8 Mayıs 2024 Çarşamba

Olmazlar Cumhuriyetinde Mevcudiyet

Hakkı Yüksel  |  Ed. Murat Kadaş

2000 yılından beri geleneksel tiyatro algısının sınırlarını zorlayan Almanya merkezli sanat kolektifi Rimini Protokoll, Beykoz Kundura’da yeniden sahnelenen “Namevcut Konferans” adlı projesiyle odağına ekolojiyi ve ontolojiyi alıp farklı bir performatik deneyim içine soktuğu seyircisiyle faşizm, antisemitizm, nüfus patlaması gibi birçok yan konuyu tartışmaya açıyor.


Konuşmacısı Olmayan Konferans:

Küreselleşmenin ekolojik-toplumsal sonuçlarına ilişkin katkılar ve çelişkili tezler sunacak uzmanlarla gerçekleştirilecek bir konferans olarak lanse edilen “Namevcut Konferans”ta konuşmacılar, fiziksel olarak salonda bulunmuyor. Seyirci oyunda yapay zekâ tarafından bu konuda yapılan anonsla ilk sarsıntısını yaşıyor.

Salondaki gönüllü seyirciler, ilgili konuşmacının kimliğine bürünüp eline verilen metinle veya kulaklığına fısıldanansözcüklerle uzmanın sunumunu, diğer izleyicilerin önünde, o uzmanın kimliğine bürünerek canlandırmaya çalışıyor. Böylece proje, tiyatronun en önemli elemanlarından biri olan “oyuncuyu” bertaraf ederek yapay zekânın da desteğiyle “pasif izleyeni”, “aktif oynayan” eyliyor.

Koltuklarından kalkıp sahneye çıkarak mevcut olmayan konferans katılımcılarını performe eden izleyiciler, tiyatronun imkânları ve araçlarıyla konferans uzmanlarının hayatlarını ve düşüncelerini sahiplenen, onların fikirlerinin taşıyıcısı haline gelen insanlara dönüşüyor. Böylece hiç bilmedikleri bir düşünce ve dünyayla empati geliştirmek zorunda bırakılan alımlayıcı, varlığının farkında olmadığı gerçeklerle yüzleşiveriyor.

Günümüzdeki kapitalist iktidarlar, iktidarlarının sürekliliğini koruyabilmek adına kendi gerçekliklerini yaratarak bu gerçekliği halkına dayatıyor. Yaratılan bu “post-truth” evren içinde birey, içinde bulunduğu dünyanın mevcut gerçekliğine yabancılaşıyor. İşte bu bağlam içinde Namevcut Konferans projesi, tiyatral araçlarla bireye, hükümetlerin sistemli çabasıyla yok saydırdığı olguları gösteriyor. Onlarla yüzleşmesini, onları irdelemesini sağlıyor.

İzleyenler bazen faşist bir Sırp askerinin avukatını, bazen faşizmden kaçan bir Yahudi'yi, bazen nüfus patlamasının önüne geçmek isteyen bir aktivisti, bazen de ekolojik felaketle mücadeleye çalışan bir bilim adamını temsil etmek adına öncesinde tanımadığı duygularla özdeşime zorlanıyor. Oyunda bu özdeşim, belgesel tiyatronun sıklıkla kullandığı araçlarla gerçekleştiriliyor. Seyirciler yalanlarla üstü örtüldüğü için “olmadığı” varsayılan gerçekliğin mevcudiyetiyle sarsılıyor.


Üç Maymunu Oynamak:

Dünyanın bir numaralı gündem maddelerinden olan iklim krizi, doğa tahribatı, karbon salınımı, nüfus patlaması gibi ekolojik problemlerin ne kadarı ülkemizde masaya yatırılmakta? Seçim propagandası sürecinde bu meselelerin kaçına dair çözüm vaatlerinde bulunuldu? Bu sorunları tartışmak şöyle dursun; nükleer santral planlarımızla övünüyor, “Her aileye en az üç çocuk!” emri salık veriliyor, coğrafyayı tahrip edecek “çılgın projelerimizle” gururlanıyoruz. Peki biz, olmadığını varsaydığımız için bu problemlerimiz“ namevcut” mu?

Gerçek şu ki; kapitalizm, çarkını döndürmek, o çarkın dişlerinde öğütebilmek adına daha çok iş gücünü ve doğa kaynaklarının sömürülmesini talep ediyor. O yüzden her geçen gün daha geniş rant alanları uğruna daha çok betona gömülüyor, ekolojik sorunlara yenilerini ekliyoruz. Günümüzde ayyuka çıkan neo-faşizme inat, hamasi sözlerle yaratılan sahte vatanperverlikle, küçük dünyalarımız içinde, olmazlar cumhuriyetinde birliğimizi muhafazaya çalışıyoruz.

Namevcut Konferans alımlayıcısının içinde bulunduğu bu kısır döngüyü kırmak adına izleyenini ataletten kurtarıp kendi dünyasından çıkarıyor, ayağa kaldırıyor, belgesel tiyatronun araçlarıyla gerçekliği görünür kılıyor. Bupost-truth döngüden çıkışın nasıl gerçekleşebileceği üzerine kafa yoran proje, çözümü gerçekliği tüm yalınlığıyla göstererek tartışmaya açmakta buluyor.


Maskeli Balo:

Namevcut Konferans gösteriminin içinde “oynayan izleyiciler”, konferans konuşmacılarını icra ederken olmayanı var ediyor. Bu durum, projenin izleyeni olarak benim “temsiliyet” kavramı üzerine sorular sormama yol açtı. Gösteri de zaten katılımcısından bunu talep ediyordu. Oyunun bir yerinde izleyenlerden yanlarındaki tanımadıkları insanlara dönüp temsiliyet üzerine kısa bir konuşma yapmaları istendi. Sahi, biz nelerin temsilcileriydik?

Yanımızda olmayan ailemiz, mensubu olduğumuz millet, din gibi kültürel ögelerimiz, aldığımız eğitimler, işimiz ve daha nice şey bizimle yürüyordu bu dünya sahnesinde. Biz, ânın içinde “mevcut olmayanların” temsilcileri olarak onların yansıtıcıları konumundayız, diyebilir miyiz? Sanki biraz kendimizken biraz da başkalarıyız. Shakespeare’in “Dünya bir sahnedir.” lafına binaen, bu hayatta rolünü içselleştirmiş oyuncular olmalıyız. Maskeleri değiştirerek mevcudiyetimizi devam ettirdiğimiz bir dünya sahnesindeyiz. Kendi kültürümüzü, kendi cinsiyet rollerimizi sürekli performe ederek yineliyoruz. Ve elbette biz başkalarını temsil ederken, başkalarının da temsillerinde yer alıyoruz. Böylece olmadığımız ve görünmediğimiz alanlarda da var oluyoruz.

Peki temsil edilmeyenler, yok sayılanlar, görmezden gelinenler? Hor görülenler ya da hiç görülmeyenler?


Sahnenin Dışındakiler:

Ülkemizde, içinde bulunduğumuz politik iklimde “namevcut” kabul edilen ya da iktidarca varlığı kabul edilen, ancak mevcudiyet sınırlarının iktidarca belirlendiği gruplar olan azınlıklar, Sünni Müslümanlar dışındaki dini gruplar, LGBTİ+ bireyleri, kadınlar… Kısacası “onlardan olmayan ötekiler” mevcudiyetlerini “nasıl” sağlayabilirler? Bu ötekiler ki güçsüz olduklarından mağdur değillerdir. Mağduriyetleri görülmemek, kâale alınmamaktan ileri gelir. Yukarıda anlatmaya çalıştığım bağlamdan hareketle bu grupların temsiliyetlerinin irdelenmesi gerektiğini ve mevcut olma hallerinin sadece bu şekilde sağlanabileceğini düşünmekteyim. Ülkenin neredeyse yarısı için “yaşamayan” bu grupların hayata tutunmaları için gerekli temsil gücü sağlanamadığı müddetçe faşizan yaklaşımlar büyüyerek devam edecektir.

Faşizm hamuru, korku unuyla yoğrulup tutulur. Korku da bilinmeyene karşıdır. Temsiliyet, işte bu bilinmezliği ortadan kaldıracaktır. Yoksa bu görünmez gruplar ötekileştirilmekten, terörize edilmekten kurtulamayacaktır.


“Ben, tam inşası sürerken inşa edenin düşünmekten bıktığı, oldum olası kendi yıkıntısından başka şey olmamış bir yapının yıkıntısıyım.” diyor Pessoa Huzursuzluğun Kitabı adlı eserinde. Var olan nizamın içinde birey olarak mevcut kalabilmek için, yıkıntılarımızdan gökdelenler kurmak için yok edilen alanlarda temsil edilip varlığı yakalayabileceğimizi görünür kılan Namevcut Konferans, tiyatronun araçlarına sarılarak bunun gerçekleştirilebileceğini göstermekte. İzleyicinin kendi üzerine, çevre üzerine, temsiliyet kavramı üzerine yeni sorgulamalara girişmesini sağlayan bu projeyi mayıs ayı içinde Beykoz Kundura’da deneyimleyebilirsiniz.

Yorumunuzu bırakın