkan bir kimlikle performans alanında üretimlerime ve araştırmalarıma devam ediyorum.  Her zaman oyun oynamayı ve hikayelerin dünyasında kaybolmayı sevdiğim için oyunculuk ve karşılaştırmalı edebiyat okudum. Öğrencilik yıllarımda bir başka merakım olan gezme tutkumu keşfettim. Neticede ortaya Amerika’da geçen lisans yıllarım, Tours ve Berlin’de gidilen lisans kursları ve Londra’da bitirdiğim, devising üzerine (ortaklaşa üretim) yüksek lisansım çıktı. Bu esnada öğrenciliği de pek sevmiş olmalıyım ki daha sonra ancak 2023’te tamamladığım bir doktora macerasına da giriştim. Türkiye’ye döndükten sonra Studio Oyuncuları ve farklı sanatçılarla oyuncu, dramaturg, reji asistanı ve yönetmen olarak çalıştım. 2018 yılında Nezaket (Erden) ve Hakan Emre (Ünal) ile Tiyatro Hemhal’i kurduk. Sadece tiyatro alanında değil,  gösteri sanatları başta olmak üzere farklı disiplinlerden sanatçılarla, akışkan bir kimlikle bazen sahnede, bazen sayfada bazen sahne gerisinde ama hep ‘birlikte’ ve ‘ortaklaşa’ üretmekten büyük keyif aldığımı fark ettim ve yolculuğuma bu şekilde yön verdim. Tiyatro özelinde de meta-teatral yaklaşımların beni heyecanlandırdığını söyleyebilirim; yani tiyatronun kendi doğası, yapısı ve işleyişini sahnede doğrudan görünür kılan ve  yapılanın tiyatro, hatta bir oyun (hem ‘play’ hem de ‘game’ anlamında) olduğuna dair bilinçli vurgu yapan işler.  Aktarılan hikayeden çok aktarım biçimine odaklanan, klasik anlamda dramatik yapıya ve hatta bir hikayeye sahip olmayan, bir hikayesi varsa bile hikayenin diğer unsurlarla eşit bir düzlemde durduğu tasarımlarla ilgileniyorum.  

Performans sanatı alanında yaptığınız araştırmalar ve ürettiğiniz işler, genel olarak tiyatro yönetmenliğinize nasıl bir perspektif kazandırıyor? 

Önce şunu belirtmek isterim ki aslen görsel ve plastik sanatlar alanında şekillenmiş olan “Performans Sanatı” alanında işler üretmiyorum. Performans Sanatı belli bir dönemde şekillenmiş olup kendi bağlamı içinde bir başkaldırı niteliği taşısa da zamanla - özellikle benzediği için tiyatroyu ötekileştirerek -  kendi tanımını fazlasıyla katılaştırmış bir disiplin. Performans Sanatında Dokümantasyon üzerinde yazdığım doktora tezimde de bu durumu, Performans Sanatının nasıl kendisiyle çelişir hale geldiğini enine boyuna inceliyorum. Ancak tezimin girişinden de alıntılayarak şunu söyleyebilirim:  “…ilk şekillendiği zamanlardaki benzerlikleri, ortak tarihçeleri ve benzer nitelikleri sebebiyle tiyatroyu ötekileştirerek kendini tanımlamaya çalışmış olan Performans Sanatı ile bir hesaplaşma niyetiyle yola çıktığım bu doktora yolculuğumun beni de değiştirdiğini itiraf ederek başlamalıyım. Performans Sanatını ve performansın doğasını irdeledikçe,  ilk örneklerin içinde yer aldıkları bağlamları inceleyip bu işlerin dönemin sanat anlayışına getirdikleri yenilikleri fark ettikçe, performansın disiplinlerarası diyalog inşa eden niteliğini ve  her ne kadar şahsen hayatla sanat arasında bir sınır çekilmesi gerektiğine inanan biri olsam da, performansın bu ikisi arasındaki sınırları aşarak özgürleştiren yönünü, aslında o sınırları ihlal ederken belki de olması gereken sınırları bizler için daha da görünür kılarak onları yeniden inşa etmemize olanak sağlayan tarafını fark etmek, benim sadece düşünsel anlamda ufkumu genişletmekle kalmadı sanatsal pratiğim için de yeni bir ilham kaynağı oldu…”  

Uyarlama sürecinde Forced Entertainment ekibiyle bir iletişim süreciniz nasıl başladı ve ilerledi? Sürece ne kadar ve nasıl dahil oldular?

Özlem Hemiş bana canlı izlemiş olduğu Tomorrow’s Parties’den söz edip birlikte bu oyunu uyarlamak istediğimize karar verdiğimizde ki bu da 2022 yılıydı, hemen Forced Entertaiment ekibinden daha önce tanışmış olduğum Tim Etchells’a ulaşmam gerektiğine karar verdim. Zaten çok yakından takip ettiğim Forced Entertainment’ın basılı oyunları olmadığını ve ortaklaşa üreterek daha ziyade performans skorları olarak kağıda döktüklerini tahmin ettiğim tasarımlarını başkalarına da sahnelemeleri için vermediklerini biliyordum ama şansımı denemem gerekiyordu. Tim ile  2012 yılında Avignon Tiyatro Festivalinde tanışmıştım ve gene ortak bir arkadaşımız vasıtasıyla mail üzerinden kendisine ulaştım. Zoom yaptık ve Özlem’in turnayı gözünden vurduğu teyit edilmiş oldu. Ekip, ilk defa bir işlerini ve bu işi uyarlaması için bir  başkasına, bir İtalyan yönetmene vermişti. Dil yoluyla ifade edilen, geleceğe dair ama bugüne ve geçmişe ışık tutan senaryoların başrolde olduğu bu yapıtın İngilizce konuşulmayan ülkelerde de erişilebilir olması için böyle bir karar vermişlerdi. Bana istersem uzaktan, istersem de ekipten birinin gelip süreçte destek olabileceğini söylediler ancak bunun bir zorunluluk olmadığını da belirttiler. Ardından FE ekibinden Berlin’de yaşayan ve gelip bizimle atölyeyi gerçekleştirebilecek Robin (Arthur) ile buluştum. Çağdaş tiyatro sahnesinin en önemli topluluklarından biri olan FE’den birinin ilk defa Türkiye’ye gelmesi, gelip bizimle çalışması ve buradaki öğrencilerle de bir araya gelmesi de bir hayaldi. Robin ile Berlin’deki görüşmemiz de sanırım onları iyice ikna etti ve en sonunda hem oyunun telifi hem de Robin’in gelip bizimle çalışabilmesi için başta talep ettikleri miktarın üçte birine yeşil ışık yaktılar. Metnin çevirisi ve uyarlanması sürecinde gözleri kapalı olarak bana güvenmiş olmaları da sanırım en başından beri yakaladığımız ortak dilden ve benzer sanatsal yaklaşımlarımızdan kaynaklandı. Nihayet hayalimize ortak olan Lita House of Production ve Beykoz Kundura da yapımı üstlenince iş ayaklanmaya başladı. Kasım ayında da Robin geldiğinde sadece yaratıcı ekiple oyunun çalışma sürecine dair bir atölye gerçekleştirmekle kalmadı, Beykoz Kundura’da Forced Entertainment’ın da 40 yılı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi ve bu söyleşinin kaydına da Kundura’nın Youtube kanalından erişilebilir.   

   

"Yarın Belki de" oyununun sahne tasarımında izleyiciyi en çok şaşırtacak veya etkileyecek unsurlar nelerdir? Bu unsurları tasarlarken hangi estetik veya anlatısal kaygılar ön plandaydı?

“Yarın Belki de” bütünsel bir tasarım ve metin ön planda olsa da organik bir bütünün sadece bir bileşeni metin, tıpkı sahne ve ışık tasarımı gibi. Bize Forced Entertainment’ın bu tasarımı emanet etmeleri demek sadece metni Türkçeye çevirip kullanmamıza izin vermeleri değil tasarımın içine bizden personaları yerleştirmemize alan açmaları demekti. Tasarımın minimalist görsel dünyası oyunun yapısının çok belirleyici bir unsuru. Sahnede kelimenin tam anlamıyla ‘iki kalas’ ve üzerlerine asılı panayır ışıkları ile oyuncuların üzerinde durdukları küçük bir platform var sadece. Tasarımın temelinde, bir tür sadeleşme ve boşlukların seyirciye  bırakılması yatıyor. Bu minimalist yaklaşım, oyuncuların ve metnin ön plana çıkmasını sağlıyor, her söylenenin ve her hareketin derinliğine inebilmek için sahnede gereksiz ayrıntılara ihtiyaç duymuyor. 


"Yarın Belki de"nin pandemi sonrası tiyatro dünyasında nasıl bir yankı uyandırmasını bekliyorsunuz? İzleyicilerin bu dönemde oyuna yaklaşımı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Pandemi öncesinde, 2011 yılında kaleme alınmış bir metin ve orijinali de hala sahnelenmeye devam ediyor; bence bugün bizleri burada heyecanlandırıp  onu sahneleme isteği uyandırmış olması bile ne kadar zamansız ve mekansız bir metin olduğunun kanıtı. Öte yandan geleceğin ne getireceği konusunda kesin bir şey söylemek imkansız ve bu oyun tam da o noktada, geleceğin çeşitli senaryolarını farklı açılardan ele alarak, seyirciyi sürekli bir sorgulama sürecine sokuyor.  Türkiye'deki güncel gerçeklik, şiddet, huzursuzluk ve umutsuzluk gibi unsurlar metnin görünür kıldığı  geleceğin belirsizliğiyle birleştiğinde, oyun seyircinin bilinçaltında çok güçlü duygusal yankılar uyandırıyor. Korkarım ki biraz karamsar duygular bunlar ancak bir yandan da  içinde bulunduğumuz durumu mizahi bir pencereden sorgulamamıza, farklı olasılıkları düşünmemize olanak da sağlıyor diye umuyorum. Sahnede paylaşılan fikirler arasından seyircinin kendi korkuları ve umutlarıyla yüzleşerek  birlikte geçirilen “bir saatten biraz fazla” süre içinde aslında yalnız olmadığını hissetmesini de can-ı gönülden ekipçe umuyoruz… 

"Yarın Belki de"yi sahnelerken, izleyicinin kendi geleceği üzerine düşünmesini teşvik etmek için özel olarak tasarladığınız interaktif veya düşündürücü anlar var mı?

Oyun seyircinin istediği yerde kendi dünyasına, zihnine gidip istediği yerde sahneye, şimdiye geri dönmesine olanak tanıyor. Oyun yapısı gereği de tiyatronun bir buluşma alanı olarak nasıl çalıştığını da sorgulamaya açıyor. Seyirciyle kurulan ilişki, bir anlatıcının pasif bir izleyiciye bir şeyler aktarması gibi değil, tam tersine, seyircinin kendi hayal gücünü, kendi beklenti ve korkularını sahnedeki ihtimallerle iç içe geçirmesine imkân tanıyor ve seyircisini oyuna, alıştığımız biçimlerden farklı bir şekilde ‘dahil ediyor’. Sanırım bu yüzden, bu oyunun burada sahnelenmesi, bizim için sadece bir uyarlama değil, aynı zamanda bir diyalog başlatma biçimi. Bu yüzden de her yaştan farklı seyircilerle bir araya gelmek istiyoruz. Bir de ekipten Aslı’nın (İçözü) önerisiyle bir “gelecek defteri” tutmaya başladık ve oyun ertesi seyirciden bu deftere kendi gelecek senaryolarını yazmalarını istiyoruz.  

Forced Entertainment’ın absürt ve mizahi anlatım diliyle kendi rejinizin arasında nasıl bir denge kurdunuz?

Bir eleştiri aracı olarak mizah hele de Forced Entertainment mizahı benim çok sevdiğim bir şey ancak sanırım neye ne zaman güldüğümüz de bağlamla çok ilişkili. Dolayısı ile orijinal metinde mizahi duyulması hedeflenen şeylerin bazılarının burada hiç de öyle duyulmayabileceğini biliyorduk ve dolayısı ile ana grafiğe ihanet etmeden söylenenlerin kendi içindeki grafikleri ile detaylıca ve incelikle ilgilendik; burada neyi nasıl söylersek seyircide nasıl yankılanacağını tartarak her bir söylenen için yeniden bir grafik belirledik.  

Beykoz Kundura'nın tarihi dokusu ve endüstriyel mirası, "Yarın Belki de"nin atmosferini nasıl etkiledi? "Yarın Belki de" gibi geleceğe dair olasılıkları ele alan bir oyun için Beykoz Kundura’nın zamansız ve dönüştürülmüş atmosferi nasıl bir katkı sağladı?

Beykoz Kundura’nın, hem de tarihi dokusunu bu kadar titizlikle koruyarak bizlere kazandırdığı Beykoz Kundura Sahnesi çok olanaklı ve birçok detayıyla çok düşünülerek dönüştürülmüş bir sahne. Öncelikle bu sahnede yer almak ve provalarımızı orada gerçekleştirebilmek çok değerliydi. Sonra teaser’ımızı hazırlayan moxie film’den Vuslat (Karan) ve Burcu (Melekoğlu) teaser’da da görülebileceği gibi oyunu Beykoz’un kendi tarihi dokusu ve endüstriyel mirası ile çok güzel ilişkilendirdiler ve adeta geçmişle bugün, bugünle gelecek arasında bir köprü kurdular. Öte yandan oyun gerçekten de zamansız ve mekansız bir yapıya sahip ve de hem yalın hem de çok katmanlı bir tasarımı var. Mesela ışık tasarımı ne kadar yalın görünse de ve uygulaması da aslen kolay olsa da, vazgeçilemez bir unsuru oyunun. Ancak gene de “iki kalas, ışıklar ve bir palet” ile oyunumuzun yuvası dışındaki diğer sahnelerde de çeşitli seyirci kitleleriyle de bir araya gelmesini arzuluyoruz.     

Gelecekte sahnelemek istediğiniz ama şu an için fazla iddialı bulduğunuz bir fikir veya tema var mı?

Şu kadarını söyleyebilirim ki eğer aklıma bir fikir veya tema düşüyorsa, bugün için iddialı mı değil mi diye düşünmektense onu oldurmanın peşine düşüyorum… Zaten bir bakmışım o fikrin gerçekleşmesi yeterince zaman almış ve artık ilk aklıma düştüğünde fazla iddialı duyuluyorduysa bile tam da doğru zamana denk gelmiş... 


Devamını Oku

12 Mart, 2025

Béjart: Ballet For “Wallet?”

Béjart: Ballet For “Wallet?”

Hakkı Yüksel  |  Ed. Seda İstifciel

Sanat, tarih boyunca iktidara karşı en güçlü başkaldırı araçlarından biri olmuştur. En büyük mücadelesiyse “zamanın iktidarına” karşıdır. Gılgamış’tan bu yana ölümle hesaplaşmış, zamansızlığı aramış ve çoğunlukla hakikaten ölümün yok ediş gerçeğini yenmeyi başararak zamanı aşıp kalıcılığı yakalamıştır. Nihayetinde gerçek sanat eserleri, insanlığın unutma bahçelerindeki solgun bir çiçek değil, zamanlar içinde kök salan bahar kokulu bir orman olmuştur. 2025 baharının ilk hafta sonu İstanbul Volkswagen Arena’da gerçekleşen, Maurice Béjart’ın ölüme, yaşama sevincine ve kayıplarına adadığı “Béjart Ballet For Life” gösterisi, tıpkı Gılgamış gibi ölümlere karşı bir baş kaldırı niyeti taşırken ticarileşmenin ve gereksiz lüksün içinde sıkışıp seyirciyi bir ikilemde bırakmıştır: Ballet For Life, adı gibi hayatı yücelten bir kutlama mı, yoksa dört bin küsur liraya satılan biletleriyle organizasyon şirketi kasasını dolduran ticari bir etkinlik mi? Gelin, birlikte bakalım.

Klasik bale formunu daha performatif ve modern bir çizgiye taşıyan Fransız bale efsanesi Maurice Béjart’ın koreografisi ile sunulan Ballet For Life gösterisinin temel motivasyonu AIDS’ten hayatını kaybeden iki büyük sanatçıyı anmak: Ekibin baş dansçısı Jorge Donn ve Queen grubunun efsane ismi Freddie Mercury. Gösteri, sahneleme boyunca çalınan Quenn şarkılarıyla ve “I want to break free” parçasında sahneye inen barkovizyona yansıtılan Jorge Donn’un görüntüleriyle bu önemli isimlere karşı sanat aracılığıyla bir saygı duruşunda bulunmayı amaçlıyor. Ancak bunu yaparken AIDS’in toplumsal, politik ve biyolojik gerçekliğine değil, ölümün estetikleştirilmiş bir anlatısına odaklanıyor. Gösteriye büyük meblağlar ödeyerek gelen seyirci, kendisine katharsis yaşatan bu seyirden bir şekilde memnun kalıyor. Ancak AIDS’i romantize etmek, onu bir trajedi ya da yüceltilmiş bir kurban anlatısına dönüştürmek, hastalığın gerçekliğini ve ona karşı verilen mücadelenin önemini tamamen gölgede bırakıyor. Bilindiği gibi AIDS’e maruz kalmış bireyler yalnızca hastalıkla değil ne yazık ki aynı zamanda içinde bulundukları toplumla da bir mücadeleye girmek zorunda. Ancak Ballet For Life, hastalığın toplumda nasıl algılandığını ve bu algının ne gibi sonuçlara yol açtığını tartışmayı es geçiyor. 


AIDS ve modern hastalık metaforları üzerine önemli eserler vermiş bir düşünür olarak Susan Sontag, özellikle “Bir Metafor Olarak Hastalık” adlı eserinde hastalıkların toplum tarafından nasıl algılandığını ve bu algının hastaları nasıl etkilediğini incelemektedir. Sontag’a göre AIDS, 20. yüzyılın vebası olarak görülmüş ve ahlaki, cinsel ve toplumsal damgalamalarla yüklü bir hastalık haline getirilmiştir. Toplum, AIDS'i yalnızca tıbbi bir gerçeklik olarak değil, aynı zamanda bir metafor olarak kullanarak belirli grupları dışlamış ve suçlamıştır. Sontag’ın çalışmaları bağlamında düşündüğümüzde, Ballet For Life’ın AIDS gibi bir hastalığı ticari bir pazarlama unsuruymuşçasına bu şekilde temsil etmesi; hastalığı gerçekte olduğu gibi acı, dışlanma ve toplumsal mücadele ile dolu bir süreçten uzaklaştırıp lüks ve dramatik bir ölüm miti haline getirmektedir. Gösteri AIDS’e sanatsal bir estetik kazandırırken onun gerçek dünyadaki yankılarını ve mücadele alanlarını perdelemektedir. Elbette gösterinin sanatı, baleyi ölüme karşı bir direniş biçimi olarak kullanması, ölüm karşısında sanatın rolünü tartışmaya açması güzel. Ancak ele aldığı hastalığı politik ve toplumsal bağlamından koparmadan yansıtabilseydi seyircisini daha derin bir entelektüel sorgulamaya davet edebilmeyi başaracaktı.

Ballet For Life’ın Mercury ve Jorge Donn’dan başka önemli isimlerinden biri de Versace. Gianni Versace’nin bu gösteri için hazırladığı kostümler, görkemli ve teatral bir estetik sunuyor. Freddie Mercury’nin sahne stiline gönderme yapan parlak renkler, metalik kumaşlar ve vücuda oturan formlar, Queen’in sahne şovlarının enerjisini sahneye taşıyor. Aynı zamanda Versace’nin yüksek moda anlayışı, balenin geleneksel kostüm anlayışından farklı olarak modern, cesur ve dikkat çekici bir stil sunuyor. Ancak bu tasarımların, gösterinin temel temalarına hizmet etmek yerine, bazen onları gölgede bıraktığı söylenebilir. Balede kostümler genellikle dansçının hareketini desteklemeli, onun beden dilini ön plana çıkarmalıdır. Ancak Versace’nin bazı tasarımları, bu hareketleri kısıtlayarak sahnedeki anlatıyı daha çok bir görsel gösteriye dönüştürüyor. Bu da Béjart’ın koreografisinin saf anlatı gücünü zayıflatabiliyor. Versace’nin estetiği, Béjart Ballet for Life’ı bir sanat gösterisinden çok, bir moda defilesine dönüştürebiliyor. Versace imzası, gösteriyi sadece sanatsal bir performans olmaktan çıkarıp moda dünyasının ve tüketim kültürünün sembolüne dönüştürüyor.


Gösterinin müzikal yapısı, iki farklı dünyayı bir araya getiriyor: 18. yüzyılın klasik dehası Mozart ve 20. yüzyılın rock efsanesi Queen. Kâğıt üzerinde oldukça iddialı ve yaratıcı bir konsept olsa da pratikte bu iki müziğin ne ölçüde uyum sağladığı tartışmalı. Mozart’ın besteleri, dramatik anlatıyı derinleştirirken, Queen’in müziği gösteriye patlayıcı bir enerji katıyor. Ancak bu iki müzik türünün bir araya gelişinde tam anlamıyla organik bir bütünlükten söz etmek zor. Queen’in rock şarkıları, sahnedeki hareketleri desteklemek yerine zaman zaman baskın hale gelip gösterinin merkezine yerleşiyor. Bu da Béjart’ın koreografisinin sanatsal gücünü azaltıyor. Özellikle The Show Must Go On gibi parçalar, gösterinin anlatısal ve duygusal doruk noktaları haline geliyor. Ancak bu şarkıların zaten güçlü dramatik yapıları olduğu düşünüldüğünde, Béjart’ın koreografisinin anlatıyı ileriye taşımaktan çok, mevcut duyguyu vurgulamaya çalıştığını söylemek mümkün. Bu noktada dans, sanatsal bir ifade olmaktan çıkıp müziğin bir uzantısı haline geliyor.


Maurice Béjart, modern dansın en etkileyici figürlerinden biri olarak, her zaman bedenin anlatı gücüne inanan ve klasik baleyi farklı forma sokan bir sanatçı. Ballet for Life’ta da bu inancını sürdürüyor. Dansçılar, Queen’in enerjik ritimleriyle bazen vahşi ve coşkulu, Mozart’ın hüzünlü melodileriyle ise zarif ve melankolik bir estetik sergiliyor. Ancak bu hareketlerin gerçekten ne anlattığı konusunda bazı belirsizlikler var. Ballet for Life, belirli bir olay örgüsüne ya da karakter gelişimine sahip değil. İzleyici, sahnede beliren imgeler ve sahne geçişleri arasında bir bütünlük aramaya çalışsa da gösteri çoğu zaman birbiriyle bağlantısız sekanslardan oluşan bir dans kolajına dönüşüyor. Bazen bu anlatısızlık büyüleyici bir şiirsellik yaratıyor; ancak bazen de gösteriyi tekrara düşüren, yorucu bir performansa çeviriyor. Özellikle Queen’in şarkılarıyla yapılan koreografiler, zaman zaman bir bale gösterisinden çok, büyük ölçekli bir müzik videosu hissi yaratıyor. Béjart’ın sanatsal dehası, müziği dansla iç içe geçirme becerisi inkâr edilemez; ancak burada dansın müziğe hizmet ettiği ve onun gerisinde kaldığı anlar da var. Bu noktada gösteri, bir dans gösterisi mi yoksa bir rock konserinin bale versiyonu mu olduğu sorusunu akla getiriyor.


Ballet for Life, tartışmasız güçlü ve etkileyici bir gösteri. Sanatın, ölüm karşısında nasıl bir direnç gösterebileceğini sorgulayan, enerjik, dramatik ve teatral bir deneyim sunuyor. Ancak bu deneyim, bazen fazla hesaplı, bazen fazla yüzeysel ve bazen de fazla stilize… Gösteri son derece temiz ve sarih niyetlerle hazırlanmış olsa da ticari stratejileri fazlaca hesaplanmış. Bu sebeple de sanatsal bir doyumdan ziyade duygusal bir manipülasyon amacı taşıyor. Gösteriden uzunca bir müzik klibi kolajı izliyormuş hissiyle ayrılıyorsunuz. Toplumsallaşmayan ve ideolojik bağlamından koparılan anlatıların güzel bir örneği. 

Not: Fotoğraflar bejart.ch sitesinden alıntıdır.


Devamını Oku

11 Mart, 2025

Anlatıların Peşinde: Sahne, Dokuma ve Masalsı Dünyalar

Anlatıların Peşinde: Sahne, Dokuma ve Masalsı Dünyalar

Eda Çamlı  |  Ed. Seda İstifciel

Haftalık Sanat Haberleri (10 Mart -17 Mart) :

Ruzy Gallery’den “My Fairy Tale” Sergisi: Masalların Büyüsünde Sanatsal Bir Yolculuk

Ruzy Gallery, genç sanatçıların seslerini bir araya getiren My Fairy Tale (Benim Peri Masalım) adlı grup sergisiyle sanatseverleri masalsı bir keşfe davet ediyor. Türkiye’den ve yurt dışından çağdaş sanatçıları buluşturan sergi, “masal”ı kişisel, toplumsal ve politik manzaraların güçlü bir metaforu olarak ele alıyor.

Hikâye anlatımı, insan doğasının temel taşlarından biri. Tıpkı güzel sanatlar gibi, anlatı da bir yaratıcılık biçimi ve sanatçılar, eserleri aracılığıyla modern dünyanın görsel hikâye anlatıcılarına dönüşüyor. My Fairy Tale sergisinde masallar, semboller ve metaforlar aracılığıyla gerçekliği yeniden kurgulayan büyülü dünyalar yaratıyor. Peri masalları, sosyal normları ve yaşam kalıplarını sorgularken, aynı zamanda siyasi ve toplumsal gerçekleri örtük bir dille eleştirme gücüne sahip.

Sergi, kurguyla gerçeğin iç içe geçtiği bir anlatı alanı oluşturuyor. Masalların geçmişten bugüne uzanan dönüşümüne odaklanan sanatçılar, toplumsal kodları bazen ironik bir dille sorguluyor, bazen de izleyiciyi hayal gücünün sınırlarını zorlamaya davet ediyor. Tıpkı sosyal medyanın, gerçekliği yaratıcılarının vizyonuna göre şekillendiren bir mecra haline gelmesi gibi, peri masalları da bazen gerçeği çarpıtabilir, bazen onu daha da derinleştirerek anlam katmanları oluşturur.

Ruzy Gallery, sanatçıları My Fairy Tale sergisiyle, peri masallarının büyülü ve rüya gibi dünyasından ilham alarak gerçeklik algısını yeniden düşünmeye çağırıyor. Ziyaretçileri ise modern zaman masallarının içinde, hayal gücüyle örülü bir yolculuk bekliyor.

*Görsel, ruzygallery resmi web sitesinden alınmıştır.

İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nden “Romeo ve Juliet”

İstanbul Devlet Opera ve Balesi, klasik balenin en çarpıcı eserlerinden biri olan Romeo ve Juliet ile 15 Mart’ta Atatürk Kültür Merkezi - Türk Telekom Opera Salonu’nda izleyiciyle buluşuyor.

William Shakespeare’in ölümsüz trajedisi, yüzyıllardır sanatın her dalında ilham kaynağı olmaya devam ediyor. Bale dünyasının en önemli yapıtlarından biri kabul edilen Sergey Prokofyev’in Romeo ve Juliet balesi, ünlü koreograf Ricardo Amarante’nin İstanbul Devlet Opera ve Balesi dansçıları için hazırladığı özgün koreografiyle sahneye taşınıyor.

Düşman iki ailenin gölgesinde filizlenen yasak aşkın destansı hikâyesi, Prokofyev’in güçlü müziği ve zarif koreografisiyle unutulmaz bir görsel ve işitsel şölen sunuyor. Romeo ve Juliet, sahnelendiği ilk günden bu yana, klasik bale sanatında hikâye anlatımının en etkileyici örneklerinden biri olarak kabul ediliyor. Aşk, tutku, nefret ve fedakârlık gibi insan doğasının en güçlü duygularını zarif bir estetikle harmanlayan eser, dramatik anlatımı ve teknik incelikleriyle izleyicileri büyülemeye hazırlanıyor.

Romeo ve Juliet prömiyerinin ardından, 19, 20, 26, 27 Mart ve 2, 3, 16, 22, 29 Nisan tarihlerinde Atatürk Kültür Merkezi - Türk Telekom Opera Salonu’nda sahnelenecek.

*Görsel, Anadolu Ajansı resmi web sitesinden alınmıştır.

Belkıs Balpınar’ın Retrospektif Sergisi “Zamanla Dokunanlar” Anna Laudel İstanbul’da

Dokuma sanatında estetik bir devrim yaratan Belkıs Balpınar’ın retrospektif sergisi Zamanla Dokunanlar, 27 Nisan’a kadar Anna Laudel İstanbul’da sanatseverlerle buluşuyor.

Tasarımcı, müzeci, antik kilim araştırmacısı ve sanatçı kimlikleriyle tanınan Balpınar’ın 1986’dan 2024’e uzanan sanat pratiğini yansıtan yaklaşık 20 eserlik seçki, sanatçının öncü yaklaşımına ışık tutuyor. Sergiye, Balpınar’ın kariyerini mercek altına alan özel bir kitap da eşlik ediyor. Geleneksel kilim dokuma (düz yaygı dokuma) tekniğini çağdaş sanatın dinamikleriyle yeniden yorumlayan sanatçı, geliştirdiği deneysel teknikle dokuma sanatına yeni bir boyut kazandırıyor.

Sergi, Anadolu’nun en eski sanat formlarından biri olan kilim dokumayı zaman, mekân ve boyut kavramlarıyla özgürleştiren Balpınar’ın, form ve teoriyi bir araya getiren vizyonunu gözler önüne seriyor. Sanatçı, dokuma sırasında belirli bölümleri bilinçli olarak eksik bırakarak iplikleri iki boyutlu yüzeyden üçüncü ve dördüncü boyuta taşıyor. Albert Einstein’ın zaman ve hız algısının soyut bir uzamda şekillendiği dördüncü boyut teorisinden ilham alan Balpınar, eserlerinde spiral formlar aracılığıyla kozmosa, doğanın ritmine ve biyolojinin içsel düzenine referans veriyor.

Geleneksel halı ve kilim dokuma tekniklerini melezleyerek deneysel bir dile dönüştüren Zamanla Dokunanlar, izleyiciyi sanatçının yıllar içinde geliştirdiği özgün dünyasında keşfe davet ediyor.

* Görsel, Anna Laudel resmi web sitesinden alınmıştır.


Devamını Oku

08 Mart, 2025

“Inhibition/Exhibition”: Toplumsal Baskı ve Bireysel Özgürlük Arasında

“Inhibition/Exhibition”: Toplumsal Baskı ve Bireysel Özgürlük Arasında

Orhun Atmış  |  Ed. Seda İstifciel

Cem Mumcu’nun kişisel sergisi “Inhibition/Exhibition” (Çile Bülbülüm Çile), 3 Nisan’a kadar Beyoğlu Belediyesi İstiklal Sanat Galerisi’nde izleyiciyle buluşuyor.

Cem Mumcu’ya göre sanat, toplumun dayattığı normlar ve sınırlamalar ile bireyin içsel çatışmaları arasında bir köprü kurarak, bastırılmış ya da bastırılmaya zorlanmış duyguların, düşüncelerin ve özgürleşme arzusunun dışa vurulmasıdır. Psikiyatr, şair, yazar ve ressam olan Mumcu, yeni sergisinde izleyiciye bir yol gösteriyor, kendinden bir örnek. “Kendi içini kazdığını” söyleyen sanatçı, izleyiciye de aynı hisleri yansıtmak istiyor.

Sergi, kurgusuyla bir yandan bize sanatçının zihninin içini dolaştırmak istiyor. Duvarların birbirinden farklı renklerde olmasının nedeni o. Yine aynı şekilde sanatçının zihninde dolaşırmış gibi odalara kıvrılmak zorundasınız. Bu kurgu, Cem Mumcu’nun eserlerinin içsel derinliği ve çok katmanlı anlamlarını destekliyor.


Görsel anlatım sözel anlatımla birleşiyor

Cem Mumcu hislerini saydığımız sanat dallarından hangisiyle daha rahat bir biçimde ifade edebiliyorsa onu tercih ediyor. Resimlere eşlik eden yazılar, sanatçının sergi tamamlandıktan sonra içinden geçenleri yazdığı metinler. Sergide görsel anlatım sözel anlatımla böylece birleşiyor. Sergide bazı tabloların çerçeveleri masif, el yapımı. Sağlam gözüktüğü kadar ağır olduğunu da öğreniyoruz. 

Serginin küratörü Derya Yücel’e göre “Cem Mumcu, bireysel kırılganlıklar ve toplumsal sınırların iç içe geçtiği bir zeminde, insan doğasının karmaşık ve çift yönlü doğasını inceliyor. Inhibition (bastırma) ve exhibition (sergileme) arasında gidip gelen birey, bu iki zıt uç arasında sürekli bir denge arayışındadır. İçsel dünyasını koruma ihtiyacı ile kendini toplumsal düzlemde ifade etme arzusu arasında yaşanan bu gerilim serginin odak noktasını oluşturuyor.” 

Cem Mumcu, kendisinin de “bastırma” ve “sergileme” arasında gidip geldiğini söylüyor. Hatta Komet görüp, sergilenmeleri gerektiğini dile getirmese, o güne kadar eserlerini sergilemeyi düşünmediğini ifade ediyor. 

  

                                                * Beklenen (2017) Kağıt üzerine                                                * Moon Walker (2024)

Kendini ifade etme cesareti 

Sanatçı, insan doğasının iki temel ve çelişkili yönü olan bastırma ve dışa vurumu görsel bir metafor olarak ele alıyor. Hem kişisel hem de toplumsal düzeyde kendini ifade etme cesaretine dair bir hikâye anlatıyor.

Sergi, “Bastırdığımız yanlarımız gerçekten görünmez mi? Sergilediğimiz yüzler gerçeğin bir yansıması mı yoksa bir yanılsama mı” sorularına alan açıyor. 

“Inhibition/Exhibition” (Çile Bülbülüm Çile), bir yanda normlara uyma/uyum sağlama baskısı, diğer yanda bireysel özgürlük arayışından cesur bir dışavuruma uzanan gerilim hattında, bireyin kendini ifade etme yolundaki çabalarında sanatla buluştuğu alanı temsil ediyor.

Sergi 3 Nisan’a kadar açık. 

Beyoğlu Belediyesi İstiklal Sanat Galerisi: İstiklal Caddesi, No: 217, Beyoğlu, İstanbul. 


Devamını Oku

03 Mart, 2025

Sanatta Beden Algısı ve Toksik Erkeklik

Sanatta Beden Algısı ve Toksik Erkeklik

Eda Çamlı  |  Ed. Seda İstifciel

Haftalık Sanat Haberleri ( 3 Mart -10 Mart) :

Eli Cebinde Gezen Erkekler

Burak Dak’ın, erkeklik ve toksik erkeklik kavramlarını sorgulayan “Eli Cebinde Gezen Erkekler” başlıklı kişisel sergisi, 6 Mart-5 Nisan tarihleri arasında x-ist’te sanatseverlerle buluşuyor. Sanatçı, toplumun erkek kimliğine yüklediği kalıpları ve güç ilişkileri üzerinden şekillenen eril iktidar yapısını ele alırken, toplumsal cinsiyet rollerine dair eleştirel bir bakış sunuyor.

Tarih boyunca normlarla şekillenen erkeklik, çoğu zaman güç, kontrol ve baskınlıkla tanımlandı. Ancak bu yapının yarattığı zararlı sonuçlar, toksik erkeklik kavramını da beraberinde getirdi. Burak Dak, eserlerinde bu kimliğin ardına gizlenen manipülasyon, baskı ve şiddeti görünür kılarken, erkekliğin dayatılan kurallarla nasıl bir hapishaneye dönüştüğünü de gözler önüne seriyor.

Serginin ismi, toplumda güç ve rahatlık sembolü olarak görülen “eli cebinde gezmek” ifadesine eleştirel bir gönderme yapıyor. Erkek kimliğinin umarsız ve dokunulmaz bir alan olarak algılanmasını irdeleyen sanatçı, bu rahatlığın arkasında gizlenen tahakküm ve zorbalığa dikkat çekiyor. Sergideki figürler, toplumun meşrulaştırdığı eril maskelerin arkasında nasıl bir yıkım barındırdığını açığa çıkarıyor.

Burak Dak, erkeklerin duygusal özgürlüğünü ve kırılganlıklarını kabul etmelerinin, bireysel ve toplumsal bir dönüşüm için zorunlu olduğuna inanıyor. “Eli Cebinde Gezen Erkekler” sergisi, erkekliğin görünmeyen, bastırılmış ve sorgulanmamış yönlerine cesur bir bakış sunarak, izleyiciyi bu gerçeklerle yüzleşmeye davet ediyor.


 *Görsel, x-ist resmi Instagram hesabından alınmıştır.

Corpora

KAIROS, 7-28 Mart tarihleri arasında Burçak Yakıcı küratörlüğünde düzenlenen “Corpora” başlıklı sergiyle sanatseverleri farklı disiplinlerin kesiştiği, anlamın yeniden üretildiği bir keşfe davet ediyor.

Latince “gövdeler” ve aynı zamanda “metinler bütünü” anlamına gelen “Corpora” sözcüğünden ilhamla adlandırılan sergi, sanatı ve çeviri eylemini kesişimsel bir dayanışma pratiği olarak ele alıyor. 15 sanatçının katılımıyla gerçekleşen sergi, sanatın direnişin dilini nasıl dönüştürdüğünü, bedene ve anlamlara nasıl yeni katmanlar eklediğini araştırıyor.

Anna Raimondo, Ecem Yüksel, Elif Özen, Fatma Çiftçi, Fatoş İrwen, Işıl Kurmuş, Kristina Steinbock, Maik Gräf, Mena Guerrero, Murat Balcı, Nermin Er, Nil Yalter, Semiha Berksoy, Ümmühan Yörük ve Zeynep Kayan’ın eserlerinin yer aldığı “Corpora”, normatif yapıların sorgulandığı, yeni anlatıların inşa edildiği bir diyalog alanı yaratıyor. Çevirmen ve yazar Helen Vassallo’nun çeviriyi yalnızca bir aktarım değil, dönüştürücü bir eylem olarak gören yaklaşımından ilhamla, sergi sanat ve dilin kesiştiği noktada kapsayıcı bir söylem kuruyor.

Sanat pratiği gibi çeviri de sadece bir aktarım değil; anlamın, kimliğin ve deneyimin yeniden şekillendiği, sınırların kaybolduğu bir süreçtir. “Corpora” sergisi, beden algısını sorgulayan eserleri ve duyusal-sosyal etkileşimlere dayalı üretimleri bir araya getirerek izleyiciyi sanatın ve çevirinin direniş gücünü deneyimlemeye çağırıyor.

Şeylerin Ailesinde

Itamar Gov, "Şeylerin Ailesinde" adlı kişisel sergisiyle, 4 Mart - 15 Mayıs tarihleri arasında Zilberman Beyoğlu, Mısır Apartmanı’nda sanatseverlerle buluşuyor.

Adını, Mary Oliver’ın 1986 tarihli Wild Geese (Yaban Kazları) şiirinden alan bu sergi, sanatçının kültürel gelenekler, konvansiyonlar ve bireysel-kolektif kimlikler üzerine sorgulamalarını derinlemesine irdeleyen bir yolculuğa davet ediyor. Gov, mekân, malzeme ve kavramlar bakımından çeşitlenmiş yeni eserlerle izleyiciyi, varoluşun sınırlarını sorgulamaya, kuşkuyu kabullenmeye ve sorgulayan bir sürecin parçası olmaya çağırıyor.

Serginin odak noktalarından biri, doğadaki varlıkların - insanlardan hayvanlara, bitkilerden nesnelere kadar - oluşturduğu "şeyler ailesi"nin özünü araştırmak. Gov, izleyiciyi bir duraklama anına, tarihin ağırlığı ile geleceğin çekiciliğini bir arada hissetmeye, nostaljinin ve tekinsizliğin iç içe geçtiği, yıkım ile onarımın yan yana var olduğu bir dünyada yol almaya davet ediyor.

"Şeylerin Ailesinde", izleyicilerine derin bir içsel sorgulama fırsatı sunuyor. Çocukluk oyunları ile savaşın acımasızlığı arasında sınırları belirsizleştiren, nostaljik anıların tekinsizleştiği, politik ve kişisel olanın birbirine yansıdığı bir evren yaratıyor. Tarihin unutulmuş derslerinin gölgesinde, şeylerin ve onların geçmişi üzerindeki etkimizi yeniden keşfetmeye çağıran bu sergi, her birimizi içsel kuşkularımızla yüzleşmeye, bilinçli bir şekilde dünyayı sorgulamaya davet ediyor.



Devamını Oku

26 Şubat, 2025

Tevafuk: Otel Odasındaki Ütopya

Tevafuk: Otel Odasındaki Ütopya

Hakkı Yüksel  |  Ed. Seda İstifciel

Bundan yıllar önce bir sivil toplum kuruluşu desteğiyle gerçekleşen “insan kütüphanesi” adındaki etkinliğe katılmıştım. Kütüphane, ziyaretçilerine “canlı kitaplar” olarak adlandırılan gerçek insanlarla birebir sohbet ederek onların hayat deneyimlerini öğrenmelerine olanak tanıyordu. Diyalog yoluyla ön yargıları kırma, empati geliştirme, farklı hayat hikâyelerini direkt muhatabından dinleyerek anlamaya çalışmayı mümkün hâle getiren şahane bir etkinlikti. Canlı kitaplar; belirli önyargılara maruz kalmış, çoğunlukla mağdur edilmiş, toplumsal temsili az olan gruplardan gelen bireylerden oluşuyordu. Hükümlü, seks işçisi, mülteci, şizofren, engelli, vegan, LGBT+ gibi çok çeşitli kategoriler içinden istediğin canlı kitabı seçebiliyor ve bu özelliği haiz insanla bir köşeye çekilip sohbet edebiliyor, ona aklındaki soruları sorabiliyordun. Seçtiğim canlı kitaplardan biri bir queer bireydi.

Beni bir köşeye aldılar. Canlı kitabın yanıma gelmesini beklerken aklımda çeşitli sorular kurdum. Bana kimliğini kabul etme sancılarından, iç çatışmalarından söz edeceğini düşündüm. Ne var ki böyle olmadı. Karşıma çıkan kişi temsil ettiği kimliği politik bir duruş olarak hiçbir zaman bir zırh gibi kuşanma ihtiyacı hissetmemişti. Çünkü bir zırha ihtiyacı olmamıştı. Maddi yönden hayli kuvvetli, köklü ve üst sınıfa ait bir ailenin üyesi, ayrımcılıkla hiçbir zaman yüzleşmemiş, Türkiye’deki LGBT+ mücadelesi hakkında hiçbir bilgisi ve ilgisi olmayan, cinsel yönelimlerin toplumsal olmadığını savunan, kelimenin tam anlamıyla “züppe” bir tiple karşı karşıya kaldım. Âdeta bir Netflix dizi karakteriyle karşı karşıya oturuyordum. 

Yıllar önce karşılaştığım bu “canlı kitabı” şimdi düşündüğümde tiyatromuzdaki queer temsilleri geliyor aklıma. Stereotipleştirilen, hatta karikatürleştirilen karakterleriyle farkında olmadan heteronormativiteyi tekrarlayan, toplumsal normları tartışmaya açması gerekirken toplum ahlâkı altında ezilen, genellikle trajik sonlarıyla ya “Eşcinsellik yıkım getirir.”  algısını pekiştiren ya da ucuz bir mağdur edebiyatı yaratan, kimliği objeleştiren korkunç sahne hikâyelerimiz… Peki iyi niyetlerle yazılıp sahnelendiğini umduğum bu oyunlardaki eksik nedir? İşte o eksiği Şâmil Yılmaz’ın yazdığı, Cevriye Demir’in yönettiği, geçtiğimiz 14 Şubat’ta prömiyerini yapan Mekân Sahne prodüksiyonundaki Tevafuk adlı oyun keşfetmiş. 

Tevafuk, bütün klişelerin toplamından nasıl özgün bir iş çıkarılabileceğini gösteriyor alımlayıcısına. Bunun sağlayıcısı da kesinlikle doğru bir dramaturji. Oyun, queer kimliklerin yalnızca cinsiyet kimliği veya cinsel yönelimle sınırlı olmadığını fark ederek heteronormatif normları; sınıf, statü, etnisite gibi başka ve çeşitli kimlik katmanlarını da hesaba katan kesişimsel bir dramaturjik yaklaşımla tartışıyor. Koma Sahnesi’nde izleme fırsatı yakaladığım oyunda farklı toplumsal sınıflardan gelen aynı yaşlardaki iki gençle tanışıyoruz: Halit ve Yusuf. Biri ilk cinsel deneyimini yaşayacak zengin, muhafazakâr bir ailenin tek çocuğuyken diğeri bir eskort. Birbirlerinin mahallelerinden bile geçmeyen bu iki genç bir otel odasındadır. Konuşurlar, gülüşürler, dans ederler, öpüşürler, oyunlar oynarlar, âşık olurlar. Ama otel odasının dışındaki gerçekler etraflarını sarıp sıkıştırır onları. 


Tüm ögeleriyle melodram klişelerine sarılan oyun, kültürümüzde çok sevilen bu melodram formunu bir yapı bozuma uğratıyor. Başka bir bakış açısı geliştirerek sıradan hikâyenin içinden özgünlük çıkarmayı başarıyor. Kendi içinde şarkılarla dört küçük epizota ayrılan tek perdelik oyun zaman geçişini de bu yolla ustaca çözüyor. Sahne geçişlerinde kullanılan şarkılar oyunun tonuna, hikâyenin içeriğine son derece denk düşüyor. Sadece tek bir yataktan oluşan minimal bir dekor tercih edilmiş. Oyuncular kostümlerini sahnede, geçişler sırasında değiştiriyor. Kullanılan kostümler karakterlerin sınıfsal farklarını yansıtan türde seçilmiş. Öyle ki oyun başlamadan yatağın çevresinde duran oyuncuları incelerken dahi sadece kıyafetlerine bakarak sosyal statüleri hakkında fikir yürütebiliyoruz. Elbette bunda sadece kostümler değil, oyuncuların postürlerinin de katkısı var. Mehmet Berkay Baygın ve Erdinç Kılıç şahane, tempolu ve cesur bir performans ortaya koyuyor. Baygın’ın rahat, hatta lakayıt jestleri, Kılıç’ın utangaç ve kaçıngan tavırları Halit ve Yusuf’u son derece iyi yansıtıyor. İki oyuncu da bedenlerini o kadar iyi kullanıyor ki bu oyun repliksiz oynansaydı da karakterler arasındaki sınıf farkını sezebilirdik gibi geliyor. 

Queer temsillerin olduğu oyunlarda seyircinin algısını yönetmek de önemlidir. Oyuncuların sahiciliği alımlayıcıda duygusal bir etkiyle karşılık buluyor. Yönetmen Cevriye Demir de sahne matematiğini gerçekten iyi kurmuş. Metnin gerilimi, karakterlerin neşesi, öfkesi sahneye çok iyi yansıtılmış. 

Oyunun alametifarikalarından biri de “oyun içinde oyun” tekniğiyle seyircinin metatext düzlemine çekilmesi… Halit ve Yusuf, aşkın kırılgan doğası içinde debelenirken sosyal sınıfın katmanları arasında köprüler inşa etmeye çalışıyor. Yusuf, Halit’e “aldığı paranın hakkını vermek” adına sözüm ona mentörlük yaparak ilişki tavsiyelerinde bulunuyor. Bunun için de çeşitli “roleplay”ler gerçekleştiriliyor. Bu oyunların kimi eğlenceli kimi hayli yıkıcı ve yaralayıcı oluyor. Karakterler sosyal rollerinin gölgesinde bir tür satranç oyunu oynuyorlar. 

Eric Berne’in oyun teorisi ve transaksiyonel analiz kuramı, insanların ilişkilerinde bilinçdışı roller oynadığını ve bunların belirli kalıplar çerçevesinde şekillendiğini öne sürer. Berne’e göre, insanlar iletişimde ebeveyn, yetişkin ve çocuk benlik durumlarından birine bürünerek etkileşime girer. Tevâfuk’ta da karakterler arasında bu roller sürekli değişir. Muhafazakâr ailenin çocuğu, başta "yetişkin" gibi görünse de içinde "korunmaya muhtaç çocuk" yanını taşır. Eskort karakter ise, zaman zaman "eleştirel ebeveyn" kimliğine bürünüp karşısındakinin çelişkilerini yüzüne vurur. Ancak bu dinamikler sabit kalmaz; güç sürekli el değiştirir ve izleyici, onların hem psikolojik hem de toplumsal düzeyde nasıl dönüştüğünü izler. Bu “oyun içinde oyun” tekniğini seyircinin duygusal etkileşimine bilinçli bir ket vuruş olarak değerlendirdim. Alımlayıcı böylece olaylara daha düşünsel bir perspektiften bakıyor ve kendini oyunun teması üzerine akıl yürütmeye zorluyor. Ayrıca karakterler arasındaki oyunlarda gücün el değiştirmesi, sahnelemeyi, önündeki arabesk tondaki mağdur edebiyatı tuzağına düşmekten koruyor.

Aşkın ideolojik inşası oyunda başarılı bir şekilde oluşturuluyor. Karl Marx, aşkın ekonomik ve sınıfsal temellerden bağımsız düşünülemeyeceğini ileri sürer. Aile, Özel Mülkiyet ve Devletin Kökeni eserinde Engels, aşkın feodal ve burjuva toplumlarında ekonomik ilişkilerden doğrudan etkilendiğini savunur. Tevafuk da bu tür kuramları destekler niteliktedir. 


Aşkın özgür olabilmesi sadece sınıfsız bir toplumda mümkündür. Hele ki aşk, zengin ve fakir iki erkek arasında geçiyorsa hem ekonomik tahakküm hem de heteronormatif toplumun baskısı nedeniyle iki kat fazla bariyerle karşılaşır. Bu aşk, ya zengin partnerin kültürel sermayesiyle "bohem bir deneyime" dönüşerek eşitsiz bir ilişkiye evrilir ya da fakir partner için kaçış noktası haline gelerek öz değerini zedeler. Gerçek bir özgürlük ancak bu tahakküm mekanizmalarının farkına varılıp mücadele edildiğinde mümkün olabilir. Yusuf ve Halit için bu mümkün hâl, şimdilik yalnızca otel odasının sınırları içindedir. Karakterler, aylarca ayrılamadığı odada aslında kendi ütopyalarını kurmuşlardır. Fakat gökkuşağının renkleri yalnızca otellerin neon ışıklarından mı ibarettir? Ya da o renkler bir otel odasının dört duvarına sıkışıp kalabilir mi?

Not: Fotoğraflar, “mekansahne” instagram hesabından alıntıdır. 


Devamını Oku

25 Şubat, 2025

Ahmet Vatan ile Yazarlık Üzerine

Ahmet Vatan ile Yazarlık Üzerine

Kumru Yaren Cengiz  |  Ed. Seda İstifciel

Son günlerde, Oğul romanıyla adından sıkça söz ettiğimiz başarılı senarist, yazar Ahmet Vatan ile kariyeri ve yeni kitabı hakkında konuştuk. Keyifli okumalar dilerim. 


Öncelikle sizi, sizden tanıyabilir miyiz Ahmet Bey?

A.V: 1985 yılında Belçika’da doğdum. Ben çok küçükken ailem Türkiye’ye geri göç etmeye karar vermiş. Lise, lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimimi Turizm İşletmeciliği alanında tamamladım. 15 yıl turizm alanında farklı kurumlarda akademisyen olarak çalıştım. Bilimsel kitaplar, kitap bölümleri, makaleler ve bildiriler ürettim. 2022’den bu yana akademik kariyerimi Hollanda’da sürdürüyorum. Kendimi bildim bileli yazıyorum. Devlet üniversitelerinde çalıştığından dolayı yıllarca mahlasla yazarlık yaptım. Netflix’te yayınlanan Fatma’da (2021) hikâye editörü, Asaf’ta (2024) ise senarist olarak çalıştım. Bu yıl Disney Plus’ta yayınlanacak Aşkı Hatırla (Reminder) dizisinin ise orijinal hikâyesini yazdım. Dizinin senaristlerinden de biriyim. Bu yıl ilk romanım Oğul, Ayrıntı Yayınları’nın yeni markası Düşbaz Kitaplar’dan yayımlandı. Eğer üç sene önce kendimi tanıtmamı isteseniz ‘‘Ben bir akademisyenim ve aynı zamanda hikâyeler yazıyorum,” derdim. Bugün kendimi daha çok bir hikâye anlatıcısı olarak görüyorum.

Belçika'da doğup Türkiye'de büyümüş biri olarak, farklı kültürel deneyimleriniz yazılarınıza nasıl yansıyor? Bu çok kültürlü geçmiş, karakter ve hikâye oluşturma süreçlerinizi nasıl etkiliyor?

A.V.: Ailem Belçika’dan Türkiye’ye döndüğünde çok küçükmüşüm. Hayal meyal hatırlıyorum. Ancak tabii ki aile fertlerinden dolayı çok kültürlülükle büyüyorsunuz. Üç sene evvel Hollanda’ya göç ettim. Kaderde göçmenlik varmış demek ki. Ben yurtdışı yaşam tecrübelerinden daha ziyade Türkiye’nin farklı coğrafyalarından öğrencim olmuş bireylerden çok şey öğrendim. Duygu, düşünce ve kültür dünyam onlar sayesinde zenginleşti aslında. Çok çeşitliyiz. Bu sebeple de onlar sayesinde heybeme birçok renk doldurabildim. Özellikle karakter ve hikâye oluşturmadaki nüanslarda bu renkler bana çok yardımcı oluyor.

Yazarlık kariyeriniz boyunca sizi en çok etkileyen yazarlar veya eserler hangileri oldu? Bu isimlerin çalışmalarınıza nasıl bir etkisi oldu?

A.V.: Türkçeyi çok iyi kullanan yazarlara hep imrenmişimdir. Hasan Ali Toptaş bu listenin başında yer alır. Ancak malum sebeplerden dolayı metinlerine mesafeliyim. Barış Bıçakçı yine listemin başında yer alan isimlerden biridir. Mahir Ünsal Eriş’in yalın dilini çok severim. Jean Christophe Grange’ın eserlerindeki kurguyu da incelemek hep öğretici gelmiştir. Bu isimleri okuyor olmanın bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde muhakkak kalemime etkisi vardır. Ancak net olarak belirtebileceğim bir husus yok. Çünkü olabildiğince yolumu kendim bulmaya çalışan bir hikâye anlatıcısıyım.

Yazma rutininiz ve ilham kaynaklarınız nelerdir? Özellikle üretkenliğinizi artırmak veya tıkanıklıkları aşmak için benimsediğiniz yöntemler var mı? Türk edebiyatında en çok hangi yazarlarla bağ kuruyorsunuz? Geçmişten veya günümüzden isimler olabilir.

A.V: Aklıma bir hikâye düştüğünde ivedi masaya oturup yazmaya başlamam. Karakterle günler geçirmek isterim. Garip duyulabilir. Ancak günlerce o karakterle empati kurmaya çalışırım. Mesela bugünlerde bir film üzerine çalışıyorum ve günlerim altmışlarında bir yazarla geçiyor. Duygusal olarak kırgın biri. Ben de onun duygusunda günlerimi geçiriyorum. Karakter zihnimde iyice ete kemiğe büründüğünde ve günlük hayatta bunu yapar, bunu yapmaz dediğimde masa başına geçip yazmaya oturuyorum. Yazarken tıkandığım anlarda uzun yürüyüşler yaparım. Her hikâye için özel şarkı listem vardır. Bunları birer hatırlatıcı gibi de kullanırım. Bazen bir hikâyeyi yazmak için seyahat ederim. Bu kendimi her zaman yaşadığım yerden, dünyadan soyutlamama da yardımcı olur. Safa Önal Vesikalı Yarim, Asiye Nasıl Kurtulur ve Dönüş filmlerinin senaryoları ile Yavuz Turgul ise Sultan, Fahriye Abla ve Muhsin Bey filmlerinin senaryolarıyla beni çok etkilemiştir

Akademik geçmişinizin yazarlık ve senaristlik kariyerinize nasıl bir katkısı oldu? Akademisyenlik deneyimleriniz, hikâye anlatımınıza nasıl yansıyor?

A.V.: İkisinde de fikir emekçisisiniz. Akademisyenliğin getirdiği disiplini yazarlık kariyerimde, yazarlık kariyerinin getirdiği yaratıcılığı ise akademik üretimlerimde kullanıyorum. Bir şekilde birbirlerine hizmet ettiklerini söyleyebilirim. Benim için mola noktası oluyorlar. Akademik çalışmalardan yorulduğumda ya da tıkandığımda yazarlığa, yazarlıkta tıkandığımdaysa akademik çalışmalara sığınıyorum. Bu vesileyle de üretmeyi ve çalışmayı hiç durdurmuyorum. Bu sene 15. yılım akademide. Binlerce öğrenci tanıdım. Onlar vasıtasıyla da farklı aileler, farklı kültürler, farklı insan hallerine tanık oldum. Bu durum da benim duygu ve düşünce dünyamı çok zenginleştirdi.

 "Fatma" ve "Asaf" gibi başarılı projelerde senarist olarak yer aldınız. Bu projelerin başarısı, gelecekteki çalışmalarınız için size nasıl bir motivasyon sağladı?

A.V.: Hikâye anlatıcısı olarak insanlarla aynı duyguda buluşmayı çok kıymetli buluyorum. Belki de yazarlık yapmamın en temel motivasyonlarından birisi de bu. Fatma ve Asaf dizilerinin bu denli geniş kitlelere ulaşmış olması ve izleyenlerle aynı duygu denizinde yüzüyor olmak hem mutluluk hem de gurur verici. Bu duygular da yeni hikâyeler için sizi harekete geçiriyor. Anlayacağınız hikâye severlerle her yeni buluşma, duygu denizini büyütüyor, bu da beni yeni hikâyelerin peşine düşürüyor. 

Senaristlikten roman yazarlığına geçiş sürecinizde, farklı yazım disiplinleri arasında nasıl bir denge kuruyorsunuz? Bu geçiş, yaratıcı süreçlerinizi nasıl etkiledi?

A. V.: Oğul’u yazmaya aslında Fatma ve Asaf projelerinden önce başlamıştım. Ancak bu projelerin trafiği daha yoğun olduğu için Oğul’u bitirmeyi daha sakin bir zamana ertelemiştim. Asaf dizisinin senaryosunu kilitlediğimizde artık sadece benim kalemimden çıkmış bir hikâyenin yola çıkması gerektiğine inandım ve Oğul’u bitirdim. Ben senaryo yazma ile roman yazma arasında çok büyük farklılıkların olduğunu düşünmüyorum. En azından benim için zorlu bir süreç olmadı. Çünkü bence sanatın her formunda hikâye anlatıcılığı var. Bu sebeple ben de kendimi senarist ya da yazar olarak tanımlamak yerine hikâye anlatıcısı olarak tanımlıyorum. 


Senaryolarınızda ve romanlarınızda karakter yaratımında nelere dikkat ediyorsunuz? Okurun/izleyicinin karakterle bağ kurabilmesi için olmazsa olmaz dediğiniz bir unsur var mı?

A.V: Her ne yazarsam yazayım dikkat ettiğim ilk husus, gerçeğe yakın olması ve duyguya dokunması. Hikâye severin karakterle bağ kurabilmesi için karakterin neden öyle olduğunu, neden öyle davrandığını bilmesi gerekir. Zaten karakterin katmanlarında da hikâye severe bunu vermelisiniz ki karakteri gerçek bulsun ve onunla bu yolculuğa çıkmaya karar versin. Karakteri sevip sevmemesi bence çok önemli değil. Aslolan o karakterin gerçekliğine inanması…

Oğul romanınızda, baş karakter Barış'ın içsel yolculuğu ve aile ilişkileri derinlemesine işleniyor. Bu karakterin hikâyesini oluştururken sizi en çok etkileyen veya ilham veren unsurlar nelerdi?

A.V.: Oğul’un hikâyesinin fitilini bir arkadaşımla kamp ateşi başında yaptığımız bir sohbet ateşledi. Babasının ona kavun alıp geldiğinden, ancak kavunu hiç sevmediğinden bahsetmişti. O gün aynı çatı altında aile bireylerinin birbirlerini ne kadar tanıyıp tanımadığını sorgulamaya başladım. Özellikle benim kuşağım ve benden bir önceki kuşağın ebeveynleri duygu paylaşımı konusunda biraz sınırlı bence. Sadece çocuklarına karşı değil, hayatlarını paylaştıkları, aynı yastığa baş koydukları insanlara da karşı… Oğul’un temelini bu sorgulamalar oluşturdu. 

Romanınızda aile içi iletişimsizlik ve bireylerin birbirini tanımaması temaları öne çıkıyor. Bu temaları işlerken kendi yaşam deneyimlerinizden veya gözlemlerinizden nasıl faydalandınız?

A.V: İyi bir gözlem yeteneğim olduğuna inanıyorum. Çoğu yazarın olduğu gibi… Buna da bir de yüksek empati eklenince hikâye biriktirirken çok zorlanmıyorsunuz. Tabii bu bazen benim adıma yorucu olabiliyor. İnsanları dinlemeyi çok severim. Özellikle yakın arkadaşlarımın benimle paylaştıkları duygu dünyamı çok zenginleştirdi. Hayatta her şeyi kendiniz isteseniz de tecrübe edemezsiniz. Görerek ve duyarak tecrübe ettikleriniz de yazdığınız hikâyeleri besliyor. Burada özellikle hatırda tuttuğum; her şeyin, her duygunun, her durumun insanlar için olduğu. Bu sebeple olabildiğince düşük bir etnosentrizmle dinlemeye çalışıyorum insanları. 

Yazarken en çok hangi duygunun peşinden gidiyorsunuz? Öfke, hüzün, umut?

A.V: Bu aralar en çok aşkın peşine düşüyorum. Aşkın getirdiği yüksek duygulara… Güzel yarınlara, kırılan kalplere, kavuşma ümidine… Çok sıkışık bir dünyada yaşıyoruz. Sadece bizim memlekette değil, tüm dünyada gri bir hava hâkim. Ondan sanki hikâye severe iyi hissettirecek şeyler yazmam gerekiyormuş gibi hissediyorum. Aşkı Hatırla dizisinin orijinal hikayesini de tam bu motivasyonla yazmıştım. Aşkı arayan, aşkı özleyen ya da uzun ilişkisinde aşkı unutmuş insanlara aşkı hatırlatmak istedim. 

Bir hikâyenin anlatılmaya değer olup olmadığını nasıl anlıyorsunuz?

A.V: Hikâyedeki karakterlerle zaman geçirdikçe kendini belli ediyor. Karakterle empati kurup onunla üzülmeye, sevinmeye, heyecanlanmaya başlayabiliyorsam; bu başkasına da dokunur diyorum. Önce yazdığınız hikâyeye kendinizin inanması, hikâyenin önce size dokunması gerekiyor. Eğer sizde yaprak oynatmıyorsa hikâyeye duyduğunuz heyecan da zamanla azalıp gidiyor zaten. Bir de bilgisine, tecrübesine ve yaratıcılığına çok güvendiğim bir iki insan var. Onlara anlatıyorum. Onları da heyecanlandırabiliyorsa hikâye, üstüne çalışmaya değer olduğunu varsayıyorum. 

Bazı yazarlar hikâyelerinin karakterlerini yaşarken ‘duymaya’ başladıklarını söyler. Sizde de böyle anlar oluyor mu?

A.V: Keşke sadece duyuyor olsak. İnanın son haftalarım yeni yazdığım karakterin kalp ağrısıyla geçti. Halbuki şu an hayatımın en keyifli zamanlarından birindeyim. Harika giden bir romantik ilişkim var, akademik hayatımda da yazarlık kariyerimde de çok üretken olduğum bir dönemdeyim, yeni dizimizin seti bitmiş, harika geçmiş… Ama gelin görün, bu altmışlarındaki yazarın duygu dünyası, yaşadıkları ve hikâyesi beni duygusal olarak epey yordu. Bunu Oğul’da Barış’la da çok yaşamıştım. Umarım yeni yazdığım film de Oğul kadar içime siner. 

Daha önce çalıştığınız yapımlarda kolektif bir üretim sürecinin içindeydiniz. Roman yazarken yalnız olmanın avantajları veya zorlukları oldu mu?

A.V: Kolektif çalışmalarda çok özgürdüm. O sebepten bir sınırlama, kısıtlama ya da fikir ayrılığı gibi bir süreç yaşanmadı. Ancak Oğul’u yazarken bazen kayboldum. O zamanlarda yalnız olmanın zorluğunu çektim. Ancak bunu bir öğrenme süreci olarak gördüm. Dümeni bırakmadım ve gemiyi kıyıya yanaştırabileceğime inandım. Öyle de oldu. Yalnız yazmak müthiş bir özgüven kazandırdı. Şimdi daha gür bir şekilde ‘‘Ben bir hikâye anlatıcısıyım,’’ diyebiliyorum. Bunun cesaretiyle de kendi başıma bir sanat filmi yazmaya oturdum. Hiçbir mesleğin kolay olmadığını düşünüyorum. Ancak her zorlukla korkusuzca mücadele etmenin kendi yolculuklarımıza çok şey kattığına inanıyorum.

Kitabınızın ileride bir film veya diziye uyarlanması konusunda planlarınız var mı? Varsa, bu süreçte nasıl bir rol üstlenmeyi düşünüyorsunuz? Yazdığınız senaryolarda yönetmenler ve yapımcılarla nasıl bir denge kuruyorsunuz? Bir yazar olarak hikâyenizin değişime uğraması sizin için zorlayıcı mı?

A.V: Şu an Oğul’un senaryosunun üzerine çalışıyorum. İlk taslağı bitti. Hikâyeye nasıl takla attırabilirimin üstüne çalışıyorum. Yaz sonu sette olmasını arzu ediyorum. Ancak projede aynı pencereden bakabildiğim bir yapımcıyla çalışmak istiyorum. Görüşmelerimiz sürüyor. Bugüne kadar olan işlerde yönetmen de yapımcı da işin her sürecinde var olmamı istedi. Yani aslında bu projelere senaristlikten öte hizmette bulundum. Oğul sürecinde de aynı olacağını düşünüyorum. Farklı olarak Oğul projesinde farklı bir yönetmenle çalışmak istiyorum. Eminim bu çok öğretici olacaktır. Bugüne kadar yazdığım hiçbir şey büyük bir değişime uğramadı. Ancak yapımcı ve yayıncının fikirlerine önem verdiğimi söylemek isterim. Onların tecrübe ve öngörüleri projelere olumlu katkı yaptı hep. Hepimiz iyi bir hikâye anlatmak için bir aradayız. Bunu akıldan çıkarmamak işinizi kolaylaştırıyor. 

Sizi Ahmet Vatan yapan kırılma anları nelerdi?

A. V.: Köpeğimi çok ani bir şekilde kaybettim. Hayattaki en büyük kırılma anlarımdan birisi oydu. İkincisi yurtdışına yerleşme kararım. Kendim için yaşamayı öğrendim burada. Bu hayatın biricik ve benim olduğunu anladım. Ben ne istersem onu yaşarım, ben ne istersem onu yaparım. Bu sayede hayatımdaki bazı dengeler değişti. Bir de çok verici bir arkadaştım. Bazı yakın arkadaşlıklarımla alma verme dengesinde zarardaydım. Onları dengeledim. Bazı arkadaşlıkların, bazı ilişkilerin hayat boyu sürmesi gerekmediğini öğrendim. Bu da benim için bir kırılma ânıydı.

Kendi kariyerinizde dönüp baktığınızda “Bunu yapmasaydım farklı bir yerde olurdum,” dediğiniz bir karar var mı?

A.V: Eğer Türkiye’de akademiye devam ediyor olsaydım, şu an olduğum yerde olmazdım. İyi ki Türkiye’de akademisyenliğe devam etmeme kararını verdim. Şu an kurduğum dengeden çok memnunun. Yeni yazacağım hikâyeler için de Hollanda’da yürüteceğim akademik araştırmalar için de çok hevesli ve heyecanlıyım. 

Gelecek projeleriniz arasında farklı türlerde eserler veya yeni işbirlikleri bulunuyor mu? Özellikle keşfetmek istediğiniz yeni alanlar veya konular var mı?

A. V.: İlk önce Oğul’un filmini yapmak istiyorum. Sonrasında altı farklı aşk halini anlattığım “Anadolu’dan Sevgilerle” projem var. Onu ya dijital bir platforma dizi yapacağım ya da öykü kitabı olarak hikâye severle buluşturacağım. Üstüne çalıştığım sanat filmini bu sene bitirmek istiyorum ve başka bir ülkede yapmak istiyorum. Ben sanatın her formunda hikâye anlatıcılığı olduğuna inanıyorum. Bu sebeple de iki şarkı sözü yazdım. Çok ortak tanıdığımız var ancak şarkı sözlerini yazdığım sanatçılarla hayatın bizi bir araya getireceğine inanıyorum ve o ânı bekliyorum.


Devamını Oku

24 Şubat, 2025

Beden ve Kıyılar

Beden ve Kıyılar

Eda Çamlı  |  Ed. Seda İstifciel

Haftalık Sanat Haberleri ( 24 Şubat -3 Mart) :

Selçuk Artut’tan Algı ve Beden Üzerine Derin Bir Keşif: “Hayalet Uzuvlar”

Selçuk Artut’un son dönem eserlerini bir araya getiren “Hayalet Uzuvlar” başlıklı kişisel sergisi, 5 Nisan’a kadar Piyalepaşa’daki Zilberman | Selected’da sanatseverlerle buluşuyor. Sanatçının görsel algı, beden ve mekân arasındaki dinamik ilişkiyi irdelediği bu sergi, varlık ile yokluk arasındaki ince çizgide gezinen eserlerden oluşuyor.

Adını, fizyolojik ve nörolojik bir fenomen olan “hayalet uzuv” kavramından alan sergi, ampute edilmiş bir uzvun varlığını hâlâ hissedebilme olgusu üzerinden algının sınırlarını sorguluyor. Filozof Merleau-Ponty’nin bedenin yalnızca fiziksel bir bütünlük olmadığını, algı ve eylemle şekillenen dinamik bir varlık olduğunu öne süren görüşlerinden ilham alan Artut, görsel algıyı da bedenin bir uzantısı olarak ele alıyor.

“Hayalet Uzuvlar”, izleyiciyi algının katmanları içinde bir keşif yolculuğuna çıkarıyor. Geometrik desenlerin istikrar, birlik ve zamansızlık kavramlarıyla olan ilişkisini yeniden yorumlayan Artut, nesneleri yapıbozuma uğratarak geçmişin izlerini taşıyan hafıza eserlerine dönüştürüyor. Kültürel ve entelektüel mirasın hayaletimsi kalıntılarının sanatsal biçimlere evrildiği sergi, algının sürekli değişen doğasına dair çarpıcı bir deneyim sunuyor.

Sergi, 5 Nisan’a kadar Zilberman | Selected’da ziyaret edilebilir.


* Görsel, gazetesu.sabanciuniv resmi web sitesinden alınmıştır.

Kusur-suz

Dilşad Akçayöz'ün "Kusur-suz" başlıklı kişisel sergisi, 18 Şubat-18 Mart tarihleri arasında Summart'ta sanatseverlerle buluşuyor.

Bedenin yalnızca fiziksel bir varlık olmadığını, aynı zamanda kimlik, aidiyet ve dönüşüm alanı olarak varlığını sürdürdüğünü vurgulayan Dilşad Akçayöz, "Kusur-suz" sergisinde heykel pratiği aracılığıyla normatif mükemmeliyet algısına eleştirel bir bakış sunuyor. Sanatçının figüratif yaklaşımı, bedenin katı ve akışkan hâlleri arasındaki gerilimi incelerken, bireyin hem kendisiyle hem de toplumla kurduğu ilişkiyi çok boyutlu bir şekilde sorgulamasını sağlıyor.

Heykel sanatında en köklü malzemelerden biri olan mermeri şekillendiren Akçayöz, sert ve dayanıklı ancak bir o kadar da kırılgan olan bu malzemenin niteliklerini, dönüşüm, zaman ve kırılganlık kavramlarıyla ilişkilendiriyor. Sanatçının, geleneksel heykel anlayışının dışına çıkan deneysel yöntemleri, kusursuzluk arayışına ve toplumsal güzellik algısına eleştirel bir mesafeyle yaklaşıyor.

Sergi, izleyiciyi yalnızca bir sanat deneyimine değil, aynı zamanda bireysel ve toplumsal kabulleri sorgulayan derin bir düşünce alanına davet ediyor. Hızla mekanikleşen algı sistemlerinden uzaklaşmaya ve bedenin doğal hallerini yeniden değerlendirmeye çağıran "Kusur-suz", izleyiciyle çok boyutlu bir diyalog kurmayı amaçlıyor.

Dilşad Akçayöz'ün "Kusur-suz" başlıklı kişisel sergisi, 18 Mart'a kadar Summart'ta ziyaret edilebilir.

 

*Görsel, summart resmi web sitesinden alınmıştır.

Silva Bingaz’ın “Opus 3c” Sergisi

Silva Bingaz’ın son dönem fotoğraf çalışmalarını bir araya getiren “Opus 3c” başlıklı kişisel sergisi, 22 Mart’a kadar Öktem Aykut’ta ziyarete açık olacak.

Fotoğraf pratiğinde tarih yüklü ve çok katmanlı mikro coğrafyalara odaklanan Bingaz, uzun yıllardır kıyı kentlerinde insan, hayvan ve doğa arasındaki ilişkileri gözlemliyor. Kenar bölgelerdeki geçici ve güvenliksiz yaşamları belgeleyen sanatçı, “Opus 3c” serisinde 2017 yılında Letonya’da çektiği fotoğrafları izleyiciyle buluşturuyor. İstanbul ve Japonya’da gerçekleştirdiği önceki kıyı serileriyle aynı yoğunluğu taşıyan bu seçki, denizle temas eden mekânlarda yaşanan savruluşlara ve belirsizlik hâline tanıklık ediyor.

Sergi ismiyle, Bingaz’ın önceki projelerine referans verirken, sanatçının çalışmalarındaki müzikal ritme de bir gönderme yapıyor. “Opus 3c”, Bingaz’ın 2015’te gerçekleştirdiği “Balat” sergisinden sonra Öktem Aykut’ta açtığı ikinci kişisel sergi olma özelliğini taşıyor. Sergi tasarımı ise Sevim Sancaktar ve Yavuz Parlar tarafından hazırlandı.



Devamını Oku

21 Şubat, 2025

Offgrid Art Project’in Yeni Sergisi: “Tesirli Karşılaşmalar”

Offgrid Art Project’in Yeni Sergisi: “Tesirli Karşılaşmalar”

Orhun Atmış  |  Ed. Seda İstifciel

İstanbul’un kalbinde, Taksim’de yer alan offgrid art project, sesini yavaş yavaş duyurmaya başlayan galerilerden. İlk sergileri “Imprint” ile Aralık ayının sonlarına doğru açılış yaparak yeni yılı karşılamışlardı. Şimdi de “Tesirli Karşılaşmalar” isimli sergiyi izleyiciyle buluşturdular. Sergi 28 Mart’a kadar görülebilecek. 

offgrid art project, bağımsız sanatçılara alan açmayı amaçlayan bir platform. Sanatçılara üretim süreçleri boyunca mentorluk desteği de veren platform, yeni sergisinde de bağımsız sanatçılar Can Memişoğulları ve KovanProject’in kurucuları Aslıhan Mumcu ile Beyza Durhan’ın eserlerini sergiliyor. Ancak bu serginin özel bir yanı da var. Offgrid art project, bu sergi kapsamında Daire Sanat’la bir işbirliğine gitti. Cihangir’de bulunan Daire Sanat, açık atölye programına başvuran sanatçılar arasından yukarıda saydığımız isimleri atölyesinde ağırlayarak bu sergide yer alan eserleri üretmeleri için alan yarattı.

Can Memişoğulları’nın ses, mekân ve dijital teknolojilerle yaptığı araştırmalar, Aslıhan Mumcu ve Beyza Durhan’ın ekolojiden beslenen sanatsal pratiklerinin yer aldığı “Tesirli Karşılaşmalar”, sanatçılar arasındaki etkileşimlerin, doğa ile kurdukları bağların ve bireysel deneyimlerin sanatla nasıl bir araya geldiğinin birer örneğini oluşturuyor. “Tesirli Karşılaşmalar”, izleyiciyi sadece eserlerin görsel boyutuyla değil, aynı zamanda derin anlam katmanlarıyla da etkilemeye davet ediyor.


 *Can Memişoğulları korAkor, 2023 İki kanal video, iki kanal ses

Can Memişoğulları’ndan Bir Seçki 

Can Memişoğulları, güncel sanat ve müzik alanında disiplinlerarası bir yaklaşımla üretim yapıyor. Sergide sanatçının video yerleştirme ve 3D baskı eserleri yer alıyor. Doğa olayları, insan algısı ve teknolojik ilerlemenin kesişim noktalarını keşfetmeye yönelik bir yaklaşımla eserlerini üreten Memişoğulları, bu sergide de KovanProject’e paralel olarak doğa teması etrafında işlediği eserlerini izleyicilerle buluşturuyor. Sanatçının çalışmaları, doğadaki değişimlerin insan algısını nasıl şekillendirdiğini sorgularken dijital sanatın olanaklarıyla çevreyle olan ilişkisini yeniden keşfediyor. Memişoğulları sergideki eserlerinde doğa ile insan arasındaki etkileşimi hem dijital düzeyde hem de duygusal olarak sorguluyor, doğadaki değişimlerin ve ekolojik olayların insanın içsel dönüşümünü nasıl tetiklediğini araştırıyor.


*Beyza Durhan Coğrafyanın biçimini, 2022 Tel konstrüksiyon üzerine un, kumaş ve temel petek (arılarla birlikte üretildi) 10h x 25w x 15d cm

KovanProject: Doğa ve Arı / Gerçek ve Metafor

KovanProject ise 2021’de Nesin Sanat Köyü’ndeki sanatçı konaklama programında bir araya gelen Mumcu ve Durhan’ın ortak bir ekolojik bakış açısıyla üretim yapmaya başladıkları bir oluşum. Beyza Durhan’ın ailesinin arıcılık geleneği, doğayla kurduğu bağ ve arıların metaforik rolü, projeye ilham verirken insan ile doğa arasındaki ilişkiyi sorgulatan derin bir anlam taşıyor. Aslıhan Mumcu ise seramikleriyle doğanın temel unsurları olan kil, su ve ateşi birleştirerek ekolojik bir perspektif sunuyor. Bu süreç, doğanın dönüşümüne ve insanın bu döngüdeki rolüne dair derin bir sorgulama yaratıyor. 

KovanProject, sergi üretimlerini gerçekleştirdiği Daire Sanat’ı “kovan (ev)” olarak tanımlıyor. Burada ürettikleri eserler ise “İki Yüzlü Almanak” serisini oluşturuyor. Seri, doğa ve insan arasındaki hiyerarşiyi sorguluyor; arıların, güneşin ve bitkilerin yolculuğunu bir kimlik meselesi olarak ele alıyor. Biri Şırnak, biri Tekirdağ’da yaşayan sanatçılar, bir yılın görsel günlüklerinden, bitkilerinden ve atölye atıklarından besleniyor. Bu eserler, geçmişle geleceği birleştirerek bireysel geçmiş, tüketim, üretim ve karşılaşma üzerine güçlü bir dil oluşturuyor.

“Tesirli Karşılaşmalar”, her bir karşılaşmanın, değişimin ve dönüşümün izlerini taşıyan eserlerden oluşur. Sanatçılar arasındaki etkileşimler, doğa ile kurdukları bağlar ve yaratıcı üretim süreçleri, izleyiciye sanatı yeniden düşündürme fırsatı sunuyor. 

 

*Uzuvlar, 2024 Fırınlanmış seramik çamuru ve biyomateryal 6h x 27w cm, değişken boyutlar (20 parça)


Devamını Oku