Hakkı Yüksel | Ed. Murat Kadaş
Bir portakal aldım dolaptan. Canım çekti. Malum, doğayla didişen insanlar olarak mevsimsiz meyveler çağındayız. Pütürlü kabuklarını özenle soydum. Amma kalın kabukluymuş! Kış portakalı gibi sulu değil elbet. Kokmuyor da… Ağzıma bir dilim attım ki atmaz olaydım. Öyle acıydı ki… Ekşi değil de ağız burkan, bir acayip acılık… Doğayı alt ettiğini sanan insanın hezimeti: Ağza yayılan portakal acısı. Bu acıyı hatırlıyorum. Geçtiğimiz sezon izlediğim son oyun, Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu’nun “Sevgi Soysal Yaşamakta Israr Ediyor” adlı oyunuydu. Oyunu izledikten sonra ağzıma böyle bir portakal acısı yayılıp kalmıştı.
BGST’nin sağlam bir toplumsal cinsiyet dramaturjisi süzgecinden geçirip sahneledikleri önceki oyunları gibi feminist tiyatro janrını devam ettirdikleri bu oyunun afişini ben hazırlıyor olsaydım afişindeki minik portakalı büyütür, hatta belki sadece kocaman bir portakal görseli kullanırdım. Peki bu oyun nedir böyle? Portakalın faydalarından falan mı bahsediyor? Elbette hayır.
Londra’daki evinde kanserle mücadele eden Sevgi Soysal’ın hayatına odaklanıyor oyun. Kimdir Sevgi Soysal? 40 yıllık hayatına romanlar, öyküler sığdırmış, cümlelerini özgün üslubuyla bir dil cambazı gibi işlemiş, başarılı bir edebiyat insanı. Bu ülkenin yetiştirdiği ve yine bu ülkenin öğütüp tükettiği nice isimden biri. 12 Mart muhtırasının sillesini yiyen Sevgi Soysal uzun hapis sürecini, sürgün dönemini, sansür günlerini gülücükleriyle bertaraf etmeye çalışsa da yaşadığı bu acıları vücudunda bir kanser olarak büyütür. Londra’daki son günlerinde ölüme kafa tutmaya çalışır. Uyku ve uyanıklık arasında postacının getirdiği eski kitapları ve yarattığı karakterlerin hayaletleri arasında geçmişe döner.
İçerik bu olmasına rağmen oyunu bir edebiyatçının biyografik piyesi şeklinde tanımlamak tüm alt metinleri yok eden indirgemeci bir yorum olacaktır. Yazar Duygu Dalyanoğlu, metni öyle güzel kurgulamış ki oyun boyunca bir kadının büyümesi paralelinde Türkiye’nin değişimine tanık oluruz. Sevgi Soysal’la beraber çevresindeki kadınları ve tüm kadın sorunlarını mercek altına alıyor oyun.
Yönetmen Aysel Yıldırım tarafından yalın bir sahne hazırlanmış. Dikey olarak yerleştirilmiş bir yatak görseliyle karşılaşıyor evvela alımlayıcılar. Tahtadan paravanların oyun boyunca oyuncular tarafından açılması ve kapanmasıyla sahne değişiyor. Dikey pozisyonda sahne ortasında duran yatağın çarşaf kısmına belli aralıklarla yansıtılan barkovizyon gösterileriyle oyun hem biçim hem içerik olarak derinleşiyor. Epizodik anlatımla Sevgi Soysal’ın kronolojik sırayla akan hayat anlarının arasında barkovizyona hem yazarın romanlarından görseller hem de dönemin gazete haberleri ve siyasi olayları yansıtılıyor. Culture CIVIC’in desteğiyle üretilen videolar hantal biyografik hikâye anlatıcılığını belgesel tiyatronun nimetleriyle birleştirerek daha dinamik bir noktaya taşıyor. Böylece izleyenler kadın hareketinin, kadının toplumdaki konumunun ilerleyişini tarihsel bağlamdan koparmadan, siyasi ve toplumsal olaylarla ilişkilendirerek okuma fırsatı yakalıyor. Banu Açıkdeniz’in düzenlediği koreografiler ve Beril Sarıaltun’un seçtiği müziklerle iki perdeden oluşan ve yaklaşık iki saat süren, görece uzun oyunun temposunun düştüğü yerlerde sahneye bir canlılık geliyor. Ayrıca az da olsa metnin içindeki mizah dozu da bu canlılığı pekiştiriyor. Oyuncular belli epizotlarda, epizot içindeki hikâyeye uygun bir şekilde değiştirmek haricinde, genelde son derece sade ve kahverengi tonlarındaki kostümleriyle karşımıza çıkıyorlar.
Sahnede beş kadın görüyoruz: Zeynep Okan, Banu Açıkdeniz, Burcu Kanbakoğlu, Duygu Dalyanoğlu ve Nihal Albayrak. İsimlerden de anlaşılacağı üzere oyun için kolektif bir ruhla çalışılmış ve kadınlardan oluşan bir ansambl oyuncu kadrosu oluşturulmuş. Her ne kadar Zeynep Okan, canlandırdığı Sevgi Soysal rolü ile daha ön planda gibi gözükse de tüm oyuncuları sahnede eşit derecede görmekteyiz. Zeynep Okan’ın rolü hep sabitken diğer oyuncular epizotlardaki öykülere uygun farklı rollere bürünmekteler. Hepsinin de hem oyunculuk hem de koreografi anlamında başarılı bir iş çıkardıklarını söylemek mümkün. Oyundaki barkovizyon kullanımı ve epizodik yapı duygulanımı biraz dışarıda bırakıyor. Oyuncular da rollerini bu şekilde icra ediyorlar. Çok dramatik anları sündürmeden aktararak izleyicinin duygularına değil de düşünsel alanlarına çomak sokmak istiyorlar. Tartışılan mesele böylece başarılı bir şekilde ön plana çıkarılıyor.
Oyunun ilk epizodunda kapıcı kızı Şenel’le arkadaşlık yapan minik Sevgi’yi izliyoruz. Bu bölümde özellikle komşu kadının replikleriyle burjuva ailesinin diğer toplumsal sınıflara bakışı ve ön yargıları başarılı bir şekilde ifşa ediliyor. Diğer epizotta Sevgi Soysal’ın toplumsal dayatmalar ve kurumsal baskılar arasında sıkışıp kaldığı, anne ve eş rolleri altında ezilip kendini unutuşunu izliyoruz. Üstelik bir başka yazar arkadaşı Adalet Ağaoğlu’yla yaptığı dertleşmesiyle. Diğer epizotlarda hapis sürecinde yaşananlar, etnik kimlikler tartışılıyor. Aynı görüşteki insanların arasındaki fraksiyonlar gözler önüne seriliyor. Barkovizyona yansıtılan gazete kupürleri, izleyeni tarih yazımının taraflılığı üzerine de düşündürüyor şüphesiz. Hamasi bir zaferle kaleme alınan Yunan ilişkilerini, bir ada hikâyesiyle ötekinin gözünden izliyoruz başka bir epizotta.
Oyunun bence en önemli özelliklerinden biri tüm epizotlarda anlatılan kadın hikâyelerinin, anlatılan hikâyelerin kadınlara ait olduğu unutulmadan aktarılması. Bu, oyun repertuarımızdaki diğer kadın hikâyelerinde genellikle es geçilen bir durum. İzlediğimiz oyundaysa hemen her epizotta bir kadınsal durum vurgusu dikkat çekiyor. Örneğin bir kadın kanser olduğunda öleceğinden değil de kel kalacağından korkuyor. Adalet Ağaoğlu toplumsal cinsiyet rolünün baskısı altında yeni yazacağı oyunu değil de ocaktaki fasulyeleri dert ediyor. Kapıcı kızı Şenel, erken büyüyen göğüsleriyle henüz gelişimini tamamlayamamış Sevgi’ye hava atıyor. Sevgi, kendisine haber bile verilmeden kesilip alınan göğsünün hesabını soruyor. Bir dava sırasında kendisini müstehzi şekilde “ev kadını” diye tanımlayan hâkime kafa tutuyor.
Gelelim portakal konusuna. Oyunun ilk epizodunda Sevgi ve Şenel arasındaki “henüz büyümemiş memeler” konusundaki çocuksu atışma sonrasında, Sevgi göğüs bölgesine portakallar yerleştirir. Sonrasında da bu portakal göstergesi, oyun boyunca göze sokulmadan tekrar edilen bir leitmotif haline gelir. Aynı zamanda başarılı bir metafordur. Sevgi Soysal meme kanseri sebebiyle vefat etmiştir. Oyunun çatı hikâyesi içinde bu kanserle savaşmaktadır. Bu hastalığın ilk belirtilerinden biri de göğüste görünen portakal kabuğu görüntüsüdür. Yani portakal, aynı zamanda Sevgi Soysal’ın mücadele ettiği hastalığına bir göndermedir. Başka bir sahnede Sevgi Soysal elindeki portakalı dilimleyip romanlarındaki ölen ve öldürülen kadın kahramanlarla paylaşarak yer. Bir acı portakal tadı yayılır izleyicinin ağzına farkında olmadan. Cumhuriyet’in ilk 50 yılında kadının toplumda yalnızca anne veya eş olarak, erkeğe ait olarak hayata tutunabildiğini, toplumsal rollerin sınırlarından taştığı an cezalandırıldığını ama tüm patriarkal zorlamalara ve zorbalıklara rağmen mücadeleden vazgeçmediğini gösteriyor oyun.
Peki bir asrı deviren Cumhuriyetimizde, bu yıpranmış sistem içinde kadının konumu değişti mi? Yoksa portakalı yazın yiyebilen insanoğlu kadın erkek eşitliğini hâlâ tartışır durumda mı? Ataerkil düzen, çıkarlarına ters düşecek ve düzeni temelden sarsacak kadın var oluşuna dayanamıyor mu hâlâ? Şüphesiz evet! Ancak bu köhne düzenin bilmediği şey; Tante Rosa’lar hiçbir zaman arzularına gem vurmaz ve içini öldüremezler. Acı portakalı kırağı çalmaz! Yeni sezonda bu güzel oyunu kaçırmamanızı dilerim. Kadınlar mücadele etmekte ısrar ediyor.