Hakkı Yüksel | Ed. Seda İstifciel
“Sizi sömürgeleştiren yabancıların sizde yarattığı en büyük yıkım,
zamanla sizin kendinize onların gözüyle bakmanızı sağlamalarıdır.”
Siyah Deri, Beyaz Maskeler- Frantz Fanon
Uzun zamandır böyleydi de özellikle son aylarda olup bitenler koca bir sirkin içindeymişiz hissini iyice pekiştirdi. Öyle bir sirk, öyle bir curcuna ki bu; içinden çıkmak, sirk çadırını alaşağı etmek istedikçe elimiz, yüzümüz daha çok boyanıyor, sirkin palyaçosuna dönüveriyoruz sanki.
Moda Sahnesinde Kemal Aydoğan’ın yönetmenliğinde sahnelenen Koffi Kwahule’nin kaleminden çıkan Dıkşın: Büyük Şans (Big Shoot) adlı oyun içinde yaşadığımız ve aynı zamanda içimizde yaşayan sirkin bir alegorisi âdeta. Bengi Günay’ın tasarımıyla sahnede basamaklı ve renkli bir yapı görmekteyiz. Ayaklı bir mikrofon ve bir sandalye. Sirke benzer bir gösteri alanı oluşturulmuş. Coşkulu bir karşılama anonsuyla oyuncular sahneye geliyor ve gösteri başlıyor.
90 dakikalık bir süreyle tek perdeden oluşan oyun başından sonuna dek hiçbir şey anlatmıyor. Daha doğrusu, konvansiyonel bir anlatı üslubuna sahip değil. Bir şey anlatmak derdini taşımıyor. Haliyle sıradan bir tiyatro izleyicisi için epeyce zorlayıcı bir oyun olduğunu söylemek mümkün. Oyun bir anlam üretebilme işini seyirciye bırakıyor. Bunu da “hissettirme” yoluyla yapıyor. Evet, alışılageldik lineer bir olay akışı içinde anlattığı bir hikâyesi yok; ama kullandığı imgeler, yarattığı metaforlarla sezdirdikleri, oyunu anlayamadığı için kaygılanan alımlayıcının bile yüreğini ve zihnini tetikleyebiliyor.
Onur Ünsal’ın ve Mehmet Tekatlı’nın bir an olsun düşmeyen enerjileriyle sergiledikleri oyun, efendi- köle, sömüren- sömürülen, ezen- ezilen, siyah- beyaz, kadınlık- erillik gibi tüm ikiliklerin bir temsilini sahnede görmemize olanak tanıyor. Oyunda Onur Ünsal çok konuşan, çok hareket eden, kontrol eden, hükmeden, sömüren, tahrik ve taciz eden, yöneten, kural koyanken; Stan’i canlandıran Mehmet Tekatlı sessiz, bazen sahne üzerindeki bir dekor kadar sabit, boyun eğen, sömürülen, yönetilen ve itaatkâr olan şeklinde konumlanıyor. Ancak aslında sahne üzerinde iki negatifin çarpışmasını izliyoruz. Çünkü ikisi de masum değil. Hatta oyunu bir bireyin kendi içindeki alt ve üst benliklerinin sahnelenmesi olarak yorumlamak da bazı açılardan mümkün olabiliyor.
Oyunda bir leitmotive şeklinde sürekli tekrarlanan Habil- Kabil miti var. Bu mit aynı zamanda oyunun iskeletini oluşturuyor. Bu mit, Tevrat’tan alıntıyla gösteri sahnesinin arkasındaki barkovizyona oyun sürecinde birkaç kez yansıtılıyor. Sözleri de Onur Ünsal’dan müzikli bir şekilde ve İngilizce olarak dinliyoruz: “Rab, Kabil’e ‘Kardeşin Habil nerede?’ diye sordu. Kabil, ‘Bilmiyorum, kardeşimin bekçisi miyim ben?’ diye karşılık verdi. Rab, ‘Ne yaptın? Kardeşinin kanı topraktan bana sesleniyor.’ dedi.” Oyun bu mitten de hareketle Onur Ünsal ve Mehmet Tekatlı’nın ikili zıtlıklar üzerine kurulu ilişkileriyle erkek öznenin efendi- köle mekanizmasına tapınmasını anlatıyor. Efendinin köleye, kölenin efendiye muhtaç olduğu; ikisinin de varoluşlarını birbirlerinin üzerinden tanımladığı bir mekanizma bu. Oyunda kaçma eylemini reddeden Stan, bu mekanizmanın çizdiği çemberden çıkmayı da istemiyor. Çünkü çıkarsa başka bir varoluş sancısı başlayacaktır. Ayrıca bu sirkvari şova katılmazsa zaten yaşamanın da bir anlamı olmayacaktır. Bu kulağa tuhaf gelen çelişkiyi politik konjonktürün içinden okuduğumuzda yaşamakta olduğumuz siyasi çelişkiler de aydınlanıyor, daha doğrusu oyunla ifşa oluyor sanki. Zaten Fildişili oyun yazarı Koffi Kwahule’nin de dertlerinden biri gösteri toplumunun sadece tüketen bireyini, eril dilini, iç çatışmalarını ve çelişkilerini, zıtlıklarını deşifre etmek, ifşasını sağlamaktır.
Oyun yazarı, akademisyen ve kuramcı Beliz Güçbilmez, iyi bir oyunda biçim ve içeriğin çok iyi hemhal olması gerektiğinden dem vurur. Hatta öyle ki bu biçim ve içeriğin hemhâl durumunu şekerli su metaforuyla anlatır. Bir şekerli su da görünmeyen ama tadı gelen, hissedilen şeker gibi içeriğin de biçimin içinde yok olması ya da daha doğrusu o denli uyumlu olması gerektiğini anlatır. Dıkşın: Büyük Şans oyunu da şüphesiz ki böyle bir oyundur. Performansta oyuncuların kıyafetlerinden, mizansenlerine kadar absürt ve grotesk bir dil hâkim. Böyle bir metin, zaten ancak bu şekilde aktarılabilirdi. Kullanılan kara mizah dil de oyunla seyirci arasındaki gerekli mesafeyi ayarlayan ölçüde. Mizah dili, oyunun bazı aşamalarında yerel güncellemelerle güçlendirilmiş. Onur Ünsal’ın seyir alanının sınırlarını esnetip seyircilerin arasına katılması, bazı replikleri salonun en arkasına geçerek, hatta bazen seyirci koltuklarının olduğu alandaki trabzanlara tutunarak söylemesi oyunun dinamikliğini arttırırken seyircinin zaman zaman dağılan dikkatini de toparlıyor. Bu anlamda iyi bir sahne kullanımının olduğunu söylemek mümkün.
Sahne üzerindeki iki karakterin de birbirinden günahkâr ve olumsuz olduğundan bahsetmiştim. Elbette çoğu zaman yaptığımız gibi oyunda mazlum taraftaki karakterden yana tavır alma eğilimi sergiliyoruz. Ezilenle empati kurmakta daha çok marifet gösteriyoruz. Zaten oyunun üslubu o kadar ağır, mütecaviz ve rahatsız edici ki bazen buna mecbur kalıyoruz. Ancak karakterler arasında sado- mazoşist bir ilişkinin varlığı da hissediliyor. Stan’in tercih ettiği pasif tavır alımlayıcıyı son derece rahatsız edebiliyor. Oyunun bu anlamda provakatif ve politik bir eğilimi olduğu söylenebilir. Stan güçsüz biri. Güçsüz olmayı tercih etmiş biri. Ezenle tuhaf ve çelişik bir iş birliği içinde olduğu söylenebilir. Kendine gelmeye, düzeni bozmaya, var olanı alt üst etmeye, şovu bitirmeye de niyeti yok. Olması gereken, olması gerektiği gibi oluveriyor. Bu anlamda Stan son derece konformist bir tutum içinde. Oyunun politik söylemi burada devreye giriyor. Oyun, rahatça empati kurduğumuz, aslında bizim ta kendimiz olan Stan’i, bize ifşa ediyor. Güçlenebilmek için güçsüzlüklerimizi görmek, o güçsüzlüklerimiz hakkında cesaretle düşünebilmek, konuşabilmek gerekiyor. Oyunun bizi verdiği rahatsızlıklarla bizde tetiklediği nokta tam da burası oluyor. Güçsüzlüklerimizi konuşmamıza engel olan sistem, bizi içine hapsedecek ve bir adım ötesine geçmemizi engelleyecektir.
Oyunda Onur Ünsal, biraz bir sirk palyaçosunu biraz da apoletli bir komutanı andıran gösterişli elbiseler içinde görünüyor. Bazen çıplak, bazen de kıpkırmızı sabahlığıyla izliyoruz. Kıyafet tasarımı metnin grotesk diline ve Onur Ünsal’ın canlandırdığı karaktere son derece uyumlu. Belki de her birimizi simgeleyen, Mehmet Tekatlı tarafında canlandırılan Stan karakterinin kostümü ise daha sıradan ve gündelik. Bizim gibi… Çünkü Stan yanımızda, yöremizde yaşayan hiçbir şeye sesini çıkarmayan, çok iyi tanıdığımız, çok iyi bildiğimiz, her şeyden korkan bir kentli. Aslında herhangi birimiz. Stan kendini iktidar sahibi egemen üzerinden tanımlarken egemen olan da Stan’e ihtiyaç duyuyor. Çünkü onun varlığının garantörü de Stan. Bu açıdan Dıkşın: Büyük Şans Hegel’in “efendi- köle diyalektiğine de eleştirel bir göndermede bulunuyor. Bir kurşununu da onun için sıkıyor.
Oyun bildiğimizi görmemizi sağlıyor. Sirk düzeni içindeki kendimizi. Kendi güçsüzlüğümüzle tanıştırıyor bizleri. Bir şey söylemeden… Provakatif eylemleriyle yalnızca hissetmemizi sağlıyor. Ve sonra dıkşın! İçimizdeki Stanleri öldürmek niyetiyle izlemeli bu oyunu. Efendisine tapınan Stan parçalarını yok edebilme şerefine…
( Not: Fotoğraflar Moda Sahnesinin resmî internet sitesinden alınmıştır. )