10 Ekim 2024 Perşembe

Yönetmen Mert Erez ile “Rehber” Üzerine

Kumru Yaren Cengiz  |  Ed. Seda İstifciel

“Oğlumu tanıyor musun?” Oğlunu hiç tanımayan bir babanın sözleri. İnsanın birinci dereceden yakını dediğimiz kişiler aslında en yabancı olanlar olabiliyor işte. İster aynı evde ister uzak bir yerde olsun tanımak çok çetrefilli bir durum. Tanıdığımızı sandığımız insanları tanıdığımıza emin miyiz?

Mert Erez’in yazıp yönettiği Rehber isimli kısa filmi için kısa bir sohbet gerçekleştirdik. Oyuncu kadrosunda Damla Sönmez, Murat Kılıç, Meltem Berber gibi isimlerin yer aldığı film dünya prömiyerini 2024 Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali Ulusal Kısa Metraj Film Yarışması seçkisinde yapacak. 

Kumru Yaren Cengiz: Bu aralar benim üzerine çok kafa yorduğum, çok düşündüğüm bir konu aslında bu aile konusu ve aile içerisindeki bu yabancılık mevzusu. Biraz da oralardan konuşmak istiyorum. Bir yandan da aslında festival süreci ve filmin teknik, çekim vesaire yaşadığınız zorluklar üzerine ve hikayenin nasıl oluştuğu üzerine konuşmak istiyorum. Nasıl ortaya çıktı bu hikaye? Seni de biraz araştırdım. Daha öncesinde de deneysel bir işin olmuş, bir belgesel olmuş gördüğüm kadarıyla. Sonra Ozan Sertdemir ile çok fazla çalışmışsın. Yönetmen olarak başka kurmacan var mı Rehber dışında? 

Mert Erez: On beş yaşında çektim ilk kısa filmimi. 2012’den de bir filmimiz var. Filmin Adı Yok ismi filmin. Ozan Sertdemir ile birlikte yazıp yönetmiştik bunları. Lise sürecinde birçok filmi birlikte yaptık. Hala birlikte çalışmaya devam ediyoruz. Çok erken başladığım için aslında var dört beş tane kurmaca ama onlara kurmaca denir mi film denir mi her ne kadar o yaş kategorisinde ödül almış olsa da bilmiyorum. O yüzden profesyonel çalıştığım ilk kurmaca Rehber diyebilirim. Filmin Adı Yok Blu TV'deydi. Dün kalkmış olabilir yayından ama 3 senedir Blu TV'deydi. O da biraz deneysel gibi aslında. O da tam kurmaca değil. Diyebilirsek belki ona diyebiliriz daha profesyonelliğe başladığımız film olarak. 

Kumru Yaren Cengiz: Aynı zamanda hikaye kitapları yazmış, futbol yazarlığı yapmışsın. Iska isimli filmin sanırım biraz da aslında o futbol yazarlığından. Futbol hikayesi. 

Mert Erez: Iska, ben 6-7 yaşındayken falan izlediğim bir maç sonucu aklımda kalan bir hikaye. Ben çok iyi bir futbol izleyicisiydim. Sonra da futbol yazarlığı da yaptım. Hala yapıyorum istek olursa bir yerlerde. O hep aklımdaydı. 

Kumru Yaren Cengiz: Rehber’e dönersek… Bu hikaye nerden ortaya çıktı peki?

Mert Erez: Rehber şöyle oldu aslında… Ben Iska’dan önce yönetmenlik hayalime ara vermiştim. İşte ekonomik kaygılardan dolayı direkt olarak üniversiteden sonra bir reklam ajansına girdim.20 yaşımdan 2020'ye kadar reklamcılık yaptım ve bir şey çekmedim. Sonra pandemi olunca biraz insan ölümü daha yakın hissediyordu ya o aralıkta hani… Ben hayallerimi gerçekleştirmediğimi hissettiğimde istifa ettim pandemi sürecinde. Herkes işten istifa etmemeye çalışırken ben istifa ettim işsiz kalmayı göze alarak. Ve sonra hemen pandeminin ortasında Fevzi Tuncay'ı aradım ve Iska'yı yaptık. Böyle yönetmenliğe tekrar geri döndüm ve artık bir daha da bırakmak istemedim o saatten sonra. Rehberi de artık Iska'yı bitirmiştim, festival sürecini yapıyordu. Antalya'yla, o da Altın Portakal'la açmıştı. Yurt dışında geziyordu ve artık “ben ne yapayım kurmaca?” diye düşünürken memleketim İzmir Tire’ye gittim. Bir arkadaşımın dükkanında kaldım o gece. Niye anlattığım bunu şimdi ortaya çıkacak. Arkadaşımın dükkanında kaldım. Sabah da dükkanı ben açtım. Erken kalkarım ben. O da çok geç kalkar benim aksime. O da dükkana gelmiyor yani ben varım diye. Bir tane yaşlı bir teyze geldi. Tire’nin dağ köylerinden. Ege şivesi çok ağır, anlaması çok zor yani.

Bir şey söylüyor bana sürekli ama anlamıyorum. Sadece şeyi anladım. “Oğlumun fotoğrafı, oğlumun fotoğrafı” diyor. Dükkanın sahibini soruyor. Ve bir an önce oradan oğlunun fotoğrafını almak istediğini anladım yani ben.

Sonra dedim ki arkadaş geç gelecek sen git sonra gel. O da yok ben oturacağım bekleyeceğim dedi. Ve inatla arkadaşım gelene kadar 1 saat-1,5 saat falan oturdu hiçbir şey söylemeden bekledi. Arkadaşım geldi, kadının oğlunun fotoğrafını bilgisayardan çıkardı verdi. Kadın gittiğinde ben de sordum niye bu kadın bu kadar ısrarla fotoğrafı bekliyor. Dedi ki: “Bu kadının oğlu geçen hafta öldü ben gittim toprak attım üstüne. Ben gömenlerden biriydim ve oturuyordum, oyun oynuyordum, bir anda telefonum çaldı. O kadar korktum ki geçen hafta çocuğun üstüne toprak attım ve şu an beni arıyor. Telefonu açtım. Bana dedi ki sen kimsin? Benim oğlumu tanıyor musun?” Ben de duyunca çok etkilendim bundan. Çok üzüldüm kadının o gözündeki acıya, ifadeye. Bir insanın kendi çocuğunu tanıyıp tanımaması ve insanlara sorması üstünden böyle bir hikaye canlandı kafamda. Ben de kendim çocukken babamı kaybettim. Ve babamın beni tanımaması, benim babamı tanımamam üzerinden de bu hikayeyi hani anne çocuktan çıkarıp baba oğul hikayesini çevirmek istedim ve böyle kurdum hikayeyi. O kadın oğlunu tanıyormuş aynı evde yaşıyormuş yani tanıdığını düşünüyormuş, aynı evde yaşıyormuş. Birlikte bir hayatları varmış ama bir baba çocukken terk ettiği bir çocuğun ölümüne geri dönse ve sadece elinde telefonu olsa çocuğunu nasıl tanıyabilir diye. Oradan yola çıkıp yani gerçek dramdan yola çıkıp böyle bir hikaye oluşturdum. Ondan sonra süreci başladı filmin. 

Kumru Yaren Cengiz: Sadece evlat olarak, baba, anne olarak değil bir sürü kişiliğimiz var bu hayatta. Ve herkesin karşısında başka bir kişiyiz. Peki o zaman, hikaye buradan çıktı. Bir film çekmek çok zor bir şey. Özellikle para mevzusu, yapım mevzusu ve bunu hayata geçirmek. Buralar nasıl ilerledi? Yapımcılar arasında bildiğimiz isimler de var. İşte Ece Yörenç gibi vesaire. Bunları biraz konuşalım. 

Mert Erez: Şöyle, kısa film çekmek istediğimde ilk fonlara bakıyorum. Hangi fonlara ben senaryomla uyabilirim ya da yapı olarak uyabilirim diye. Senaryoyu yazdıktan sonra fonlara göndermeye başladım. Gönderirken de bir festivalde yıllar önce yine Tire'de bir arkadaşımın kardeşiyle karşılaştım. O da sinemayla uğraşıyor. Ama ayrılmıştı bağlarımız. Orada karşılaştıktan sonra tekrar birlikte çalışmaya karar verdik. Meryem Sena kendisi, ortak yapımcılarımdan. Birlikte çalışmaya karar verdik. Sonra fonları aradık hep birlikte. İşte Luma, Esenler, Kültür Bakanlığı gibi fonlar aldık. Bu fonları aldıktan sonra da en son Luma'ya gittik. Ve Luma'da da güzel bir sunum yaptık. İşte en son bu parayı alırsak, oradaki ödülü alırsak filmi çekebileceğimizi söyledik. Filmi çekebileceğimizi söylediğimizde de ufak bir, yani belli bir meblağnın da boşta kalacağını söylediğimizde jürilerden biri Ece Yörenç’ti. O da sağ olsun yanıma gelip filmi çok beğendiğini, ne kadar eksiğimiz kalırsa onu kendisi tamamlayacağını söyledi. “İster teşekkür et, ister etme, ister ortak yapımcı yaz, ister yazma. Böyle bir beklentiyle yapmıyorum. Sadece filmini çok sevdim, senaryonu çok sevdim. O yüzden destek olmak istiyorum elimden geldiğince.” dedi. Sağ olsun ve zaten Ece Yörenç ile çalışma şansı benim için çok değerli bir şans. Çok severim kendisini. Hem insan olarak hem işleri olarak. O yüzden öyle bir şans geçince tabii ki dedim ortak yapımcı yazacağım. Çok isterim. Sağ olsun onun da desteğiyle Alican dahil oldu ondan önce sürece. Onların desteğiyle hep birlikte yaptık. En sonunda sanat yönetmenimiz Bilal ağabey de belli desteklerde bulundu. Hep birlikte elimizi taşın altına koyduk ve o fonların desteği kendi cebimizden koyduklarımızla çektik. Film çekmenin zorluğunun şu noktalarla da aşılabildiğini düşünüyorum. İnsanlar biraz kendi memleketlerine dönüp film çekerler genelde. Çünkü bunun sebeplerinden biri orada insanlardan daha kolay para bulma ya da para bulamasak bile o maddi olmayan destekleri, mesela işte yemek desteğini belediyeden, Tire Belediyesi'nden aldık. Konaklama desteğini Tire Belediyesi'nden aldık. Bunlar çok büyük meblağlar şu an. Günlük 2000'den başlıyor bir kişinin en küçük bir yerde konaklaması. Ve bir ekip konaklıyor yani. İşte oradaki arkadaşlarımız, eşlerimiz, dostlarımız ceplerinden para koydular. Arabası olan arabasını verdi, parası olan parasını verdi, evi olan evini açtı. Herkes bir şey yaptı yani. O yüzden biraz imece usulü, filmin zorlukları biraz da öyle aşılıyor bence. Kitap da yazdın dedin ya, ben mesela edebiyattayken hep şunun eksikliğini hissettim. O tek, yalnız olmak çok zor. Bir kitap yazıyorsun, kitabını tek başına duyurmaya çalışıyorsun, kitabını tek başına sattırmaya çalışıyorsun ama sinemanın o hep birlikte bir şey yapma ahengi bence çok tatlı. O yüzden benim hoşuma gidiyor birlikte bir şey yapmak, o zorlukları da öyle atlattık Allah'a şükür.

Kumru Yaren Cengiz: Evet, yani içilen su bile büyük bir kalem oluyor aslında setlerde. Kolektif çalışma böyle güzellikleri barındırsa da böyle yüklere de sahip aslında. 

Mert Erez: Evet. Mesela şöyle bir şey olmuştu. Bizim ortak yapımcılarımızdan biri Orion. Önemli kamera şirketi Türkiye'de. İlk gün setimizin ilk sahnesini çektik. İkinci sahnesine geçtik ve kameramız bozuldu. Yağmur yağdı ve kamera su aldı. Çok zor bir durum bence bu bir kısa filmci için. Anında o gün sete tekrar kamera geldi mesela. Bunlar çok değerli destekler bence. O an kameranız olmazsa ne yapacaksınız? Koskoca seti iptal edin. Masraf artacak, gün sayısı artacak. Yani o yüzden herkesin tek tek destekleri çok önemli. Tekrar teşekkür ediyorum. 

Kumru Yaren Cengiz: Evet. Filmde çok ünlü oyuncular da görüyoruz aslında. Hem ana akımda hem de bağımsız işlerde yer alan Damla, Murat gibi isimleri görüyoruz. Bunlar da filmin hem aslında kalitesini yükselten isimler oyunculuk performanslarıyla hem de senin ve bu yapımcıların aslında bu işe böyle baş koymasıyla projeye dahil olmuş isimler gibi duruyor. Onların projeye dahil oluş sürecinde herhangi bir anlatmak istediğin bir şey var mı o sürece dair yoksa tıpkı Ece'nin dahil olması gibi kendi akışında rahatlıkla gerçekleşen bir şey mi? 

Mert Erez: Kimi arasak ikiletmeden gelmeleri bence çok değerliydi. Senaryoyu da beğendikleri için bence oldu bu. Ve o dediğin gibi kararlılığı ve ısrarı görünce dahil oluyor insanlar.  Senaryo da o süreçte ödül almıştı. Ödül aldığını göstermesi, destek aldığını göstermesi hem de insanların o heyecanı bence etkiliyor. Dramaturjik olarak da herkesin bir sahnesi var ve bitiyor. Oraya gelen insanları beş gün orada tutmadığımız için geleceksiniz, sahnenizde olacaksınız, gideceksiniz demek de bir prodüksiyonel bir kolaylık olduğu için de ikna süreci bence biraz daha kolay oluyor.

Kumru Yaren Cengiz: Evet. Yani yanlış izlemediysem eşya teslim alma sahnesini atlarsak film arabayla, köpekle başlıyor, komşuyla başlıyor. Yine aynı şekilde bitiyor film aslında. Böyle bir döngüyü görüyoruz. Bu özellikle dikkat ettiğin bir durum muydu? Böyle bir döngünün olması. 

Mert Erez: Aslında şunu söylüyoruz:

İnsanlar geldikleri yere geri dönerler. Alt metinlerden birinde hikaye de geldiği yere geri dönüyor bunu istedim. Aslında geldiği açıyla döndüğü açıda aynı hemen hemen ve nasıl hikaye geldiği yere geri dönüyorsa insanlar da geldiği yere geri dönüyoru biraz söylemek istedim bunda. O yüzden biraz kişisel de tercihimdi yani. 

Kumru Yaren Cengiz: Biraz daha filmin senaryosunun bu motifleri, felsefesi hakkında konuşmak istiyorum. Aslında söylediğin şey, filmin hikayesinin oluşması, o fotoğrafçıda o kadınla yaşadığın an ve kendi babanla olan ilişki konuşacağım her şeyi çok net, çok sesli bir şekilde açtı aslında. Biraz daha detay üzerine konuşabiliriz gibi geliyor bana da. Bazı detayları not aldım. Mesela sürekli olarak insanlara gidiyor Ali. “Oğlumu tanıyor musun, oğlumu tanıyor musun?” diyor. Ama ilk başta kapısından kovduğu köpek en çok oğlunu tanıyor aslında. Ve en son idrakine varıyor, ona da “sen benim oğlumu tanıyor musun?” diye soruyor. 

Bunun üzerine konuşabiliriz. Sonra, geçmişle olan o pişmanlık anlarıyla telefona kendisini kaydetmesi bence çok tatlı bir detay. Evet, geçmişi geriye alamıyoruz ama belki -mış gibi yapabiliyoruz ve bu acımızı ne kadar hafifletiyor aslında gibi düşünceler beliriyor o sahnede. Onun dışında şey çok dikkatimi çekti. Kahveci ile oğlunun olan ilişkisi. Burada olmayan bir baba-oğul ilişkisinin peşinde Ali karakteri.

Ama bir bakıyor ki orada karşısında olsaydı böyle olabilecekmiş dediği bir ilişki var. Aslında oğlunu bir noktada kalp olarak kaydettiği, sonra kanka olarak kaydettiği ama aslında onların da hiç İsa'yı tanımadığı kişiler üzerinden tanımaya çalışıyor. İsa'nın farklı farklı yönlerini görüyor ve orada da büyük bir hayal kırıklığı var aslında. Ve aslında iki insanın özellikle aile içerisinde bence birbirinden uzak kalma sebebi işte baba-oğul ya da anne-oğul vesaire kardeş çok farklı olduklarını düşünmesinden kaynaklanır.

Ama aslında görüyor ki oğlu da tıpkı onun gibiymiş ve kendi oğlunu kendi eşini kendisi de terk eden biriymiş. Orada da tam bir döngü var. İnsan muhakkak oraya geri dönüyor. Aslında olmaktan kaçtığı kişiye geri dönüyor Bunlar benim dikkatimi çeken şeyler oldu. Üzerine düşündüğüm ve etkilendiğim detaylardı. Biraz bunlar üzerine konuşalım isterim. Sen neler düşünüyorsun, neler hissediyorsun bu noktalar hakkında?

Mert Erez: İnsanın böyle ince işlediğini düşündüğü şeylerin karşı tarafa geçmesi bence insanı en çok mutlu eden şeylerden biri. Sondan başlayayım istiyorsan başa doğru geleyim. Çocuğun, yani İsa karakterinin kendi babasına dönüşmesi klasik bir mit zaten. Herkes babasına benzer. Babasına dönüşür. Bu çok katıldığım bir şey mi değil mi bilmiyorum ama bu miti kullanmak istedim orada. Ben de kendi babama dönüşür müyüm onu bilmiyorum. Bir hınç doğurmuş bu çocuğun içinde, İsa'nın içinde babasına karşı. Babasını da terk edemeyeceğine göre biraz sanki çocuğu terk edeceğini bilerek kendi çocuğuna babasının ismini koyacak. Bunu sevgiyle koymadığı çok belli yani babamı çok seviyordum da adını koyayım yapmamış. Sanki biraz babası gibi olacağını biliyormuş gibi bir hisle yazdım onu. Ve aslında adamın da sonundaki o oğlunun kendine dönüştüğünü görmesi ve oradaki burukluk şöyle de sonuçlanabilirdi: Madem oğlum bunu yapmış ben bari gelinimi, torunumu yanıma alayım. Bunu yapabilirdi ama bunu yapmadığı için zaten oğlu bunu yapmayacak bir karakter olduğunu bildiği için zaten kahvecinin söylediği gibi “geleceğini bilseydik cenazeyi bekletirdik.”dediği şey ortaya çıkıyor. Zaten son görevini gelip en azından gömerek yapabilir o baba ama onu da yapmayı tercih etmiyor. Bunun neden olduğunu bilmiyoruz. Neden gelemediğini bilmiyoruz ama geç gelmiş. E zaten o en son karede de en azından torununu al yanına bari oturuyor ve onu alacak olan kişi zaten belki en baştan terk etmezdi diyorum ben. Ha adam merhamete geldi de aldı gibi hikayeler çok hoşuma gitmiyor zaten. Bence öyle bir dünya genelde çok mümkün olmuyor. Keşke olsa ama. Hani sonradan çok fazla şey değişmiyor. Adam da zaten onu almayacak bir adam olduğu için hiç arayıp sormamış. Karısını da hiç arayıp sormamış. Köpek mevzusu ise… Yani ilk sahneden itibaren görüyoruz. Köpeği ara ara da hani sanki o başkalarını ararken köpek önüne çıkıyor. Buradayım, buradayım der gibi. Ama en sonunda ancak komşunun söylemesiyle bunu idrak edebiliyor. Ki idrak etse de o bir köpek tam olarak. Zaten hiçbir zaman istediğine ulaşamayacak. 

Kumru Yaren Cengiz: Senin de dediğin gibi aslında ulaşsa da bir şey için, bir eylem için ulaşmıyor. Yani sadece bilmek istiyor belki de. Ama herhangi bir karakter dönüşümü yok tabii ki Ali'de. Öyle bir potansiyel de gözükmüyor. Bu kadar farklı bir dönüşüm için cesareti ya da potansiyeli olmayan bir karakter gibi. Yani korkak, pasif.

Mert Erez: Korkak bence. İş işten geçtikten sonra yapılacak bir şeyin peşine düşer ya bazen insanlar. Ya da genelde belki insanlar. İş işten geçtikten sonra bunu yapıyor ve bunu farkında. Aslında öldükten sonra gelse toprak atsa belki çocuğunun ölümüyle ilgilense yine iş işten geçmiş olacak ama bunu da yapmaya cesareti yok. Korkaktan kastım cesaretsiz bir şey vardı. Belki çocuğu da aile kurmaya cesaret edememiş. Şey diyor ya kadın “İsa girdi işlerden çıkardı.” Aslında biraz bir işe sebat edebilmek de biraz cesaret işidir. Ama belki kimisi şey de diyebilir insan konfor alanından çıkıp cesaret edip başka bir şeye gitmeli. Ama ya biraz aile, ailenin devamını getirebilmek için onlara sahip çıkabilmek için cesaret etmemiş. Biraz aslında birbirine benzerlik de kurmak istedim bu sorumluluk mevzusuyla Ali-İsa arasında. Filmdeki diğer karakterlerde de çok göze sokmadım ama mesela işte hard diske bakabilir misin dediğinde bakayım da kaç tane hard disk var ya şimdi diyor. O da elini taşın altına koymuyor. Ne bileyim işte Damla'nın karakterine gittiğinde sen hiç tanımıyor musun onu deyip işin içinden çıkıyor. Belki biraz bir şeyler söyleyebilir ya da belki tanıyan şu olabilirdi falan diye birinin yanına götürebilir diğerini zaten. Hiç umrunda değil sigarasını içiyor oradaki mevzusuna bakıyor. Diğeri kanka diyor herkese falan… Kimse zaten birini tanımak için ya da karşıdakinin acısını hafifletmek için elini taşın altına koymuyor Çünkü zaten sen koymamışsın zamanında baştan, bekleyemezsin. Köpekle ilgili de senin hoşlanacağın bir hikaye olabilir bu. Normalde ben senaryoda yazdığım sahnede köpek orada gelmiyordu. Yani ilk geldiğinde onu karşılamıyordu. Biz sahneyi çekerken önce normal senaryodaki gibi çektik. Sonra ikiyi çekerken bizim aslında filmde oynatacağımız köpek de o köpek değildi. Bizim başka bir köpeğimiz vardı.

Ve o köpek ilerleyen sahnelerde yürürken peşine takılıyordu. Başka bir yerde geliyordu falan. Bizim o evi çekeceğimiz mahallede o evin hep önünde yatıyormuş o köpek. Ve bembeyaz bir köpek şansımıza. Geldi köpek kendi kendine kadraja girdi. Ve dedim ki ben kesmeyin sahneyi. Devam edelim. Yani ben şey diyorum. Allah gönderdi onu buraya gerçekten. O öyle geldi ve sonra diğer köpek de bizim istediğimizi yapmadı. Arabaya binmiyor. Gel diyoruz gelmiyor. Peşinden biz gidiyoruz. Kovalıyoruz. Getirmeye çalışıyoruz. Hiçbir şekilde yapmadı. Yani sahibi de var yanında dedim ki yapacak bir şey yok yani diğer köpekle devam ama diğer köpek de yok ortada sokak köpeği ya… Ondan sonra mahalleli dedi ki gelir o. Mahallelinin de yardımıyla son sahneyi de çektik. Biraz zor oldu köpeği tekrar aynı açıya sokmak. 

Kumru Yaren Cengiz: Rahman'ın o ilk başta sessizliğindeki mevzuyu öfke olarak yorumlayabilir miyiz? Bunca yıl neredeydin? gibi.

Mert Erez: Kesinlikle öfke ve şey biraz da, yani şimdi mi geliyorsun sana verecek bir cevabım yok benim gibi. Üç gün olmuş biz gömmüşüz zaten çocuğu. Anahtar bırakacak kadar yakınlarsa yan komşusu, kahveci, oğlu vs. birileri gömmüş.

Şimdi mi geliyorsun? Bu tarz bir öfke ya da aşağılama yani. En sonda da biraz vicdana gelerek senin oğlan bakıyordu köpeğe artık yazık günah ver bir şeyler diyor ve o da veriyor. 

Kumru Yaren Cengiz: Son olarak festival süreci hakkında bir konuşalım. Öyle kapatalım istiyorum bu sohbeti. Antalya’ya Altın Portakal’a gidiyorsunuz. 

Mert Erez: Evet, Antalya var. Antakya var. Bir tane daha var ama şu anda maalesef söyleyemiyorum ama güzel bir festival. Onun dışında yurtdışındaki festivaller var. İnşallah olur diye umuyoruz. Yolladık birkaç yere. İtalya, Amerika, Almanya, Estonya. Güzel festivaller var. Umarım yurt dışında da bir karşılık alır. Uluslararası prömiyer de yapmış oluruz. Ama Antalya beni çok sevindiren bir şey oldu. Çünkü zaten ilk uzun metrajım diyebilirim herhalde Iska için, uzun metraj olduğundan. Antalya'yla açmıştık.

Ve ben askerdeydim Antalya'ya gittiği zaman. Askerliğe gitmeden 3 gün önce haberi geldi ve ben askerde kantinde seyretmiştim töreni. Bence bu da güzel hikaye. Bedelli yapmıştım askerliği ben. İzin almaya çalıştım, izin vermediler tabii doğal olarak. İşte komutanım Antalya'ya gitmek istiyorum deyince dediler ki kantine git izle. Normalde yatma saatimizi geçecek ama gidin izleyin dediler. Böyle 30 tane, 40 tane erkek. Ama hiç tanımadığım insanlar da var. Yani sadece bizim koğuştan değil. Maç izler gibi bir hava çıkıyor. Hadi artık nerede kaldı? Belgesel bilmem ne arkadan bağırıyorlar. İşte en son spor belgeselleri dedi ödülü sunan kişi. Ayağa kalktık hepimiz. Yüzücü hikayesi de vardı seçkide. Kadın yüzücüler deyince herkes bir anda küfür etmeye başladı. Bunlar sinemadan anlamıyorlar bilmem ne falan diye diye herkes kapattı ve böyle askeriyede çok ünlü olmuştum o günden sonra. Şimdi ikinci defa Altın Portakal’da olmak, inşallah artık orada olurum diye düşünüyorum. O yüzden sevindim yani. 

Kumru Yaren Cengiz: Evet, çok güzel. İnşallah güzel haberlerle bu sefer. Kimsenin sinirlenmediği diyelim… Çok teşekkür ederim bu güzel sohbet için.

Mert Erez: İnşallah. Öyle. Ben teşekkür ederim. 












Yorumunuzu bırakın