Eren Can Altay | Ed. Seda İstifciel
Geçtiğimiz 2024 yılının sinema ve mimarlığın kesişimi bakımından verimli bir yıl olduğu söylenebilir. Her ne kadar mimari her zaman sinemaya içkin bir disiplin olsa da kimi zaman bu bağ daha görünür olur. Bu yıl, mimarlığın ya da daha doğrusu mimarın, üst düzey bir sinema filminin ana konusu olduğuna ikinci kez şahit olduk.
İlk deneme olan Coppolo’nun Megalapolis’i bekleneni verememiş ve seyirciyi hayal kırıklığına uğratmıştı. İkinci deneme olan, Brady Corbet’in yönetmen koltuğunda oturduğu, The Brutalist ise çok daha iddialı ve cüretkar bir yapım olarak geçtiğimiz haftalarda vizyona girdi. Venedik Film Festivali’nden Gümüş Aslan ile dönen yapım, 10 dalda Oscar adayı gösterilmesiyle daha vizyona bile girmeden ilgiyi üzerine çekmişti.
Şu ana kadar seyirciyi ve eleştirmenleri memnun eden bir film gibi dursa da, filmin beni kişisel olarak tatmin edemediği birçok yönü bulunuyor. Genel tartışmalar filmin mimari yönüne değinse bile, bu tema, filmin ana merkezi olmaktan ziyade bir unsuru gibi duruyor. Elbette ki bu durum negatif bir şey olarak algılanamaz, zira anlatılmak istenen mimari bir tarzdan ziyade, 2.Dünya Savaşının vahşetinden kaçan bir Yahudinin, Amerika’da tutunma mücadelesi. Corbet’in kendi deyimiyle film bir jenerasyonun travması ve Amerikan rüyasının eleştirisi niteliğinde.
Adrian Brody’nin (En İyi Aktör dalında Oscar adayı) canlandırdığı Macaristanlı bir yahudi olan Mimar László’nun, 2. Dünya savaşının ardından Amerika’ya göçmesi ile başlayan film, karakterin buradaki yaşam mücadelesine odaklanıyor. Yine Amerika’da yaşayan kuzeninin işleri dolayısıyla zengin bir sanayici olan Van Buren (Guy Pearce-En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında Oscar adayı) ile tanışması sonucu mesleğini tekrar yapmaya başlayan László, hikayenin de çevresinde geliştiği anıtsal bir topluluk merkezi yapmak için görevlendirilir ve film bu izlek üzerinde mimar işveren, mimarlık burjuvazi, yabancı yerli gibi ilişkileri irdeleyerek ilerlemeye devam eder.
Genel yorumlar her ne kadar brütalist mimarinin ve onun sert ve kaba tarzının, László’nun jenerasyonunun travmalarını sembolize etmek için fiziksel bir mabet olduğu yönüne odaklansa da, filmin başından sonuna kadar hikayeyi takip eden bir cinsel tansiyon, filmi anlamlandırmaya çalışan izleyicinin aklının bulanmasına sebep olur. 3,5 saatlik bu uzun filmin daha başlangıç sahnelerinde László’nun cinsel açıdan iktidarsızlığının belirgin edilmesi, karakter hakkında bilgi toplamaya çalışan seyircinin aklında erken bir anekdot yerleştirir. Hikayenin geri kalanında da bir çok defa referans konusu olan cinsellik irili ufaklı patlama noktaları oluşturarak, filmin gidişatındaki ana noktalarda her zaman kendine bir yer buluyor. Bazen çok açıktan bazense arka planda işleyen bu tema her zaman bir cinsel tansiyonun hissedilmesine neden oluyor ve bu tansiyonun rahatsız edici bir yönde olması, filmin verdiği histe bir rahatsızlık yaratıyor (en azından kişisel olarak böyle hissettim). Bu his, eğer kararlı bir şekilde verilmek istenseydi herhangi bir soru işareti yaratmadan kabul edilebilecekken, hikayenin ilerleyişindeki kararsızlıklar ve bütünleşemeyen kavramlar sebebiyle, filmden ayrı ilerleyen bir konu olarak bir köşede bekliyor.
Mimari bir konuya da gönderme yapılabileceğini düşündüğüm bu konu aslında çok da sevmediğim bir mimari görüşüne zorlama bir okuma ile bağlanabiliyor. Mimariyi kadınlık ve erkeklik üzerinden anlamlandırmaya çalışan bir okuma, yapıların kadınsal ya da erkeksel formları olabileceği görüşünü öne sürer. Bu bağlamda daha amorf, akıcı ve yumuşak formlara sahip yapıların “kadınsal” özellikler gösterdiği, daha sert ve keskin hatlı yapıların ise “erkeksi” yapılar olduğu öne sürülür. Bu düşünceyi, batı dillerinin cinsiyet bazlı kurallara sahip olmaları sebebiyle bir bağlama oturtabiliyorum. Öte yandan bizimkisi gibi cinsiyetsiz dillerde bir nesnenin kadınsallığı ya da erkekselliği çok da mantığa oturan durumlar olmuyor. Yine de László’nun brütalist yapısının göğe uzanan parçası bir fallik obje olarak düşünülebilir ve bu sert ve keskin hatlı yapının, bu fallus eklentisi ile László’nun filmin başından beri vurgulanan cinsel iktidarsızlığını reddeden ya da bu eksikliği gidermeye çalışan bir yapı olarak mekanda dikildiği okuması yapılabilir. Ancak bu durum böyle olsun ya da olmasın, her halükarda filmin geri kalanı ile kopuk bir bağlam yaratıyor.
Aynı tamamlanamamışlık, filmin Oscar adayı gösterildiği bir diğer dal olan “En İyi Görüntü Yönetimi”nde de kendisini gösteriyor. Etkileyici görseller film boyunca belirli sekanslara sıkıştırılmış paketler halinde izleyicinin karşısına çıkıyor. Filmin bütününe yayılamayan bu paketler, filmin içinde küçük sergiler olarak yer alıyor sanki. Ele aldığı birçok tema, yöntem ve anlatının doğal bir şekilde bir araya getirilememesi filmin bütünün tek bir parça olarak doyurucu bir tat vermesi önünde engel oluşturuyor.
Ancak yine de son karar size ait olacak. Bu kadar ses getiren bir yapımın bu kadar fazla adaylığı varken, izlenmemesi çok da mantıklı sayılmaz. Bu sebeple hepinize iyi seyirler diliyorum.
Görseller https://www.upig.de/micro/der-brutalist adresinden alınmıştır.