18 Ekim 2024 Cuma

Apokaliptik Bir Şarkı: 9/8’lik Kıyamet

Hakkı Yüksel  |  Ed. Seda İstifciel

Hakkı Yüksel

 

 

     “Bıraktım yangını falan! Çünkü aşk;

koca şehirler yanarken

dönüp tek kişiye bakabilmektir!”

 


     “Son gününü görmeden hiç kimseye mutluluğa ermiş demeyin.” Sophokles, Kral Oidipus tragedyasını bu cümleyle bitiriyor. Bizim kim olduğumuzu belirleyen şey eylemlerimizse eylemlerimiz nihayete erene kadar ve onların sonuçlarıyla hesaplaşana kadar kim olduğumuz da şüphelidir elbet. Öyleyse genel anlamda “insanı” tanımanın da tek yolu, insanlığın son gününe, yani dünyanın sonuna, yani kıyamete gitmektir, diyebiliriz. Zaten bunun için de öyle pek uzun bir yolumuz kalmadı.

     Mekân Sahne’nin Sezen Keser yönetimindeki yeni oyunu 9/8’lik Kıyamet, seyircisini bir kıyamet anlatısıyla yüz yüze getiriyor. Prömiyerini bu ay içinde yapan oyunda, Oğulcan Arman Uslu’nun anlatımıyla distopik bir âlemden yaklaşık yetmiş dakikalık süreyle gizemli ve soluksuz hikâyeler dinliyoruz. Bu distopya, çok uzak değil, yakın ve olası bir gerçeklikten söz ediyor. İklim kriziyle cebelleşen dünyada büyük yangınların, çaresiz hastalıkların, göçlerin, kan sıcaklarının, açlığın ve susuzluğun yaşandığı günler… İnsanoğlu var olduğu günden itibaren sarıldığı hikâyelere yine muhtaç. Din kitaplarındaki kıyamet tasvirlerine tastamam uyan bu karanlık günlerde, hiçbir ülkenin istemediği “parazitler” adı verilen büyük göçebe toplulukları da ateş başında hikâye dinleme derdinde. Oyun, Diyar adında bir gencin Roman ağzıyla, elinde darbukasıyla anlattığı, kendi hikâyelerinden ibaret. Diyar, konuşmasıyla, enerjisiyle, sesiyle, darbuka derisinin üstünde âdeta kaybolan parmaklarıyla; çok sempatik, çok içten, çok tatlı. Ama erdemli biri mi? En az karşısında oturan dinleyiciler kadar. Birlikte oyun boyu şu sorunun cevabını arıyoruz: “Bildiğimiz dünya elimizden kayıp giderken, biz kimin elini tutacak, kimlerle yan yana yürüyeceğiz?”

     Oyunun tartıştığı soru, bizi biz yapacak şeyi belirleyecek. Diyar, âşık olduğu kadın Leyla ile dünyadaki yeni düzeni çıkarlarına göre kullanıp kitleleri kontrol etmeye çalışan muhafazakâr bir hareket olan “izan” toplulukları arasında kalıyor ve oyunun çatışması buradan filizleniyor. Bazen Leyla uğruna çöllere düşen Mecnun gibi davranırken bazen de “izancıların” yanı başında biten, iflah olmaz bir konformiste dönüşüyor Diyar. Vereceği karar onun kim olacağını ve hikâyeyi nasıl anlatacağını belirleyecek. Biz de onu dinlerken kendi hikâyelerimize bakıp kendi anlatılarımızı, kendi kararlarımızı sorguluyoruz oyun boyu.

      Oğulcan Arman Uslu, oyunun başından sonuna dek kusursuz bir performans ortaya koyuyor. Seyircileri salonda boynuna astığı darbukayla kimi neşeli, kimi efkârlı şarkılarla karşılayıp herkesin yerine yerleşmesini bekliyor. Sonra da oyununa başlıyor. Genelde çok iyi oyunlarda bile prömiyer gösterilerde sorunlar çıkabilir ve oyunun demlenmesini, olgunlaşmasını beklemek lazımdır. Ancak 9/8’lik Kıyamet, Uslu’nun büyülü performansıyla sahneyi yüksek bir çıtadan açıyor. Oyun sırasında oyunculuğunun yanında enstrüman çalıp şarkı da söylemesi gereken Oğulcan Arman Uslu, performatif anlamda zorlayıcı bir iş olan Diyar karakterini temposunu bir an olsun düşürmeden seyircisiyle buluşturmayı başarıyor. Oyunun başında seyirci, Uslu tarafından hep bir ağızdan şarkı söylemeye davet ediliyor. Böylece henüz oyun başlamadan, birbirini tanımadan yan yana oturan izleyenler arasında sessel bir birliktelik yaratılıyor. Darbuka, hikâyenin ritmini belirleyen işlevsel bir araç olarak kullanılıyor. Oyunun gerilimi de, sakinliği de darbukanın tınılarıyla başarılı bir düet hâlinde ilerliyor. Oyunun dekor ve kostüm tasarımında son derece yalın tercihler yapılmış. Kostüm tasarımı Hilal Polat’a ait. Diyar’ı biraz hırpani, biraz serseri, biraz günlük bir kıyafetle görüyoruz. Sokak müzisyenliği yapan biri olarak yaşadıklarıyla, karakteriyle uyumlu bir kostümle karşımıza çıkıyor. Metindeki dönüm noktası cümleleri, ayaklı bir mikrofondan daha mekanik bir şekilde duyuyoruz. Bu cümlelerin büyük bir kısmı iktidar düzenini temsil eden “izan” topluluğuna ait olduğundan, bunları ton farkı yaratması açısından ayaklı mikrofon vasıtasıyla duymak başarılı bir tercih. Sahne düzeni içinde anlamlandıramadığım tek şey sahnenin bir köşesinde duran, üzerinde büyük bir göz resmi olan kocaman bir sırt çantası. Diyar, oyunun sonunda çantadan küçücük bir rüzgâr gülü çıkartıyor. Ben oyun boyu, oyuna hizmet edecek neler çıkacağını merak ederek çantaya bakıp durdum. Çanta belki daha işlevsel kullanılabilirdi ya da hiç olmayabilirdi. Belki varlığıyla Diyar’ın yollarda sürüklenişini simgeliyordur; ancak sahnede büyük bir yer kapladığından seyircinin dikkatini çektiğini ve bu dikkatinin de boşa düştüğünü söylemek mümkün.Oyunun yazarı Şamil Yılmaz, diğer oyunlarında olduğu gibi çok başarılı bir işe imza atmış. Oyunun anlatı matematiği o kadar güzel kurulmuş ve bu matematik seyirci üzerinde o kadar güzel işliyor ki metin büyük bir alkışı hak ediyor. Anlatı içinde sürekli bir adım sonrası için atılan kancalarla izleyenin merakı hep diri tutuluyor. Bu sayede oyundan hiç kopmuyoruz. Oyunun gerilim- zaman grafiği de çok güzel ayarlanmış. Oyunun bir yerinde Şamil Yılmaz, numarasını ifşa eden bir sihirbaz gibi, iyi bir hikâye anlatıcılığında neyin, nasıl yapılması gerektiğini, meta-kurmaca yöntemle karakteri Diyar’ın ağzından bizlere fısıldıyor. Bu fısıltı yorucu bir hikâyenin soluk noktası olarak bir tebessümle izleyenin yüzüne yapışıyor.  


     Metin, kurulan metaforlarla bugünün başarılı bir eleştirisi. Bunun yanında katmanlı yapısıyla aşkı, iktidar ilişkilerini, göçmen problemlerini, LGBTİ+ ve kimlikler üzerine yapılan kirli siyaseti, veganlığı ve iklim krizini de dengeli bir biçimde tartışmaya açıyor. Bu kadar ağır konuları 9/8’lik oynak ritimlerle aktarma fikri de yarattığı tezatlıkla hikâyeyi daha görünür bir hâle getiriyor. Oyunun oyuncu Oğulcan Arman Uslu tarafından oluşturulan müziği, kapkara bir hikâyenin karanlığını vurgulayan beyaz fon gibi. Şamil Yılmaz, bir önceki Dansöz oyununda dansı, bedenin kıvrak figürlerini kullanırken; bu oyunda da müziği ve sesi bir malzeme olarak ele almış. Dil, içinde büyüdüğü kültürü yansıtırken o kültürün sınırlarından da kolay kolay çıkamaz. Ataerkil bir sistemin ürettiği dili, içinden çıktığı sistemi yıkacak bir araç hâline getirmek çok zordur. Bu yüzden ifade, bazen dilin semantik sınırlarını aşmalı, anlam örtüsünü yırtmalıdır. Oyunun merkezindeki “darbuka” bunu çok başarılı bir şekilde yapmakta. Havaya yükselen ritimler, Diyar’ın öfkesini, kararsızlığını, hüznünü kelimelerden çok daha iyi taşıyor kesinlikle. Şamil Yılmaz’ın metninin kendi içinde de gizli bir ritmi var âdeta. Kimi yerde hızlanan, kimi yerde ağır aksak ilerleyen, bazen esler veren, tekrarlarla nakaratlar oluşturan yetmiş dakikalık bir müzik parçası gibi. Oyunda darbuka olmasaydı da seyircinin kulağına 9/8’lik bir ritim çalınıyor sanki. Kelimeler, cümleler öyle yerleştirilmiş; olay örgüsü anlatının içinde öyle bütünleştirilmiş. Elbette bu durum, ancak incelikli bir kalemin başarısıyla açıklanabilir.

İnce ince örülmüş bu apokaliptik hikâyede biz ne yapıyoruz? Kıyamet ülkemizde çoktan koptu. Biz bu kıyamette neredeyiz, kimleyiz? Kimin elini tutuyoruz? Kendi öykümüzün ritmine kulak verip bu soruları cevaplamaya davet ediyor bizi 9/8’lik Kıyamet oyunu. Dünya kıyamete sürüklenirken onu birazcık da bu sona doğru itekleyen biz miydik; yoksa hayattan yana mı tuttuk tarafımızı? Ortalık yangın yerine döndüğünde, bütün alevlere sırtımızı dönüp ilk kime bakacağız? Kendi hikâyemizi, bu sorulara vereceğimiz dürüst cevaplar şekillendirecek. Yoksa zaten hiç anlatmasak da olur.


(Not: Fotoğraflar mekan sahne instagram hesabından alınmıştır.)


Yorumunuzu bırakın