22 Mayıs 2025 Perşembe

“Bulaşıkçılar”ın Bulaşmadıkları

Hakkı Yüksel  |  Ed. Seda İstifciel


Şık bir restoranda lezzetli bir yemeği mideye indirdikten sonra eğer nezaket sahibi bir insansak aşçıya özel teşekkürlerimizi iletip yemeği sunan garsonu bahşişle ödüllendirebiliriz. Böylece emeği takdir etmenin sahte gururunu yaşarız kendimizce. Oysa aldığımız hizmetteki “görünmez emek” hesaba alınmamış, aklımızın ucuna dahi gelmemiştir. Yemeğin sunulduğu lüks tabağın üzerindeki süslemeyi yapan porselen ustasını bile düşünürüz de o tabağı yıkayan, temiz ve önümüze sunulur hâle getiren “bulaşıkçılar” yok hükmündedir. Çünkü kapitalist sistem, toplumsal hayatta zorunlu ve vazgeçilmez olmasına rağmen değeri tanınmayan, göz önünde yapılmayan işleri görmezden gelme, sarf edilen emeği yok sayma eğilimindedir. Yapılmazsa tüm sistemin çökmesine sebep olacak işler, asıl işin bir parçası olarak ele alınmaz. Bulaşıkçılar, restoranların olmazsa olmazıdır; tabaklar yıkanıp temizlenmeden yemek servisi yapılamaz. Ama sahne önünde olan garsondur, aşçıdır; bulaşıkçı ise sistemin hem fiziksel hem ideolojik arka planına gizlenmiştir.

MyArt ve 484 Urban Garden’ın yapımcılığını üstlendiği Bulaşıkçılar oyunu görünmeyen emeği görünür kılmaya ve sistemin sahne arkasına ittiğini öne çekip seyirciye emeğin yaratıcılarını göstermeye niyetleniyor. Kanadalı oyun yazarı Morris Panych’in kaleminden çıkan oyun, Işıl Kasapoğlu’nun yönetmenliğiyle izleyiciyi bir restoranın en “dip, ıslak, gürültülü” köşesine davet ediyor. Ülkemizde daha önce de oynanan oyun, ilk kez kadın odaklı bir kadroyla yeni bir perspektif oluşturma hedefinde. Özge Özpirinççi, Ahsen Eroğlu, Şebnem Sönmez ve Ekin Eryılmaz gibi bir hayli yıldız ismi bünyesinde barındıran kadro, geçtiğimiz hafta fazlaca iddialı bir şekilde Maslak Uniq Hall’de galasını yaptı. 


Oyunda bulaşıkhanenin buharlı ortamında hayatta kalmaya çalışan, para kazanmak için ter döken kadınların hikâyesini izliyoruz. Panych’in metni, kapitalist sistemin görünmez emekçilerini sahneye taşıyarak sınıfsal eşitsizliklerin altını çiziyor. Dressler, Moss ve Emmett karakterleri üzerinden işçi sınıfının iç çatışmaları, umutları ve sistemle mücadeleleri absürt bir mizahla aktarılıyor. Ancak ülkemizdeki uyarlamada bu kez bu karakterler kadınlaştırılmış durumda. Yeni uyarlamada karakterlerin isimleri Maria, Dora, Molly ve Betty olmuş. Maria (Ahsen Eroğlu) varlıklı bir durumdan yüklü borçlarla evini ve konforunu kaybetmiş, yeniden toparlanmak, borç batağından kurtulup konfora kavuşmak isteyen, üniversiteyi para kazanma tutkusuyla yarıda bırakmış bir kadın. Dora (Özge Özpirinççi) bulaşıkhanede uzun yıllardır çalışan, işine âşık bir kadın ve Molly (Şebnem Sönmez) ise ölüme merdiven dayamış yaşlı bir kadın. Geçmişin anılarından başka tutunacak hiçbir şeyi kalmamış. Anlık mutlulukları hep bozulan, sayısal loto rakamları ve hayattayken asla gerçekleşmeyecek uçma hayalinden başka hiçbir şeyi olmayan biri. Betty (Ekin Eryılmaz) yeni nesil, biraz zıpır ve boş vermiş, oyunun sonunda oyuna dahil olan ve hakkında çok da detaylı hikâye çizilmemiş bir karakter. Hep erkek oyuncularla oynanan oyunun kadın karakterlerle yapılan bu yeni uyarlamasında söylenmesi gereken yeni sözlerin olacağını beklemiştim. Bunun için yeni ve Marksist Feminist bir bakışla ele alınması gereken, kesişimsel bir dramaturjik çalışma gerekliydi. Bu yenilenmiş karakter tercihleriyle toplumsal cinsiyet ve emek sömürüsü kesişimine odaklanılacağını sanmıştım.  Ancak seyirci olarak beklediğimi bulamadım. Oyunda metinsel anlamda bir farklılık göremedim. Dolayısıyla oyunun kadın oyuncularla sahneleniyor olmasının sebebi benim için çözemediğim bir muamma. 

Kasapoğlu’nun sahnelemesi, izleyiciyi restoranın parlak yüzeyinden alıp bulaşıkhanenin buharlı, sabunlu ve gürültülü dünyasına taşımayı başarıyor. Sahne tasarımı, izleyiciyi bu dar ve klostrofobik alana hapsederek karakterlerin sıkışmışlık hissini fiziksel olarak deneyimlemelerini sağlıyor. Sesler, köpükler ve buharlar arasında emeğin nasıl bir ortamda, ne koşullarda üretilmeye çalışıldığını hissedebiliyoruz. Işık ve ses tasarımı, bu atmosferi destekleyerek, karakterlerin içsel dünyalarını ve çatışmalarını daha da görünür kılıyor. Karakterlerin kişisel hikâyelerinde yapılan ışık odaklamaları ve renk seçimleri de gayet yerinde. 


İşçi sınıfının bireysellikten sıyrılıp işleyen bir çarkın alelade dişlilerinden biri hâline gelmeleri, oyuncuların giydiği üniforma benzeri işçi kıyafetleriyle vurgulanmış. Kostüm tasarımları, karakterlerin birbirine benzeyen bu üniformaları ve eldivenli elleriyle kimliksizleştirilmiş emekçileri görselleştirmeyi başarmış. İki perdelik ve görece uzun bulduğum oyunda oyuncular performanslarından oyunun sonuna kadar ödün vermiyorlar. Özpirinçci’nin canlandırdığı Dora karakteri, içsel çatışmaları ve bastırılmış öfkesiyle dikkat çekerken, Eroğlu’nun Maria’sı, hayalleri ve gerçekleri arasında sıkışmış bir kadını başarıyla yansıtıyor. Sönmez’in Molly’si, yaşlılığın getirdiği yalnızlık ve unutulmuşluk hissini derinlemesine işlerken, Eryılmaz’ın Betty’si, gençliğin getirdiği umut ve hayal kırıklıklarını sahneye taşıyor. Ancak her birine aşina olduğumuz ve performanslarıyla her zaman göz dolduran oyuncuların oyunculukları metnin kırılganlığına bir yerden sonra yenik düşüyor. Şebnem Sönmez’in canlandırdığı karakter, beden dilindeki yorgunluk ve ses tonundaki umutsuzlukla dikkat çekiyor. Ancak bu performans, Molly’nin “ömrünü neredeyse orada tamamlamış” olmasını vurgularken, onun neden bu duruma geldiğine dair bir arka plan sunmuyor. Ahsen Eroğlu (Maria), gençliğin hırsını dinamik bir enerjiyle sahneye taşısa da karakterin sınıf atlama çabası, Türkiye’deki işsizlik ve gelecek kaygısı gibi gerçeklerle bağ kurmuyor. Oyuncular öfke ve umutsuzluk arasındaki gerilimi başarıyla yansıtıyor. Ancak bu duygusal yoğunluk, “sistemin kıyısında sıkışmışlığı” kolektif bir direnişe dönüştürmek yerine, bireysel bir trajedi olarak kalıyor. Eagleton’ın savunduğu “sanatın toplumsal işlevi” perspektifinden bakıldığında, bu durum, oyunun devrimci potansiyelini sınırlandırıyor. Karakterlerin içsel çatışmaları, sistemin yapısal şiddetini perdeliyor. 

Oyunun merkezine koyduğu “görünmeyen emek”, ilk bakışta sınıfsal ve feminist bir vaatle seyirciyi heyecanlandırıyor. Devletin ideolojik aygıtları oyundaki karakterlerle simgeleştirilerek bulaşıkhane bir mikrokozmos olarak sunuluyor. Fakat metin, Kanadalı orta sınıf bir erkek yazarın, görece steril bir sınıf çatışması algısıyla biçimlendiğinden, Türkiye gibi çok katmanlı bir eşitsizlik coğrafyasında suya sabuna dokunmadan geçip gidiyor. Buradaki “bulaşık”, yalnızca yemek artığı değil; aynı zamanda sömürünün, yok sayılmanın ve gündelik hayatta sinsice devam eden sınıfçılığın bir metaforu olmalıydı. Ne var ki oyunun dramatik çatısı, bu anlam katmanlarını ıskalayarak karakterlerin kişisel anekdotlarına ve nahif çatışmalarına yaslanıyor. Şebnem Sönmez’in karizmatik varlığı, Özge Özpirinçci’nin içe dönük yorumu ve diğer oyuncuların disiplinli performansları, bu metni zaman zaman izlenebilir kılıyor. Ancak çok başarılı isimler tarafından canlandırılsa da oyunculuklar, dramatik yükselişin eksikliği nedeniyle bir yere evrilemiyor. Oyunun biçimiyle içeriği arasında kurulamayan o sahici gerilim, izleyicide bir merak ya da dönüşüm duygusu yaratamıyor. Bu bağlamda, sahnede var olan şey güçlü kadın temsilleri yerine, sadece güçlü kadın oyuncuların sahnede var olmaya çalışması olarak kalıyor.

Bir diğer sorun da metnin “yerelleştirilmemiş” oluşu. Türkiye’de temizlik emeği, yalnızca sınıfsal değil; göçmenlik, cinsiyet, etnisite, eğitim gibi katmanlarla örülü çok daha karmaşık bir bağlama sahip. Özellikle büyük şehirlerde bu işlerde çalışanların çoğunun kadın mültecilerden oluştuğu düşünülürse Bulaşıkçılar oyununun bu güncel ve yakıcı meselelere kör kalışı dikkat çekici bir eksiklik. Bu haliyle oyun, daha çok Batılı bir gözle üretilmiş “emek romantizmi”ne yaslanıyor. Özpirinççi’nin canlandırdığı Dora karakteri oyunun bir yerinde oyunun bağlamı içinde kalıp “… yalnız böyle şeyler bu işin fıtratında var.” gibi muktedir gücün meşhur repliklerini tekrarlıyor. Böylece oyunun üzerine Türkiye’nin politik ikliminden cılız bir rüzgâr estiriliyor. Ancak bu sözler sadece söylem düzeyinde kalıyor ve sahne üzerinde yaşanması gereken çatışmalarla eylemsel bir karşılık bulmuyor. Dora’nın bu sekansı seyirciden beklediği ilgiyi görüp hayli alkış topluyor belki; ama ne oyunu ideolojik bir yere yaslayabiliyor ne de metni yüzeysellikten kurtarabiliyor. Aksine Dora karakterini politik konjonktür içinde bir parodinin parçası hâline getiriyor. 

Bulaşıkçılar, temsiliyet anlamında belki iyi niyetli; ama politik olarak nahif bir oyun. Türkiye’deki emek rejimini, sınıf farklarını ve feminist mücadeleyi tartışmaya açmak istiyor; ama bu meselelere temas etmeden, üzerlerinden nazikçe geçmeyi tercih ediyor. Sabun köpüğü gibi: Parlak, hafif ve hızla uçup giden. Yine de bu tür metinlerin sahnelenmesi, tiyatroda emek odaklı anlatıların çoğalması açısından değerli. Fakat mesele, o emeği gerçekten görünür kılmaksa daha derin bir damar yakalamak şart. 


NOT: Fotoğraflar oyunun resmî instagram hesabı olan bulasikcilar.oyun adlı sayfadan alınmıştır.


Yorumunuzu bırakın