Eren Can Altay | Ed. Yüsra Yüce
Tarihi çevre içerisinde modern yaklaşımlı yapı çözümleri; mimarlar, kent plancıları, korumacılar ve öznesi kent-yapı olan tüm disiplinlerde tartışma konusu olmuş ve olmaya devam edecek bir başlıktır. Kent dokusuna uyumluluk, eski ile yeninin bir aradalığı ve estetik kaygılar gibi alt başlıklar, bu tartışmaların önemli bir kısmını oluşturmaktadır. Bu tartışmaları devamlı kılan durum ise, farklı disiplinlerin farklı bakış açılarıyla konuya yaklaşabilmeleri ve bu sayede konunun tek bir kesin çözümden azade oluşudur. Bu sebeptendir ki her bir disiplin, ürettiği çözümde ya da yaptığı müdahalede, kendi eylemlerini meşrulaştırma gereği duyar. Mimari anlamda bu, yapının bir anlamda formuna bir mazeret bulmaya çalışmaktır. Bu meşrulaştırma çevreye uyum, mimari yeterlilik ve kalite, yerel ile bağ gibi çeşitli şekillerde ortaya çıkabilir. Bu sürecin alt yapısı ise mimari üretim sürecinin konsept aşamasında belirmeye başlar.
Kengo Kuma and Associates (KKAA) tarafından tasarlanan Odunpazarı Modern Müze de tüm bu tartışmalar ışığında meydana gelmiştir. Kentin tarihi dokusunun merkezinde yer alan yapı 2019 yılında inşa sürecinin tamamlanması ile ziyarete açılmıştır. Yapının vaat ettiği çevre ile uyumlu olma ve kentsel dokunun devamlılığını sağlama, söylemsel bir zeminde kendisine yer bulsa da, pratikte çağdaş ile gelenekselin çatışması rahatça hissedilebilir. Odunpazarı’nın geleneksel yapı malzemesi olan ahşabın, OMM’da da tekrarlanması yerel bir jest gibi gözükse bile, mevcut olan formal farklılığın önüne geçebilecek bir güce sahip değil. Burada yerel dediğimiz geleneksel yapı stoğunun da turistik bir fanus içerisine yerleştirilmiş, makyajvari bir geleneksel Türk evi olduğunu da belirtmekte yarar var. Gece vakti, birkaç sokak hariç, terkedilmiş bir plato görünümü veren sokaklar, gün ışığı ile birlikte hediyelik eşya dükkânları ve turist yoğunluğu ile meşguliyet sağlarlar. OMM’un referans olarak seçtiği alanın da bu yönde gelişmekte oluşu mimarlık literatürünün farklı bir tartışma konusunu oluşturur.
OMM söz konusu olduğunda kabul etmemiz gereken bir durum da, ölçeksel uyumdur. Parçalanmış yüzeylerin oluşturduğu devamsız cepheler yapının zaten büyük olmayan ölçeğini, görselde daha da kırıyor. Yükseklik olarak çevresindekilerle yarışa girmeyen yapı, formal olmasa bile mekânsal ve kütlesel bir devamlılığa olanak sağlıyor.
İç mekân, çağdaş mimarinin olmazsa olmazlarından, kesitteki devamlılığı ve katlar arasında görsel/deneyimsel bağları ikonlaştıran ahşap çerçeveli, kapalı bir atrium ile sağlıyor. Bu da mekân algımızda temel bir değişimi gösteriyor. Geleneksel mimaride katlar ile sınırlı kalan mekânsal deneyim, katların yarılması, boşlukların daha görünür kılınması veya daha doğrudan kat sisteminin yok edilmesi ile farklı bir anlayışa evriliyor. Bu sayede kullanıcı içerisinde bulunduğu yapıyı keşfederken sadece yatay doğrultuda bir keşiften ziyade, dikey kafa hareketine de ihtiyaç duyuyor. Farklı kat planlarına sahip yapının her katında yol bulmayı kolaylaştıran bu dikey eleman, tüm katlarda domestik bir landmark yaratıyor. Ana odağı üzerinde toplayan bu merkezi eleman, içe dönük bir mimariye göz kırpsa da, şehre dönük ve onu çerçeveleyecek şekilde açılan açıklıklar bu içe dönüklüğün etkisini hafifletici bir rol oynuyor. Bir sergi mekânı olarak tasarlanan iç mekân, klasik bir “beyaz kutu”(white box) özelliğini taşıyor. Ahşap doku bu tekdüze beyazlığı hafifleten bir işlev görürken sade olan iç mekânı tamamlayıcı bir rol oynuyor. Çoğu zaman pahalı ve şatafatlı malzeme ile oluşturulmaya çalışılan zarif ve zengin iç mekânın, farklı ve daha mütevazı malzemelerle de oluşturulabileceğini kanıtlıyor. Bu da mekanın algılanması bakımından doğrudan ve göz kamaştırmayan bir biçim veriyor. Kalabalık ve şatafattan uzak bu minimalist oluşum, odağın detaydan ziyade mekanda kalmasına olanak sağlıyor. OMM’un bu özelliği, yapının iç mekanının kullanıcı tarafından daha özümsenmesine yardımcı oluyor denebilir. Beyaz sıvalı duvarlar ve ahşap elemanların yanısıra, metal mesh ve taş gibi malzemelerde kullanılmış olsa da, onların da beyaz renkte ya da tonlarında kullanılışı, malzeme çeşitliliğini sanki iki baskın malzemede sınırlı tutuyor. Bu da yapının minimal doğasını ön plana çıkartan bir detay olarak göze çarpıyor.
Sonuç olarak yapı, çağdaş bir yapının barındırdığı özellikleri içerisinde toplamayı başarmış ve Eskişehir’e yeni bir kimlik kazandırmıştır. Söyleminin ardında, metinde de bahsettiğim tezatlıklar yer alsa da, gerek yapım tekniği gerek ise gerek ise mekansal zenginliği olsun, bu tezatlıkları göz ardı etmemize yetiyor. Herşeyden öte, ilk paragrafta da belirttiğim gibi, yapının kendisine meşruluk yaratma kaygısından kaynaklanan bu söylemler, zaten Eskişehir’in tarihi alanının “kisch” liği göz önüne alındığında gayet de masum tezatlar olarak gözükebilir sanıyorum ki.