Kumru Yaren Cengiz | Ed. Seda İstifciel
Kendisini yazar, çizer, felsefeci olarak tanımlayan Vuslat Çamkerten’in kariyeri, üretimleri, yaratım süreçleri, düşünce dünyası hakkında sizler için bir söyleşi gerçekleştirdik. Özellikle öykü kitabı olan Tüfekle Vurulacak Şeyler isimli kitabını merkeze aldığımız bu yazı için keyifli okumalar dileriz.
Öncelikle seni biraz tanıyabilir miyiz?
Doğadan, sürrealizmden, yol metaforundan etkilenerek yaratan, üreten bir yazar, çizer ve felsefeciyim. Yaşama, insanlara, nesnelerin doğasına, toplum dinamiklerine dair sorgulamalarım çok küçük yaşlarda başladı, bunlar benim izini sürdüğüm hayaletlerim oldu. Beni ayaklandırıp yürütecek sorular, yeni olanın ve değişimin kendisi, bir yandan da klasikler ve gerçeklik katmanları beni ilgilendiriyor. Netlikleri, ezberleri, dogmaları bozup yeniden tanımlamayı severim, serüvenin içine karışma ve başka şeylere bürünebilme arzum çok yoğundur. Tüm bunlar beni hep yola çıkartır, yolda olmayı, hikayelerde kalmayı her şeyden üstün tutarım.
Tüfekle Vurulacak Şeyler hem ismiyle hem de anlatımıyla neredeyse bir “hedefe doğrultulmuş dikkat” hissi yaratıyor. Bu kitap fikri sende ilk neye bakarken, neyi dinlerken doğdu?
Kadınlara, kadınlık imgesine bakışımın iyiden iyiye derinleşip bir kuyu kazmaya başladığı yerde bu kitap ortaya çıktı. Bir yeri, bir duyguyu, bir imgeyi kazmaya başladığınızda nereye kadar kazacağınızı, ortaya ne çıkaracağınızı bilemezsiniz. Sonuna kadar gitmeye karar verseniz de sonun neresi olduğu muğlaktır. Zaten önemli olan da bir son yaratmak değil, yoldaki buluşmalardır. Ben kadınlığımı, kadınları kazarken çamurun, kaosun, sevginin, unutuşun, geçmişin içinden bir tüfek çıkardım. Tüm dikkatimi de bu tüfeğin namlusunun gösterdiği yerlere diktim. Oralarda bazen unutmak, terk etmek ya da intikam isteyen, bazen ölümü düşünen, bazen de sadece kendini arayan kadınlarla karşılaştım. Bunlar benim için sancılı ama güçlü birer yeniden doğuştu, yeni bir bendi, böylece bu kadınların hikayelerini anlattım.
Yazarken bir “imgeden” mi yola çıkarsın, yoksa bir cümle mi belirler yönü? Tüfekle Vurulacak Şeyler’in çıkış noktası senin için neydi?
Her zaman bir imge. Kadınlar. Değişik dünyalarda, değişik hallerde, değişik eylemlerde ama hep bir çıkış arayan kadınlar. Özgürlük. Varoluş. Yol. Gece. Tüm bunların kimlere ait olduğunu biliyoruz, ben bunların kadınların da eline geçmesini istedim. Düzeni (küçücük bir düzen bile olsa bu) yıksınlar, kendilerine yeni düzenler kursunlar ya da düzensiz yaşasınlar istedim. Rüzgar, dalga, uçurumlar, batışlar, uçuşlar. Tüm bu imgeler beni kışkırtır. Öykülerimde bu imgelerin bende yarattığı duygularla tüfekler, arabalar, eldivenler, eşikler, türlü oyunlar vardır. Kışkırtan, yola çıkaran, zihnimin çitlerini bir bir yıkan imgelere tutunurum, bunlar bana bir yazar, bir sanatçı olarak müthiş heyecan verir. Öykülerimde de bu türlü soluklar yaratmayı seviyorum.
Metinlerin kolaj hissi veren bir yapısı var. Parçalı zaman, eksik bilgi, boşlukta kalan detaylar… Senin yazı anlayışında tamamlanmamışlık nasıl bir yer kaplıyor?
Benim öykü evrenimde atmosfer çok önemli. Ben karakterlerimin içinde dolandığı dünyaları sözcüklerle, çağrışımlarla inşa ederken, okur da zihninde benimle birlikte bir dünya kursun, bana katılsın istiyorum. Okura nefes, yaratıcı alan bırakmak gibi düşünebiliriz bunu. Her şeyi anlatan bir tanrı olmaktansa, karakterlerimi varoluşlarının dinamiklerine bırakan, özgür iradelerini önemseyen, seyrini merakla izleyen bir yazar olmayı seviyorum. Bu beni heyecanlandırıyor. Duvarların hepsini vermiyorum da ışık, gölge, sözcükler, çağırışımlar bırakıyorum diyebiliriz belki buna. Gölün hepsini göstermektense dalgaların sesini duysunlar ve gölü kendileri bulsunlar. Böylece kendi haritalarını kendileri çıkarsın ve istedikleri zaman “oraya” yeniden gidebilsinler, hatta belki her seferinde değişik bir şeyle karşılaşsınlar.
Öykülerin bazılarında gündelik bir cümle aniden metafizik bir boşluğa dönüşüyor. Sözgelimi bir “yatak” hem dinlenme hem saklanma hem tehdit alanı olabiliyor. Bu çok katmanlılık senin için yazarken kendiliğinden mi oluşuyor, yoksa bilinçli olarak mı inşa ediyorsun?
Sözcükler çok güçlü anahtarlar. Organikler bir kere, durdukları yerde durmazlar, değişir, dönüşür, başka zamanlarda başka şeyleri gösterirler. Hatırlatır, unutturur, coşturur, üzerler bizi. Sözcüklerin bu hallerine çocukluğumdan beri düşkünüm. Beden dilinden çok nedense sözcüklerle yatışırım. Konuşarak akıl yürütürüm mesela. Yazarak düşünürüm. Sözcüklerle hayal kurar ama yine sözcüklerle rasyonelleşirim.
Gündelik hayatlarımızda sözcükler hızlıca ve uzlaşmak için kullanılıyor. Oysa sanatta, edebiyatta, kendi özel dünyalarımızda bize bambaşka yerlerin, zamanların, evrenlerin kilidini açan anahtarlara dönüşürler. İşte katmanlar da burada oluşuyor. Bir eldiven, korumacı, sadık bir şöförün ellerinde sadece eldiven olmaktan çıkıp gizemli, babacan bir tavra bürünebiliyor. Sözcükler yaşayan şeyler. Tavırları, suskunlukları, coşkuları, duyguları var. Çünkü biz kullanıyoruz onları. Biz, coşkun, suskun, duygulu insanlar.
Dilin doğasıyla felsefi olarak da ilgilenen biri olarak sözcükler beni büyülüyor. Onlarla oynamayı, ikilikler, sürrealist çıkışlar yaratmayı seviyorum.
Beden çokça yer kaplıyor kitapta. Yaralı, eksik, sakat, tuhaflaşmış bedenler… Bu bedenler senin için yalnızca anlatı nesnesi mi, yoksa başka bir anlam mı taşıyor?
Bu sabah şunu düşündüm, hepimiz güzel hayatlar yaşamak, güzel şeyler yemek, güzel şeyler giymek istiyoruz, akıllı olmak, keyifli olmak arzusundayız ama bedenlerimizin bizim için ne ifade ettiğini pek de düşünmüyoruz. Ruhumuza ev sahipliği yapan mekandır bedenlerimiz. Eksiklikleri, yaraları, acıları, deliliklerimizin işaretleri, izleri, yansımaları bedenlerimizde de var olur. Kendi bedenimi, başkalarının bedenlerini çocukluğumdan beri izlerim. Ayaklar, parmak uçları, köprücük kemikleri, ense… bunlar bana tuhaf gelir. Bir insana arkadan bakmak tuhaftır benim için, bazen birini sırtından görür, çekici bulurum, bazen ona acırım, bazen ondan hemen uzaklaşmak isterim, arkasından yürüyemem.
Bedenlerimizin birer oyun ve özgürlük alanı olduğunu unutuyoruz. İktidarlar derimizin altına kadar nüfuz ediyor. Yalnız ruhumuzu değil, bedenlerimizi de zapt ediyor, bizi hastalandırabiliyorlar. Kendimizi sevmiyoruz, kendi fikirlerimize, duygularımıza göre yaşamayı unutup başkalarının normlarına itaat ediyoruz. Zihnimiz için geçerli olan tüm kısıtların bedenlerimiz için de geçerli olduğunu fark etmiyoruz.
Kadınlar için tüm bunlar çocukluktan itibaren çok hızlı gelişiyor, biz bedenlerimizle yargılanan, yaralanan, ama yine de onlarla devam etmek zorunda kalan yaratıklarız. Tüfekle Vurulacak Şeyler’de kadınların bedenleriyle ilişkisini, çekip gitmekle, kalmakla, unutmak, yaşlanmak ve ölmekle alakasını anlatmak benim için önemliydi.
“Tüfekle Vurulacak Şeyler”in bazı bölümlerinde çocukluk izleri çok derinden seziliyor. Bu kitabı yazarken çocuk bakışıyla, yetişkin dili arasında nasıl bir mesafe kurdun?
Çocukluk, yetişkinliğin içine dönüşerek giren bir çağ. Ben bu çağdan hiç vazgeçmedim, orada beni ben yapan şeyler, dünyaya iştahla, kaygıyla, sorgulayarak bakan rengarenk bir bakış var. Şeyleri hala o bakışla dillendirip tanımlayabiliyorum. Bu dili, yara izlerimi korudum. Ama elbette yetişkinlik de kendine özgü bir çağ ve iki çağın birbiriyle çakıştığı, çatıştığı yerlerde mesafeler büyüyor ya da azalıyor. Sanırım bakışımın menzilini uzun tutarak, çocukluğumdan beri en iyi bildiğim şey olan yıldız gezginliğime güvenerek yazdım.
Tüfekle Vurulacak Şeyler’i bitirdikten sonra, kitapta anlatılamayan, içeride kalmış gibi hissettiğin bir şey oldu mu?
Kitap bittiğinde kendimi tamamlanmış hissettim. Bu, ruhuma, hatta bedenime bir bütünlük hissi verdi, hem de varoluşumda kocaman bir soluk açıldı. Bir devin derin bir nefes alışı gibi soluk alıp vermeye başladım. Gevşedim ve iyileştiğimi hissettim. O zaman anladım ki bu kitap için anlatmak istediğim her şeyi anlatmıştım.
Yazı ile çizgi senin üretiminde sık sık yan yana duruyor. Çizmek ve yazmak sende nasıl bir ritimle birbirine karışıyor? İkisinden biri diğerine mi yaslanıyor, yoksa ayrı diller olarak mı konuşuyorlar?
Yazmak ve çizmek kesinlikle birbirine yaslanıyor, ışıkla gölge, sözcükler, anlamlar, anlamsızlıklar, renkler, köşeler, fırça darbeleri, kalemin körleştiği, sivrildiği, bana bir şeyi işaret etmek için karaladığı anlar… Bu cephaneyi seviyorum. Karakterlerim, mekanlar, böylelikle hikayenin kendisi zihnimde daha hareketli, daha heyecan verici formlara bürünüyor. Gördüğüm bu “çok şey” ile başa çıkmakta zorlandığım zamanlar da oluyor tabii. Ama yazarken ne denli huzursuz, çekilmez birine dönüşsem de işin en zevkli yanı sonunda bu sancının üstesinden gelebilmek, bunun savaşını vermek.
Senin metinlerinde hep bir “uzaklık hissi” var; anlatıcılar, karakterler ve anlatılan dünya arasında mesafe. Bu mesafeyi korumak bir stil tercihi mi, yoksa kişisel bir iç refleks mi?
Bu, aslında bilerek yaptığım bir şey değil. Benim nesnelere, insanlara, mekanlara bakış açımla ortaya çıkan bir şey. Ben şimdi buradayım ama burada değilken de buranın bir hafızası, yaşanmışlığı, mazisi olduğunu düşünürüm. İnsanlar da öyledir. Geçmişiyle, geleceğiyle gelir, sizinle bir dönem için bir mekanda buluşurlar. Benim öykülerimdeki insanlar arasında da buluşmalar, karşılaşmalar yaşanıyor. Örnegin, Angel öyküsündeki köpeğini kaybetmiş kadın, eski bir ralli şampiyonuyla buluşuyor. Nilgün Hanım, Vedat Bey ile buluşmasaydı da Vedat Bey’in koca bir hayatı, acıları, keyifleri, bir sürgiti vardı. Ya da Tüfekle Vurulacak Şeyler öyküsündeki çiftlik evi. Bir mazisi var. O ev, Serpil oraya gitmeseydi de anılarıyla yaşayacak, eskiyecek, geleni, gideniyle, soğuğu, sıcağıyla, kokuları, sesleriyle var olacaktı. Ateş Sezonu’ndaki hadiseye dönelim, üç genç kadın o yaz o evde yeniden buluşmayacak olsaydı da köyün kendine has yaşantısı, anneannenin rutinleri sürecekti. Tüm bu evler, arabalar, insanlar, tiyatro sahneleri, tüfekler, karı kocalar, anneler zaten var. Ben öykülerimde bunların buluştukları yerleri, kesişmelerini anlatıyorum. Benim için öyküler bu kesişmelerde var oluyor. Ben her şeyin kendine ait bir doğası olduğunu düşünür, sorgularım, yazın hayatımda da bu, bir üsluba dönüşmüş galiba…
Şu sıralar neler üzerine düşünüyorsun, neye doğru eğiliyorsun? Yakında göreceğimiz yeni bir proje ya da metin var mı?
Bir roman var. İki kadının hikayesi. Bir süredir zihnimin içinde yaşayan bu iki kadını anlatmayı çok istiyorum. Çizerliğim tarafında ise yayınevim Thames & Hudson ile bir grafik roman üstüne çalışıyoruz. Günlerim şu sıralar bu kitabı yaratmakla geçiyor. Bunun haricinde yine Thames & Hudson markasıyla, tamamlanmış iki işim dünyanın pek çok ülkesinde yayımlanacak, biri bu sene içinde, diğeri yeni senenin başında.
Kitapta yer alan çizimlerin her biri metinle doğrudan konuşmuyor, ama bir titreşim alanı yaratıyor. Söyleşiyi bu titreşim üzerinden bitirelim istiyorum: Sence yazı ve çizgi en çok nerede buluşur?
Hepimiz, dünyanın kendisi sözcüklerden oluşuyor aslında, bizim yapıtaşlarımız sözcükler. Onlarla dünyayı ve kendimizi, birbirimizi anlamlandırıyor, anlamaya çalışıyoruz. Ama öte taraftan, çizgi çok daha derinlerden geliyor, sözcüklerden yapılma dilden daha eski bir dil o. Daha uzlaşmasız, daha tekinsiz. Yine de ve belki de tam da bu yüzden üstü sözcüklerle örtülmüş. Dolayısıyla ortada şöyle bir karmaşa var: Ben size antika bir vazodan sözcükler yardımıyla bahsettiğimde sizin zihninizde nasıl bir antika vazo canlanacağını bilemiyorum. Belki mavi, belki kırık, belki büyük, belki bir kuytuda göreceksiniz o vazoyu. Bilemem. Sizin görsel dünyanız sizin yaşantınızla şekillenir, benimki benim evrenimde başkalaşır. Görsel dünyalarımız sözcükler sayesinde birbirine benzerken, yine sözcükler sayesinde birbirinden uzaklaşabiliyor. Dolayısıyla çizgiyle yazının birbirine değip, uzaklaştığı yerleri tam olarak kestiremeyebiliyoruz. Öyleyse, burada bir kuvvetler birliği yaratmak en iyisi. Ben de kitapta bunu yapmaya çalıştım. Dediğiniz gibi okurun evreninde bir titreşim yaratmak için karakterlere, hikayeye, atmosfere dair izlekler, imgeler, çağrışımlar sunabileceğim çizimler. Bazen bir bakış, bazen bir duruş ya da karar anı. Bir duyguyu ya da bir sonraki hamleyi düşündürecek resimler.