BLOG

/ Blog
25 Ağustos, 2023

Baskıyı Sanat İle İfşa Etmek: Bala Uyguner ile "Onun" Sergisi Üzerine

Baskıyı Sanat İle İfşa Etmek: Bala Uyguner ile "Onun" Sergisi Üzerine

Yüsra Yüce   |   Ed. Derya Çağlağan

1. Ne zamandan beri resim yapıyorsunuz? Resim yapmaya nasıl başladınız?

Kendimi bildiğimden beri resim yapıyorum. Küçükken alırdım elime kalemi kağıdı, evde etrafımda gördüğüm her şeyi çizerdim. İlkokul birinci sınıfta annemin pastel boya resmini yapmıştım, Kadıköy Halk Eğitim Merkezi’nde sergiye alınmıştı. Ama hiç kimse benim resme olan ilgimi fark etmedi. Üniversite çağıma gelince, babama Akademi’ye* gitmek istediğimi söyledim. O da bana “Ressamlar aç kalır kızım, ya İşletme ya da İktisat okuyacaksın” dedi. Ben de İstanbul Üniversitesi İktisat Bölümü’ne girdim ve mezun olduktan sonra Yatırım Uzmanı olarak çalışmaya başladım. Ancak iş hayatı hiç bana göre değildi. Birkaç sene dayanabildim ve eşimin de desteği ile işi bıraktım. O dönemde Levent Sanat Galerisi vardı, sahibi de Martha Kalyoncu idi. Eşim Ümit gitmiş, kendisiyle konuşmuş; galerinin arka kısmında yapılan resim çalışmalarına beni yazdırmış. Ben de bir kış sezonu boyunca oraya gittim. Yıl sonunda galeride sergimiz oldu. İlk yağlı boya resmimi orada yaptım, yıl 1990. Daha sonra Martha bana daha iyi bir eğitim almam gerektiğini söyledi ve Akademi’den Hüsnü Koldaş ile tanıştırdı. Hüsnü Hoca resmimi ve çalışmalarımı gördükten sonra beni atölyesine kabul etti. Üç seneye yakın Hüsnü Hoca’dan desen ve yağlı boya eğitimi aldım. Bana temel desen ve resim çalışmalarımda çok katkısı olmuştur. Uygar’ın doğumuyla birlikte uzun bir aradan sonra yolumuz Mahir Güven ile kesişti. Arkadaşlarım kendisinin atölyesine gidiyorlardı, ben de orada çalışmaya başladım. Mahir Güven atölyesinde salonda kadınlar çalışır; arka odalarda da gençler üniversiteye hazırlanır. Mahir Hoca beni bir müddet gözlemledikten sonra, “Bâlâ sen arkaya geçiyorsun, seni üniversiteye hazırlayacağız” dedi. Ben de böylece, kırk iki yaşında Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ne girdim. Görsel Sanatlar Bölümü’nü birincilikle bitirdim. Resim okumak için girdiğim bölümde Prof. Meriç Hızal ile tanıştıktan sonra heykel projesiyle mezun oldum.



2. “Onun” ilk kişisel serginiz. Bu zamana dek gerçekleştirdiğiniz karma sergilerden ve bu sergilerde yer almış eserlerinizden bahsedebilir misiniz?

Üniversitede okurken, 2009 yılında Teşvikiye Galeri Işık’ta “Ustalar ve Çıraklar” sergisinde hocalarımızla birlikte işlerimiz sergilendi. Benim de kara kalem bir desenim sergilendi. 2011 yılında Doğuş Üniversitesi’ndeki karma sergide bir ahşap heykelim sergilendi. Bu heykel, biri erkeği, biri kadını temsil eden iki büyük küp ahşaptan oluşuyordu. Erkeği temsil eden heykelin ön yüzüne fallus yaptım ve tam karşısında kadını temsil eden küpün ön yüzüne de onun iz düşümünü yaptım. Burada kadının üzerindeki cinsel baskıyı anlatmaya çalıştım. Mezun olduktan sonra, 2012 yılında heykel çalıştayı için Datça’ya gittim. Burada Muğla mermerinden 120 cm yüksekliğinde yaptığım “Nike” heykeli sergilendi. Yine, 2012 yılında Mine Sanat Galerisi’ nde “Kadına Dair” karma sergisine katıldım. Bu sergide sevgili hocam Meriç Hızal da vardı. Bu sergiye de büyük bir ahşap rölyef ile katıldım. Rölyefimde kadın erkek ilişkilerini sorgulayan bir tavırla, kadını kelebeği andıran bir bulut formunda, erkeği de bulutun içine dalmaya çalışan bir figür olarak tasvir ettim. 2014 yılında Galeri Işık Şile’de açılan “Yolu Işık Güzel Sanatlardan Geçen Kadın Sanatçılar” sergisine birkaç işimle katıldım. Bunlardan bir tanesi, kadın sporcuları ele aldığım bronz heykelimdi. Son olarak 2019 yılında Galeri Işık Teşvikiye’deki Devinim sergisine de zafer tanrıçası Nike’yi yorumladığım bir ahşap heykelimle katıldım.

3. Sergide resimlerinizin yanı sıra iki heykeliniz de yer alıyor. Aynı zamanda ahşap da çalışıyorsunuz. Disiplinlerarası üretim yapmak üzerine ne söylemek istersiniz?

Hem resim, hem heykel yapıyorum. Disiplinlerarası üretim yapmak yaratıcılığı çok geliştiren bir durum. Aynı temayı farklı malzeme ve teknik kullanarak işliyorsunuz ve bunun sonunda çok yönlü bir üretim ortaya çıkıyor. Farklı farklı malzemeler ve teknikler öğreniyorsunuz. Bunları nasıl kullanacağınızı kurguluyorsunuz. Yaptığınız sanat çeşitleniyor, yenileniyor ve zenginleşiyor. Aynı konuda farklı anlatımlara ulaşıyorsunuz. Bu da sizi yaratıcılık anlamında daha ileriye taşıyor.



4. “Onun” sergisinde yer alan çalışmalarınızın ortak noktası nedir? İşlediğiniz temalar neler?

Yaptığım işlerde ortak tema kadının üzerindeki her türlü baskı ve şiddet. Kadına şiddet tarihsel bir olgu. Çok uzun zamandır var olan bir durum. Ben var olanı saptayıp aktarıyorum. Şiddet, cinsiyet eşitsizliğinden doğan güç ilişkilerinden kaynaklanıyor. Erkek güçlü, kadın zayıf görülüyor, söz hakkı verilmiyor. Böylece kadına psikolojik, cinsel ve manevi şiddet uygulanabiliyor.

5. Çalışmalarınızı yaparken neyden ilham alıyorsunuz?

Toplumdan ve gazetelerin üçüncü sayfalarından, diyebilirim. İlk evlendiğim yıllarda bir yardımcım vardı. Kocasından sürekli dayak yiyordu. Yakınımda olan kadın şiddetiyle ilk orada tanıştım. Bir gün hastanede bir kadın gördüm, bir gözü kördü. Hemşireler anlattı, kocası döve döve gözünü kör etmiş, 7 çocuğu vardı ve hamileydi. Yine tanıdığım bir kadın, kulağı duymadığı için kulaklık takıyor, nedeni koca dayağı. Levent Sanat Galerisi’nde çok sevdiğimiz bir sanatçı hocamız vardı. Bir gün gazetede ölüm ilanını gördüm. Kocası tarafından öldürülmüştü. Maalesef böyle bir toplumda yaşıyoruz.

6. Eserlerin ortaya çıkma sürecinden biraz bahsedebilir misiniz? Nasıl çalışıyorsunuz?

İşlerimi ortaya çıkartırken figürleri kurguluyorum. Sonrasında fotoğraf çekimi yapıyoruz. Tanıdığım kadınları seçiyorum, çünkü gözlerin verdiği duyguyu aynen yansıtmam gerekiyor. Gözler ve eller benim için çok önemli. Ellerle sevgi yoksunluğunu ve eril gücünü aktarmaya çalışıyorum. Bir de her yaştan kadın portrelerine yer veriyorum. Fotoğrafların çekimlerini çok sevgili arkadaşım, profesyonel fotoğrafçı ve reklamcı Kaya Sensev ile gerçekleştiriyoruz. Bu vesile ile ona da teşekkür ediyorum.

7. Sergi kadına yönelik şiddet ve baskı temaları etrafında şekilleniyor. Eserleriniz bu temalarla bireysel ve toplumsal katmanda nasıl bağ kuruyor?

Bakın, 2021 yılında 348, 2022 yılında 381, 2023 yılı ilk dört ayında 165 kadın öldürüldü. Öldürülen kadınların yanında, bir de şiddet görenleri düşünün. Ben de düşününce, buna duyarsız kalamıyorum. Benim de içinde yer aldığım topluma karşı sorumluluk hissim, beni bu işleri yapmaya yöneltiyor. Sanat yapıyorum ve kadınım. O halde sanatımı bu yönde kullanmalıyım.

İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi. Bugünkü ismiyle Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi.

Devamını Oku

23 Ağustos, 2023

Bodrum Bale Festivali'nde Bolywood Geçidi

Bodrum Bale Festivali'nde Bolywood Geçidi

Yüsra Yüce   |   Ed. Derya Çağlağan

Ne zaman yurtdışından bir oyun, bir müzikal ya da dans gösterisi gelse hemen biletimi alıp giderim. Oyunların önemli bir kısmından çıktıktan sonra ise benzer şeyler düşünürüm. Hem eleştirmen hem de icra edici gözüyle baktığımda kafamda birçok soru beliriyor. Kendimize haksızlık mı ediyoruz? Türkiye’de benzer bir bütçeyle yapılan benzer prodüksiyonlar daha iyi değil mi? “Tiyatro bilmediğimiz” bir yalan mı yoksa aynı avantajlara mı sahip değiliz? Bu oyunda çekici olan ne ki, dünya turnesi yapabiliyor? Benzer sorular, Bodrum Bale Festivali’nde gösterilen A Passage To Bollywood oyunundan sonra da aklımda belirdi.


Uluslararası Bodrum Bale Festivali, 5-17 Ağustos tarihleri arasında Bodrum Kalesi’nde gerçekleşti. Türkiye’nin tek bale festivali olan Bodrum Bale Festivali, Devlet Opera ve Balesi tarafından düzenleniyor. Şimdiye kadar pek çok ulusal ve uluslararası bale ve operayı ağırlamış olan festival, bu yıl yirminci yılını kutladı. Festivalin açılışı, Ankara Opera ve Balesi tarafından sahneye konulan “Harem” oyunuyla yapıldı. Harem’in reji ve koreografisi Merih Çimenciler imzası taşıyor. Oyun, Klasik Türk ve Osmanlı Müziği’ni sahneye taşıyor. Festival, İzmir Opera ve Balesi tarafından sahnelenen ve koreografisini Armağan Davran ile Volkan Ersoy’un üstlendiği Notre Dame’ın Kamburu’yla devam etti. 11 Ağustos’ta Hindistanlı bir grubun sahneye koyduğu A Passage To Bollywood, 13 Ağustos’ta ise İspanyol Flamenko Dans Topluluğu tarafından sahnelenen Woman by Aaron Vivancos ile devam eden festival, kapanışını İstanbul Opera ve Balesi tarafından sahnelenen Don Kişot ile yaptı. Oyunun koreografisini Marius Pepita üstleniyor.


A Passage To Bollywood, koreografisini Ashley Lobo’nun üstlendiği, Hindistanlı bir ekip olan Navdhara Indian Dance Theatre tarafından sahneye konulan bir müzikal. Mumbai’li ekip yirmi iki genç ve yetenekli dansçıdan oluşuyor. Ekip, Batı dansının fiziksel yöntemleri ile geleneksel Hint dansını birleştirerek yeni bir biçim araştırmasına girmiş. Sonucunda ise oldukça orantılı, melez bir biçimle oyunu sahnelemiş. Batılı tekniklerin geleneksel Hint danslarıyla yoga, meditasyon gibi araçlarla birleştirilerek sunulduğu bir şölen çıkmış ortaya. Hem klasik hem de çağdaş Bollywood şarkılarının kullanıldığı gösteride dekor oldukça minimal ve atmosfer arka plandaki projeksiyon aracılığıyla veriliyor. Dekorun projeksiyon aracılığıyla kullanılması fazlasıyla dikkat çekiyor. Turneye oldukça uygun gibi görünen bu model, bu kadar büyük bir projeksiyon için oldukça basit ve üzerine düşülmemiş görünüyor.  Kostümler, oldukça göz alıcıydı. Tamamen klasik Hint giyiminden ilhamla dikilen kostümler, renkli bir şölen gibi sunuluyordu seyirciye.


A Passage To Bollywood, alımlayıcısına klasik bir sevgi ve dostluk hikayesi sunuyor. Hayallerini gerçekleştirmek için Mumbai’ye doğru yola çıkan bir çocuğun hayalini takip etmesi hikayesi ve rüyalarındaki kadınla kurduğu ilişki ele alınıyor. Oyun, kompakt bir hikâye sunsa da klasikleşmiş romantik ve drama dayalı bir anlatıyı ele alıyor. Bu bağlamda, tam anlamıyla bir Bollywood anlatısını aktardığı söylenebilir. Hikâye, geleneksel müzikler ve danslar eşliğinde seyircisini hızla içeri çekiyor.

A Passage To Bollywood, seksen dakika süren, eğlenceli bir yapıt. Hint şarkıları farklı bir kültürün kulağını sahneye taşırken, batı danslarıyla harmanlanmış Hint dansları ise seyirciye farklı bir kapı açıyor. Fakat basit hikayesi, üzerine düşülmemiş reji ve dekoruyla Bodrum Bale Festivali gibi uzun yıllardır gerçekleşen bir festivale ve çoğu prodüksiyonu geçen bilet fiyatına yakışmayan bir oyun oluyor. 

Devamını Oku

21 Ağustos, 2023

Müziğin Sesi İstanbul'da Yükseliyor!

Müziğin Sesi İstanbul'da Yükseliyor!

Eda Çamlı  |  Ed. Yüsra Yüce


DenizBank VoiceUp A Capella Festivali

DenizBank VoiceUp A Capella Festivali, İstanbul'da müziğin büyülü sesleriyle katılımcıları unutulmaz bir deneyime davet ediyor. DenizBank'ın ana sponsorluğunda düzenlenen festival, Vokal Akademi'nin kurucu sanat direktörü Başak Doğan'ın liderliğinde müzikseverleri ağırlamaya hazırlanıyor.

İstanbul'un farklı mekânlarında gerçekleşen festivalde yerli ve yabancı 550'den fazla müzisyen bir araya geliyor. Hollanda'dan Uruguay'a, Türkiye'den Danimarka'ya uzanan geniş bir yelpazede yüzlerce müzisyen, koro ve vokal grubu festivalde buluşuyor. Avrupa'nın tanınmış koro şefleri ve eğitmenleri yönetiminde 25 farklı atölye ve 25'ten fazla konserin yanı sıra, ‘Müzikte Kadın Liderler’ başlıklı bir panel de düzenleniyor.

Festivalin ana grubunu ise 40 yılı aşkın süredir a capella müziğin öncüsü olan İsveçli The Real Group oluşturuyor.

Festivalin detayları için: https://www.vokalakademi.co/festivals


Ormanda Işık Festivali

Dünyanın farklı ülkelerinde büyük ilgi gören "LIGHTS & DREAMS" Ormanda Işık Festivali, bu kez ilk kez Türkiye'de sahne alıyor. Işıkla dolu bir dünya, büyüleyici enstalasyonlar, etkileyici tüneller, interaktif temalar, oyun alanları, sahne performansları ve daha birçok sürprizle Türkiye'nin dört bir yanındaki ziyaretçileri bekliyor.

Türkiye'nin en büyük açık hava ışık festivali olan "LIGHTS & DREAMS", tasarımcılar, senaristler ve sanatçılardan oluşan büyük bir ekibin özverili çalışmaları sonucunda hayat buluyor. Festival, ormanın derinliklerinde ışığın büyülü dansını ve sıra dışı deneyimleri bir araya getirerek ziyaretçilerini unutulmaz bir yolculuğa çıkarıyor.

Festivalde tam yirmi beş bin ışıklandırma ve üç kilometre ipek kullanılarak hazırlanan büyüleyici enstalasyonlar, elli bin metrekarelik alana yayılan otuzdan fazla tematik alanı aydınlatıyor. Yirmi neş farklı tema altında tasarlanan bu alanlar, ziyaretçilere kendilerini masalsı bir dünyada hissettiriyor.


Isabel Muñoz: Yeni Bir Hikâye: Göbeklitepe ve Çevresinden Fotoğraflar

Pera Müzesi, dünyaca ünlü İspanyol fotoğrafçı Isabel Muñoz'un objektifinden Türkiye'nin önemli arkeolojik alanlarından Göbeklitepe ve çevresini gözler önüne seren bir sergiye ev sahipliği yapıyor. "Isabel Muñoz: Yeni Bir Hikâye - Göbeklitepe ve Çevresinden Fotoğraflar" başlıklı sergi, 17 Eylül 2023 tarihine kadar ziyaretçilere açık olacak. 

İspanyol sanatçı Isabel Muñoz, dünya genelinde farklı kültürleri, doğayı ve yaşam biçimlerini anlamaya çalışan etkileyici bir fotoğrafçı olarak tanınıyor. Sergi, Muñoz'un objektifinden Türkiye'nin bu önemli arkeolojik alanlarını keşfe çıkan bir yolculuğu anlatıyor. Her bir karede tarih ve doğanın birleştiği görüntüler, izleyicilere görsel bir şölen sunuyor.

Serginin küratörlüğünü ise François Cheval üstleniyor. Uluslararası arenada başarılı projelere imza atmış olan Muñoz'un eserleri, Pera Müzesi'nin dördüncü ve beşinci kat sergi salonlarında sanatseverlerle buluşuyor.

‘Amadeus’ Türkiye Turnesinde

Çolpan İlhan-Sadri Alışık Tiyatrosu ve Piu Entertainment iş birliğiyle sahneye konulan "Amadeus”, çarpıcı hikayesi ve usta oyuncularıyla tiyatro severlerle İstanbul dışında buluşmaya hazırlanıyor. Bursa, Antalya ve İzmir gibi farklı şehirlerde de sahnelenecek olan oyun, 10 Ekim'de İstanbul Zorlu PSM'de beşinci sezona merhaba diyecek. Işıl Kasapoğlu'nun yönetmenliğindeki bu göz kamaştırıcı sahne performansı, müziğin büyüsünü tiyatroyla harmanlayarak izleyicilere unutulmaz anlar yaşatacak.

On sekizinci yüzyılda Viyana'da yaşayan efsanevi besteciler Wolfgang Amadeus Mozart ile Antonio Salieri'nin çatışmasına odaklanan "Amadeus", Peter Shaffer'ın kaleminden çıkma bir başyapıt olarak sahneye taşınıyor. Müzik tarihinin unutulmaz figürlerini mercek altına alan bu oyun, çarpıcı hikayesiyle seyircileri etkileyici bir yolculuğa çıkarıyor.

Devamını Oku

17 Ağustos, 2023

Metruğun Peşinde: 18.Venedik Mimarlık Bienali Türkiye Pavyonu

Metruğun Peşinde: 18.Venedik Mimarlık Bienali Türkiye Pavyonu

Eren Can Altay  |  Ed. Yüsra Yüce

Venedik’in kanalları, her iki yılda bir olduğu gibi, bu yıl da Venedik Mimarlık Bienali’ne ev sahipliği yapıyor. Küratörlüğünü Lesley Lokko’nun üstlendiği bu yılki bienal, konusu “Geleceğin Laboratuvarı (The labarotuary of the Future)” ile mimarinin gelecek potansiyellerini keşfe çıkıyor. İKSV’nin öncülüğünde 2014 yılından beri mimarlık bienale katılan Türkiye’nin bu seneki pavyonunun kuratörlüğü ve tasarımı, Sevince Bayrak ve Oral Göktaş ile So Mimarlık ve Fikriyat tarafından gerçekleştiriliyor. 26 Kasım 2023’e kadar ziyarete açık olan Türkiye Pavyonu “Hayalet Hikayeleri: Mimarlığın Çuval Teorisi”[1] projesiyle Bienalde boy gösteriyor.

Pavyon, “kahraman yapılar” olarak nitelendirdikleri, mimari söylemin ön planında yer alan yeni ve yıldız yapıların aksine, metruk bırakılmış mimari eserleri odağına alıyor. Mimarinin gelecek projeksiyonunu ise bu söylem değişikliği üzerinden okumaya çalışan proje, sürdürülebilir mimari ve ülkemizdeki deprem gerçeğine de hafif dokunuşlar gerçekleştiriyor. Projenin ana fikrinin yine SO mimarlık tarafından tasarlanan “Havuz” projesinden geldiğini belirten Bayrak ve Göktaş, İstanbul Florya’da yer alan metruk bir havuzu yıkmak yerine yeniden işlevlendirmeyi tercih ediyor[3]. Bu deneyim sayesinde mimarinin potansiyellerini pratik olarak da deneyimleyen ikili, bu düşünceyi Türkiye Pavyonunda da sergiliyor.

Metruk yapıların boş bırakılmasını ve zaman ile zayıflamasının ya da yıkılmasının mantıklı bir seçenek olmadığını savunan küratörler, hali hazırda mevcut olan bu yapı stokunun neden oluştuğu ve nasıl kullanılabileceği üzerine bir tartışma yürütüyor. Üretim ilişkilerinin değişmesi ya da ekonomik krizlerin sonucunda boş kalan fabrika binaları, kent içerisinde rant spekülasyonları sebebiyle boş bırakılmış tarihi yapılar ve yıkılması beklenen birçok boş-harabe yapı, Bienal ekibi tarafından yapılan bir açık çağrı ile belgelenmeye başlanıyor. Türkiye’nin dört bir tarafından, mimar olan ya da olmayan birçok kişinin gönderdikleri fotoğraflar ile Türkiye’nin metruk yapı stoku hakkında bir belgeleme gerçekleştiriliyor. Projenin ilk ayağını oluşturan bu açık çağrı, pavyonu interaktif bir oluşuma dönüştürürken, küratörlerin daha geniş bir coğrafyada ve spektrumda belgeleme yapmasına imkan sağlıyor. [5]

Bulut olarak nitelendirilen bu belgeleme aşamasından seçilen görseller, sergi alanının tavanından sarkıtılan perdelere yansıtılarak ziyaretçilere sunuluyor. Bu perdelerin altlarındaysa, projenin ikinci aşamasını oluşturan “tezgâh” yer alıyor. Görseller, metinler ve maketlerin yanı sıra, yapay zekâ kullanılarak oluşturulan metruk yapıların olası kullanımlarını içeren bir görsel seçki, ziyaretçilerin incelemelerine sunuluyor.[6] Bunlara ek olarak İKSV ve YEM ortak yayını ile basılan bir kitapçık da Türkiye Pavyonunun manifestosunu barındırıyor.

Türkiye Pavyonu, mimarlığın geleceğine yaptığı bakışta “kahraman yapılar”dan ziyade metruğa yönelerek, amaçladığı söylem değişikliğinin bir parçası olmayı başarıyor. Sırf bu açıdan bile proje, mimarlıkta alternatif bir tartışma yaratmaya katkı sağlıyor. Bunun Venedik Bienali gibi bir mecrada gerçekleşmesi ise projenin değerini bir kat daha arttırıyor. Ancak tüm bu söylemine karşın tasarım refleksinden uzaklaşmayı başarabilmişe benzemiyor. “Sonuç ürün” olarak ortaya konan, alternatif kullanımlar, mimari proje odaklı fiziksel değişimlerden öteye gidemiyor. Metruk yapının mülkiyet ilişkileri içerisindeki muğlak durumuna yeterli bir değinme yapamadan, metruk olanın sosyal ve politik olasılıklarını kaçırıyor.

Metruğun kent mekânında oluşturduğu mülkiyet muğlaklığı, yapıyı katı bir iç mekan olmaktan çıkartarak, “izinsiz” girişleri mümkün hale getirir. Bu sayede metruk, bir anlamda yarı kamusal bir karaktere bürünür. Metruğun sahip olduğu bu durum onu farklı gruplar tarafından kullanılabilir hale getirir. Alışılmışın dışında bir kullanım ilişkisine açılan yapı, Avrupa’nın birçok yerinde politik ya da kültürel kimliklere bürünerek sosyal bir fenomene dönüşmüştür. Türkiye için bu kullanım tarzı çok az deneyimlenmiş olsa bile, politik formda vücut bulmuş örneği 2013 sonrasında “Don Kişot” ve “Lojman” işgal evlerinde pratiğe geçirilmişti.

Belki de bilinçli bir karar ile projeye dahil edilmeyen bu konular ile ucundan değinilen, projeye tam olarak dahil edilemeyen sürdürülebilirlik ve deprem konularına rağmen Hayalet Hikayeleri: Mimarlığın Çuval Teorisi”, değerli bir belgeleme çalışması olmayı başarıyor. Bunun yanı sıra mimarlığın odağını “kahraman yapılar”dan uzaklaştırıp, farklı bir zemine koymaya çalışması da günümüz mimarlık algısı açısından azımsanmayacak bir önem taşıyor.

SO Mimarlık'ın tartışmaya sunduğu bu konu, her ne kadar niş bir konu olarak gözükse bile, alternatif bir konu olarak görünür olmaya çalışıyor. Berlinale film festivaliyle gösterime giren “The Architect”[7] dizisi de kullanımda olmayan mekanların kullanımı özelinde, So Mimarlığa benzer bir bakış açısı sunuyor. Popüler kültürde de seslerini duymaya başladığımız ve Türkiye Pavyonu ile de gündeme getirilen bu konuyu belki de gelecekte daha fazla duymayı umuyoruz.

İlgili Linkler:

SO Mimarlık Proje Sayfası:

https://www.soistanbul.com/Ghost-Stories

 IKSV Proje Sayfası:

https://turkiyepavyonu23.iksv.org/

Venedik Bienali Türkiye Pavyonu Sayfası:

https://www.labiennale.org/en/architecture/2023/turkey

Talking Architecture Podcast; Sevince Bayrak Söyleşisi:

https://open.spotify.com/episode/56OtkfIlGXSfVEsMUfwTlN?si=dCBAefM8RWiCGoE7XNm0JQ

Şelale Kadak Söyleşisi Sevince Bayrak ve Oral Göktaş:

https://www.youtube.com/watch?v=TdWvXR8D-aM

The Architect Dizisi Berlinale:

https://www.berlinale.de/en/2023/programme/202311745.html  



Devamını Oku

14 Ağustos, 2023

Açık Havada Sanat Bir Başka!

Açık Havada Sanat Bir Başka!

Eda Çamlı  |  Ed. Yüsra Yüce

Müzede Sahne

Sakıp Sabancı Müzesi'nin organize ettiği Müzede Sahne etkinliği bu yıl 17-20 Ağustos tarihleri arasında, "Hep Yan Yana" sloganıyla sanatseverlerle buluşmaya hazırlanıyor. Ayşe Draz’ın sanat yönetmenliğini üstlendiği etkinlik, yedinci yılında zengin ve çok sesli bir program sunuyor.

Sezonun başarılı oyunlarının izleyici karşısına çıkacağı etkinlikte, Dostlar Tiyatrosu tarafından sahneye konan, Genco Erkal'ın başrolde olduğu "İmparator", Talimhane Tiyatrosu tarafından yapılan ve Bora Akkaş'ın başrol oynadığı "Harika Şeyler Listesi", Hakan Emre Ünal'ın oynadığı, Tiyatro Hemhal'in "N'Olcak Bu Yusuf Umut'un Hali" oyunu ve Kadıköy Emek Tiyatrosu'nun sahnelediği, Afife ödüllü "Herkes Kocama Benziyor" oyunu sahneleniyor. Etkinlikte bu başarılı oyunların yanı sıra, ses atölyesi, çocuk oyunları, masal dinletisi ve dans performansları da yer alıyor.

Etkinliğin detayları için: https://drupal.sakipsabancimuzesi.org/sites/default/files/2023-08/MuzedeSahne2023.pdf


Bir Yaz Gecesi Festivali

Bir Yaz Gecesi Festivali, İstanbullu sinemaseverleri açık havada ve Boğaz’ın kıyısında keyifli yaz akşamlarına davet ediyor. Film ve müziğin uyumlu birlikteliğinden ilhâm alınaram hazırlanan Restore Klasikler programı bu yıl unutulmaz film müziklerinin yaratıcısı Nino Rota’ya odaklanırken; sessiz film programı da yaklaşık yüz yıl önce çekilmiş sirk temalı filmleri usta müzisyenlerin canlı performansları eşliğinde seyirciyle buluşturuyor.

Sessiz film virtüözü, Alman müzisyen ve davul sanatçısı Frank Bockius, festival kapsamında İstanbul’a geliyor ve geçtiğimiz yüzyılın başından, sirk temalı dört filme müziğiyle ses veriyor.  20 Ağustos’a kadar devam edecek festival, izleyicilere hem nostaljik bir yolculuk hem de modern müziğin büyülü dünyasıyla buluşma fırsatı sunuyor.

Festival programı için: https://beykozkundura.com/sinema/etkinlik-grup/bygf23


Alfresco Tunes Caz Konserleri

Hilton Istanbul Bosphorus, caz efsanesi Louis Armstrong'un 1959 yılında verdiği unutulmaz konserden ilhamla, yaz boyunca konserler vermeye devam ediyor.

Üçüncüsü 16 Ağustos akşamı gerçekleşecek olan konser, cazın yanı sıra R&B ve hip-hop'un izlerini taşıyan neo-soul tarzında bir repertuarla caz severleri büyülemeye hazırlanıyor. Evrim Özşuca’nın solistliğini üstlendiği gecede, tuşlu çalgılarda Can Çankaya, elektrik basta Enver Muhammedi ve davulda Burak Cihangirli’den oluşan çok değerli bir ekiple ikonik bir deneyim sizleri bekliyor.


Fata Morgana 

Ordu'nun Yason Burnu'nda, sanatçı Alper Aydın'ın "Fata Morgana" adını taşıyan açık hava sergisi, Türkiye'nin solo olarak düzenlenen en büyük açık hava sergisi olarak dikkatleri üzerine çekmeyi başarmıştı.

Adını deniz üzerinde cisimlerin uçuyormuş gibi göründüğü optik bir hava olayından alan Fata Morgana, geçmiş, şimdi ve geleceğe dair algıları, insanın doğa karşısındaki rolünü ve anlamını mercek altına alıyor. Sanatçının heykel, enstalasyon, çizim, resim ve doğal malzemelerden oluşan çoklu pratiklerle tasarladığı eserler, jeolojik oluşumları, mitolojik hikayeleri, insanın doğa ve yaşamla etkileşimini ve insan sonrası Dünya'nın yorumunu içeriyor. Sanatseverleri doğanın güzellikleriyle buluşturan bu etkileyici sergi, görsel sanatları ve çeşitli etkinlikleri bir araya getirerek Ordu'nun sanatsal ve kültürel zenginliğini yansıtıyor.

20 Haziran- 20 Ağustos tarihleri arasında gerçekleştirilmesi planlanan sergi gördüğü büyük ilgiden ötürü 10 Eylül’e kadar uzatılıyor.


Devamını Oku

07 Ağustos, 2023

Festival Sezonu Başladı!

Festival Sezonu Başladı!
Eda Çamlı  |  Ed. Yüsra Yüce

Türkiye Kültür Yolu Festivalleri, Coşkulu Etkinliklerle On Bir Şehri Buluşturuyor!

T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından yürütülen Türkiye Kültür Yolu Festivalleri, sanat, kültür ve eğlence dolu etkinlikleriyle 5 Ağustos’ta başladı. Türkiye'nin uluslararası marka değerine katkıda bulunmak üzere iki yıl önce Beyoğlu Kültür Yolu Festivali ile başlayan Türkiye Kültür Yolu Festivalleri bu yıl Nevşehir, Trabzon, Erzurum, Çanakkale, Gaziantep, Ankara, Konya, Diyarbakır, İstanbul, İzmir ve Antalya olmak üzere on bir şehirde düzenlenecek.

Kapadokya Balon ve Kültür Yolu Festivali

 

Festivallerin ilk durağı, eşi benzeri bulunmayan Peri Bacaları ve renkli balonlarıyla ünlü Kapadokya oldu.  Nevşehir'de gerçekleştirilen Kapadokya Balon ve Kültür Yolu Festivali üç yüzden fazla etkinlikle 13 Ağustos’a kadar sanatseverlere unutulmaz bir deneyim vadediyor. Festival boyunca otuz farklı mekânda düzenlenecek etkinliklere, binden fazla sanatçı katılacak. Sergi, konser, söyleşi ve atölyeler ile zengin bir içerik sunan program, Kapadokya'nın eşsiz doğasında gerçekleştirilecek. Sanatseverler, görsel şölenin içinde yer alarak birbirinden farklı deneyimler yaşama fırsatı bulacak.

Festival programının tamamına ulaşmak için: https://kapadokya.kulturyolufestivalleri.com/

Night Shift: Bazilikanın Karanlığı

  
Yenilenen yüzüyle ziyaretçilerini ağırlayan Yerebatan Sarnıcı, farklı deneyimlere kapı aralamaya devam ediyor. Tarihi sarnıcı karanlıkta şifalı sesler eşliğinde deneyimleme imkânı sunan Night Shift: Bazilikanın Karanlığı etkinliği, ışık, koku ve mekân algısını bir arada yaşatıyor.

8 Ağustos günü ses terapisti Suzin Maçoro eşliğinde gerçekleşecek olan bu özel etkinlik ile katılımcılar tarihin derinliklerinden gelen sese ve ritme kulak verme şansı yakalıyor.

Bergama Tiyatro Festivali Başlıyor!

 
Bergama Tiyatro Festivali, 11-13 Ağustos tarihleri arasında farklı ve yenilikçi oyunlarla tiyatro severleri ağırlamaya hazırlanıyor. Bu sene ‘neşe’ temasıyla sanatseverleri buluşturmak için dördüncü kez kapılarını açan festival, Bergama’nın zengin tarihi dokusu ve tiyatro geleneği ile buluşuyor. Tiyatro sahnelerinde sergilenecek oyunlar ve performansların yanı sıra, farklı yaş gruplarına yönelik disiplinler arası atölye çalışmaları, paneller ve yürüyüşler de etkinlikler arasında yer alıyor. Festivalin zengin programı, tiyatro dünyasının büyülü atmosferini yaşamak isteyen herkesi Bergama'da buluşmaya çağırıyor.

Devekuşu Kabare’nin unutulmaz prodüksiyonu ile hafızalara kazınan Turgut Özakman’ın ‘Deliler’ oyununun, Metin Akpınar ve Mert Fırat’ın yönetiminde DasDas bünyesinde günümüze uyarlanmış versiyonu olan ‘Deli Bayramı’ festivalin kaçırılmaması gereken oyunlarından.

Festival programının tamamına ulaşmak için: https://bergamatiyatrofestivali.com/#

ENKA Açıkhava Tiyatrosu'nda Heyecan Verici Bir Sinema Deneyimi

 
ENKA Sanat, sinemaseverleri unutulmaz bir deneyimle buluşturuyor. 4-25 Ağustos tarihleri arasında gerçekleştirilecek Başka Sinema seçkisi, yerli ve yabancı son dönemin öne çıkan filmlerini ENKA Açıkhava Tiyatrosu'nda ağırlayacak. Festival adına en ilgi çekici durumlardan biri ise izleyicilerin bu eşsiz sinema deneyimini paylaşma fırsatı bulabilmesi için bir bilet alana bir bilet bedava kampanyasının duyurulmuş olması.

Programının detayları için: https://www.enkasanat.org/

Sanatın Büyülü Buluşması: "Doğanın Yankıları" Sergisi Bodrum'da!

Galeri Bosfor'un çarpıcı karma sergisi "Doğanın Yankıları", Bodrum Demirbükü'nde yer alan Mesa Bodrum'da sanatseverlerle buluştu. 15 Eylül tarihine kadar devam edecek olan sergi, doğanın güzelliklerini ve sanatın yaratıcı enerjisini bir araya getiriyor.

Küratörlüğünü Galeri Bosfor kurucusu Gökşen Buğra’nın gerçekleştirdiği sergi, farklı disiplinlerden sanatçıların eserlerini bir araya getirerek izleyicilere zengin bir görsel deneyim sunuyor.

The Metropolitan Museum of Art'ta Budist Sanatına Odaklanan Yeni Sergi: "Tree and Serpent"

 
Dünyanın en ünlü sanat mekanlarından The Metropolitan Museum of Art, Budist sanata adanmış yeni bir sergiye ev sahipliği yapıyor. "Tree and Serpent" adını taşıyan sergi, 13 Kasım tarihine kadar ziyaretçilerini ağırlayacak. Bu özel sergi, Hindistan'daki Budist sanatının kökenlerine ve evrimine ışık tutuyor. Yüz yirmi beş eserden oluşan bu sergi, Hindistan'daki Budist sanatının M.Ö. 200 ila M.S. 400 yılları arasındaki dönemini inceliyor.

Sergi, Budizm'in erken dönemlerine ait sanat eserleriyle zenginleştirilmiş. Bu eserler aracılığıyla, Hindistan'daki Budist sanatının evrimini ve dönemin kültürel, dini ve sanatsal etkilerini keşfetme fırsatı sunuyor.

Devamını Oku

02 Ağustos, 2023

Toplumsal Bir Fenomen Olarak Barbenheimer

Toplumsal Bir Fenomen Olarak Barbenheimer


Yüsra Yüce   |   Ed. Derya Çağlağan

2023 yılının en önemli sinema olayı Barbenheimer. Duyuruldukları günden beri yalnızca sinemayı değil; moda, güzel sanatlar, müzik gibi pek çok kültür alanını da bu iki büyük film domine ediyor. Barbenheimer hikayesi, Warner Bros’un filmleri perdeyle birlikte dijitalde de gösterme kararına kadar geriliyor. 2021 yılında sinema devi Warner Bros, değişen ve gelişen dijital yayın atmosferinden ötürü filmlerini perdeyle aynı anda dijitalde de gösterme kararı almış, ünlü yönetmen Christopher Nolan bu karara tepki göstermişti. Bu büyük tartışma da Nolan’ın bir daha Warner Bros’la çalışmama kararı almasına sebep olmuştu. Bu yılın başında, şubat ayında Nolan’ın filmi Oppenheimer’ın 21 Temmuz’da vizyona gireceği belli olduğunda ise, Warner Bros yılın en büyük yapımı olan Barbie’yi Nolan’ın filmiyle aynı güne koyma kararı aldı. Son düzlükte, Barbenheimer yalnızca izleyicinin örgütlenerek ürettiği bir husumet değil, en başından beri sinema devlerinin tartışma alanıydı. 


İki filmin aynı gün yayınlanıyor olması, filmler için büyük bir reklam alanı yarattı. Bu durum, biçim ve içerik bakımından oldukça farklı olan filmlerin, Barbenheimer isimli bir internet fenomenine dönüşmesini sağladı. Sinemaseverleri ortak bir heyecan etrafında toplarken, aynı zamanda ikiye böldü. Bir tarafta özellikle kız çocuklarına hitap eden bir oyuncağın hikayesi varken, diğer tarafta geçen yüzyılın en önemli isimlerinden birinin ve en önemli olayının hikayesi vardı. 

Greta Gerwig, Barbie filmi ile çocuklar üzerinde etkili çeşitli toplumsal normları ifşa ediyor. Barbie’nin yarattığı mükemmel beden algısı, çok çaba sarf etmeden bir şeylere sahip olması, dikte ettiği yaşam biçimi filmde didikleniyor; Barbie fenomeninin kadınların üzerinde yarattığı algı ifşa ediliyor. Öte yandan, Barbie hikayesiyle ve figürlerinin yoğunluğu ile tam anlamıyla kadın dünyasına açılan bir kapı haline gelmiş bir film. Oppenheimer ise bunun tam tersi, konu aldığı olay ve dönem itibariyle erkekler tarafından erkekler için yönetilen bir dünyadan kesitler sunuyor. Bu farklılık da Barbie ve Oppenheimerın kitlesinin ayrılmasının sebeplerinden biri. Fakat iki filmin bir ortak noktası var ki, o da çeşitli politik normları inceliyor olmaları.
  


Greta Gerwig, Barbie ile dünyanın en büyük oyuncaklarından birini feminist bir bağlamda ele almaya çalışıyor. Barbie Dünyası’nda her şey iyi giderken, basmakalıp bir Barbie olan Margot Robbie’nin bebeğiyle oynayan kişinin etkisiyle Barbie bozuluyor, selülit üretmeye ve ayağı düz bir şekilde yere basmaya başlıyor. Bu bozulmayı onarmak için de gerçek dünyaya gidip, onunla oynayan kişiyi bulması gerekiyor. Basmakalıp Barbie, Ken ile gerçek dünyaya doğru bir yola çıkıyor. Barbie Gerçek Dünya’ya gittiğinde, sandığı gibi Barbie bebeğin dünyayı değiştirmediğini, o dünyanın hala erkek egemen bir evren olduğunu öğreniyor. Gerçek Dünya’ya gittiğinde, daha öncesinde selülitten ve yaşlanmaktan korkan Barbie’nin yaşlı bir kadına güzel olduğunu söylemesi ise bu etkileyici sahne dizelerinin başında geliyor. Karakterimizin dönüşümü o sahnede başlıyor. Barbie, o andan itibaren gerçek dünyada kadın olmanın ne demek olduğunu keşfediyor. Elbette Barbie filmi, reklamı yapıldığı gibi feminist bir film değil. Günün sonunda, Hollywood için yapılan bir oyuncak bebek hikayesi ne kadar kadın deneyimiyle ilintili olabilirse, o kadar ilintili bir şekilde ele alınıyor.


Öbür yandan Oppenheimer, konu edindiği olaydan da hareketle oldukça politik bir film olarak konumlanıyor. Robert Oppenheimer’ın bir bilim insanı ve duyarlı bir insan olarak iki kimliğinin çatışmasını yakından ele alıyor. Atom bombası, insanlık tarihinin en önemli olaylarından biri. II. Dünya Savaşı’nın bitmesini sağlamasıyla bir kurtarıcı, etkisiyle bir çeşit cehennem, yeni savaşlarda kullanılma ihtimalinden ötürü bir tehdit. Atom bombası Hiroşima ve Nagasaki’de kullanıldıktan sonra, Oppenheimer, kendi yarattığı şeye karşı bir yerde konumlandı. Aynı dönemde, Oppenheimer’ın sola yakın görüşlerinin olduğu, ABD Komünist Partisi’ne yakınlığı ortaya çıkarıldı. Nolan’ın Oppenheimer’ı, bir bilim adamının kendi yarattığı şeyle çatışmasını ve hükümetlerin iki yüzlülüğünü, yarattığınız şeyi kullandıktan sonra sizi nasıl kenara attıklarını ve düşünce özgürlüğünün otoriteler için nasıl bir yalan olduğunu ele alıyor.

Barbie ve Oppenheimer, çoktan çözüldüğünü sandığımız güncel sorunları başka perspektiflerden ele alıyor. İki filmin ana karakterinin de ortak noktası, çözüldüğünü sandıkları problemlerle, sonlandığını sandıkları otoritelerle çatışmaya girmeleri. Bunu bambaşka yollarla yapan iki film, yazar ve yönetmenlerinin sektördeki konumu ve biçim konusundaki farklılıkları gibi sebeplerle sinemaseverleri ikiye bölüyor. Barbie’nin renkli dünyası ve komik altyapısını yeterince ciddi bulmayanlar ve Oppenheimer’ı erkeklikle itham edenlerin eşliğinde iki dev film, gişe rekorları kırmaya devam ediyor.


Devamını Oku

27 Temmuz, 2023

Odunpazarı Modern Müze

Odunpazarı Modern Müze

Eren Can Altay   |   Ed. Yüsra Yüce

Tarihi çevre içerisinde modern yaklaşımlı yapı çözümleri; mimarlar, kent plancıları, korumacılar ve öznesi kent-yapı olan tüm disiplinlerde tartışma konusu olmuş ve olmaya devam edecek bir başlıktır. Kent dokusuna uyumluluk, eski ile yeninin bir aradalığı ve estetik kaygılar gibi alt başlıklar, bu tartışmaların önemli bir kısmını oluşturmaktadır. Bu tartışmaları devamlı kılan durum ise, farklı disiplinlerin farklı bakış açılarıyla konuya yaklaşabilmeleri ve bu sayede konunun tek bir kesin çözümden azade oluşudur. Bu sebeptendir ki her bir disiplin, ürettiği çözümde ya da yaptığı müdahalede, kendi eylemlerini meşrulaştırma gereği duyar.   Mimari anlamda bu, yapının bir anlamda formuna bir mazeret bulmaya çalışmaktır. Bu meşrulaştırma çevreye uyum, mimari yeterlilik ve kalite, yerel ile bağ gibi çeşitli şekillerde ortaya çıkabilir. Bu sürecin alt yapısı ise mimari üretim sürecinin konsept aşamasında belirmeye başlar.

Kengo Kuma and Associates (KKAA) tarafından tasarlanan Odunpazarı Modern Müze de tüm bu tartışmalar ışığında meydana gelmiştir. Kentin tarihi dokusunun merkezinde yer alan yapı 2019 yılında inşa sürecinin tamamlanması ile ziyarete açılmıştır. Yapının vaat ettiği çevre ile uyumlu olma ve kentsel dokunun devamlılığını sağlama, söylemsel bir zeminde kendisine yer bulsa da, pratikte çağdaş ile gelenekselin çatışması rahatça hissedilebilir. Odunpazarı’nın geleneksel yapı malzemesi olan ahşabın, OMMda da tekrarlanması yerel bir jest gibi gözükse bile, mevcut olan formal farklılığın önüne geçebilecek bir güce sahip değil. Burada yerel dediğimiz geleneksel yapı stoğunun da turistik bir fanus içerisine yerleştirilmiş, makyajvari bir geleneksel Türk evi olduğunu da belirtmekte yarar var. Gece vakti, birkaç sokak hariç, terkedilmiş bir plato görünümü veren sokaklar, gün ışığı ile birlikte hediyelik eşya dükkânları ve turist yoğunluğu ile meşguliyet sağlarlar. OMMun referans olarak seçtiği alanın da bu yönde gelişmekte oluşu mimarlık literatürünün farklı bir tartışma konusunu oluşturur.

OMM söz konusu olduğunda kabul etmemiz gereken bir durum da, ölçeksel uyumdur. Parçalanmış yüzeylerin oluşturduğu devamsız cepheler yapının zaten büyük olmayan ölçeğini, görselde daha da kırıyor. Yükseklik olarak çevresindekilerle yarışa girmeyen yapı, formal olmasa bile mekânsal ve kütlesel bir devamlılığa olanak sağlıyor.

İç mekân, çağdaş mimarinin olmazsa olmazlarından, kesitteki devamlılığı ve katlar arasında görsel/deneyimsel bağları ikonlaştıran ahşap çerçeveli, kapalı bir atrium ile sağlıyor. Bu da mekân algımızda temel bir değişimi gösteriyor. Geleneksel mimaride katlar ile sınırlı kalan mekânsal deneyim, katların yarılması, boşlukların daha görünür kılınması veya daha doğrudan kat sisteminin yok edilmesi ile farklı bir anlayışa evriliyor. Bu sayede kullanıcı içerisinde bulunduğu yapıyı keşfederken sadece yatay doğrultuda bir keşiften ziyade, dikey kafa hareketine de ihtiyaç duyuyor. Farklı kat planlarına sahip yapının her katında yol bulmayı kolaylaştıran bu dikey eleman, tüm katlarda domestik bir landmark yaratıyor. Ana odağı üzerinde toplayan bu merkezi eleman, içe dönük bir mimariye göz kırpsa da, şehre dönük ve onu çerçeveleyecek şekilde açılan açıklıklar bu içe dönüklüğün etkisini hafifletici bir rol oynuyor. Bir sergi mekânı olarak tasarlanan iç mekân, klasik bir beyaz kutu”(white box) özelliğini taşıyor. Ahşap doku bu tekdüze beyazlığı hafifleten bir işlev görürken sade olan iç mekânı tamamlayıcı bir rol oynuyor. Çoğu zaman pahalı ve şatafatlı malzeme ile oluşturulmaya çalışılan zarif ve zengin iç mekânın, farklı ve daha mütevazı malzemelerle de oluşturulabileceğini kanıtlıyor. Bu da mekanın algılanması bakımından doğrudan ve göz kamaştırmayan bir biçim veriyor. Kalabalık ve şatafattan uzak bu minimalist oluşum, odağın detaydan ziyade mekanda kalmasına olanak sağlıyor. OMM’un bu özelliği, yapının iç mekanının kullanıcı tarafından daha özümsenmesine yardımcı oluyor denebilir. Beyaz sıvalı duvarlar ve ahşap elemanların yanısıra, metal mesh ve taş gibi malzemelerde kullanılmış olsa da, onların da beyaz renkte ya da tonlarında kullanılışı, malzeme çeşitliliğini sanki iki baskın malzemede sınırlı tutuyor. Bu da yapının minimal doğasını ön plana çıkartan bir detay olarak göze çarpıyor.


Sonuç olarak yapı, çağdaş bir yapının barındırdığı özellikleri içerisinde toplamayı başarmış ve Eskişehir’e yeni bir kimlik kazandırmıştır. Söyleminin ardında, metinde de bahsettiğim tezatlıklar yer alsa da, gerek yapım tekniği gerek ise gerek ise mekansal zenginliği olsun, bu tezatlıkları göz ardı etmemize yetiyor. Herşeyden öte, ilk paragrafta da belirttiğim gibi, yapının kendisine meşruluk yaratma kaygısından kaynaklanan bu söylemler, zaten Eskişehir’in tarihi alanının “kisch” liği göz önüne alındığında gayet de masum tezatlar olarak gözükebilir sanıyorum ki.

Devamını Oku

29 Haziran, 2023

Fleabag’ler

Fleabag’ler

Yüsra Yüce    

        Zeki, cazibeli, kederli ve seks bağımlısı bir kadının Londra’da hayatta kalma hikayesi… Fleabag, 2016’dan 2019’a yayınlandığı süre boyunca, özellikle kadın seyirci kitlesi tarafından fenomen haline getirilmiş bir dizi. En yakın arkadaşının ölümünün ardından yas sürecinde olan, ailesiyle olan çalkantılı ilişkisi etrafında bir kafe işletmeye çalışan Fleabag’in hikayesini anlatan dizinin en çarpıcı yönü, Fleabag’in sürekli olarak dördüncü duvarı kırıp, olayların kendi üzerinde etkisini doğrudan seyirciyle paylaşmasıydı. Dizi, yine Phoebe Waller-Bridge tarafından yazılmış aynı isimli bir monodramadan uyarlama. Bu güzide oyunu, National Theatre Live ve Başka Sinema işbirliğiyle, 22 Haziran akşamı Kadıköy Sineması’nda izleme fırsatı elde ettim.

        Şehrin kalabalığında kaybolduğumuz, o kalabalık içinde küçücük bir noktaymış gibi hissettiğimiz, her şeyin bizim suçumuz olduğunu düşündüğümüz dönemler vardır. Hayat bizi oradan oraya savururken, var olabilmek için çıkış noktaları ararız. Fleabag, isminden de anlaşılacağı üzere böyle bir durum içerisindeki bir kadının hikayesini anlatıyor. Dizide de olduğu gibi oyun boyunca kimse Fleabag’e ismiyle seslenmiyor, ‘’Fleabag’’ ismi ise ingilizcede beğenilmeyen, çirkin anlamına gelen bir hakaret. Hem dizinin hem de oyunun dünyasında diğer figürlerin Fleabag’e bakış açısı söz konusu olduğunda ise bu duruma pek şaşırmıyoruz, etrafındaki herkes Fleabag’i acınası ve seks düşkünü biri olarak görüyor. Fakat hikayenin can alıcı kısmı şu ki, Fleabag bu kimliği sahipleniyor, kucaklıyor ve zorluklarına rağmen kendini olduğu gibi kabul ediyor. Sonucu her iki sezonda da felaketle sonuçlansa bile.

        Monodramalar, 90’lı yıllardan beri Türkiye’de olduğu gibi batıda da oldukça yaygın bir tiyatro formu. Geçtiğimiz otuz yıl boyunca, dünyanın her yerinde binlerce tek kişilik oyun yapıldı ve yapılmaya devam ediyor. Peki nedir monodramanın bu kadar sevilmesinin sebebi? Niçin tiyatro, çok figürlü oyunlardan solo performanslara doğru bir ‘daralma’ yaşıyor? Bu sorunun cevabı, monodramanın çok çeşitli kumpanyalar ve coğrafyalar tarafından kullanılmasından ötürü, ekonomik sebeplerle açıklanabilmenin ötesinde bana göre. Ekonomik sebeplerdense, monodramaların anlattığı hikayeler bizlere bu soruya cevap verebilmek için bir yol gösteriyor. Bu yol ise gün geçtikçe yalnızlaşan, içe kapanan ‘öteki’nin yolu.

        Monodramada tek bir figür üzerinden belleğe doğru yola çıktığımız bir form söz konusudur. Sahnedeki figür, başından geçen olayları kendi perspektifinden hareketle seyirciye aktarır. Oyun kişisiyle seyirci doğrudan bağ kurar. Dolayısıyla oyun kişisi ve seyirci arasındaki bağ kuvvetlenmiş olur. Oyun kişisi, olaylar dizinini kendi perspektifinden ele alır. Monodrama formunda yazılan oyunların ortak noktalarından bir diğeri ise, kenarda köşede kalmış, dışlanmış hikayeleri konu edinmesidir. Kadınların, LGBTİ+’ların, göçmenlerin, savaş mağdurlarının ve daha nice öteki’nin hikayesini ele alırlar. Fleabag’in hikayesinin de tam olarak böyle bir hikaye olduğunu söyleyebiliriz.

        Fleabag, romantik ilişkileri sürekli sarpa saran, ailesiyle ilişkileri bozuk olan yalnız bir kadının hikayesini anlatan bir komedi. En yakın arkadaşından kalan kafeyi işletmeye çalışan Fleabag, hikayesi boyunca hayattaki ‘konumunu’ bulmaya çalışıyor, bu arayış sırasında ise toplumsal bütün kurumlarla çatışıyor. Çünkü onun ne aşkla, ne parayla ne de ailesiyle arası iyi değil. Arasının iyi olduğu tek şey seks, bu da toplumsal kurumların onu aşağılamasını sağlıyor. Arayışı boyunca aşkla, parayla ve ailesiyle ilişkilerini düzeltmek için elinden geleni yapsa da bu kimseler Fleabag’i sürekli itiyor. O ise bu üçgenin arasında, hem kendisi olup hem de nasıl hayatta kalabileceğini bulmaya çalışırken savruluyor.

        Oyun, dizinin birinci sezonuyla neredeyse paralel ilerliyor. Olayların sırası, Fleabag’in replikleri ve hatta tonlaması bile değişmiyor. Birkaç repliğin kimin tarafından söylendiği ve bazı sahnelerin ritmi dışında, oyunun ve dizinin hikayeleri arasında somut farklılıklar yok. Tek ve çok önemli bir şey dışında: Fleabag’in seyirciyle kurduğu ilişki biçimi. Oyun anlatı formunda olduğundan Fleabag doğrudan seyirciyle iletişime giriyor. Oysa dizide olaylar esnasında Fleabag dördüncü duvarı kırarak kendi perspektifini seyirciye aktarıyordu. Dolayısıyla seyirci, tabiri caizse kendisi Fleabag’in ‘’sırdaşı’’ gibi hissediyordu. Oyunda Fleabag’in sizin kulağınıza bir şeyler fısıldadığı hissi, doğal olarak ortadan kalkmış durumda. Fakat oyunda kurulan ilişkinin, daha yakın bir ilişki olduğunu söyleyebilirim.

        Hem oyunun hem de dizinin değişmeyen en önemli yönü, Fleabag’in eşsiz bir kadın hikayesi oluşu. Phoebe Waller-Bridge; yalnızlaşmış, yalnızlaştırılmış, yargılanmış ve kendi haline terk edilmiş milyonlarca ruhun, Fleabag’lerin hikayesini her iki formda da oldukça sarsıcı bir biçimde ele alıyor.


Devamını Oku