Hakkı Yüksel | Ed. Seda İstifciel
Günlerden bir gün, Balkanların heybetlisi Şar Dağları büyük bir gürültüyle yere eğilmiş ve sürülerini otlatan üç genç çobanı tuzağa düşürüp esir almış. Biçare çobanlar özgürlükleri için günlerce dua etmişler. Sonunda kutsal dağ dile gelmiş ve çobanlardan birini serbest bırakacağını söylemiş. Çobanlar ona yalvarmaya başlamışlar. Birinci çoban, “Beni bırak Şar Dağı, benim gencecik karım var, yeni evlendim. Bana çok üzülür.” demiş. İkinci çoban, “Benim, beni canından çok seven kız kardeşim var. Benim için çok ağlar, yataklara düşer Ne olur sal beni.” diye yalvarmış. Üçüncü çobansa “Beni bırak Şar Dağı! Çünkü benim bir yaşlı annem var. Benim için kahrolur.” diye haykırmış. Şar Dağı düşünmüş, taşınmış ve şöyle bir karar vermiş. Demiş ki: “Karın çok üzülür, üzülür ama üzüntüsü altı ay sürer. Kız kardeşin yas tutar. Ama bir yıllıktır matemi. Anne… Anne sonsuza kadar ağlar. Mezara taşır yasını.” Ve üçüncü çobanı serbest bırakmış.
Annemi ne zaman kızdırsam anneannem beni bir köşeye çeker ve yukarıdaki Makedon efsanesini anlatırdı. Ne mesaj çıkartmalıydım bu efsaneden? Yüceler yücesi Şar Dağları bile anne karşısında dize gelir, yumuşar. Çoban, annesi sayesinde üzerindeki koca dağ yükünden kurtulur.
Gerçekten bir anne sevgisi her zaman kutsal ve özgürleştirici midir? Aksel Bonfil’in yazıp yönettiği Muskat adlı oyun bu efsaneyi ters yüz eden bir perspektif sunuyor. Oyundaki ana karakter Yaşar’ın kaderini biraz üçüncü çobana benzettim. Koca bir dağın yükünden kurtulup özgür kaldığını sanan çoban daha büyük, dağa ağır, daha boğucu bir yükün altına girer aslında: Annelik!
Kapitalist toplumlarda aile sadece duygusal ve biyolojik bir yapı değil, aynı zamanda sistemin sürdürülebilirliği için vazgeçilmez bir ekonomik ve toplumsal mekanizmadır. Toplumsal disiplin ve istikrarı sağlamak, emek gücünü yeniden üretmek ve kendi başına bir tüketim birimi olarak aileye ihtiyaç duyulur. Dolayısıyla ona büyük bir kutsiyet atfedilir. Cemaat kültürü ve din de bu kutsiyeti pekiştiren araçlardandır. Ailenin devamını ve iş gücünün çoğalmasını sağlayacak biyolojik kudret olan doğurganlığa sahip annelerse ailenin en önemli parçasıdır. Dolayısıyla toplum öylesine manipüle edilir ki ailenin, annenin kutsallığı tartışmaya kapalıdır. Birey, özgürlüğünü bu kutsiyetin gölgesinde çoğu kez yitirir. Bu sahte kutsallık sahici insan ilişkilerini de zedeler şüphesiz. Muskat tam olarak bu sorgulamayı yapıyor.
Anne, aile, evlilik gibi modern mitleri konu alan; tartışmaya çekindiğimiz meselelere çomak sokan güncel oyun metinlerini çok değerli buluyorum. Aksel Bonfil’in Muskat’ı da böyle bir metin. Muhafazakâr annesi ile Kürt devrimci babası arasında sıkışıp kalmış, kendini keşfetmekte zorlanmış Yaşar’ın hikâyesi, büyüme sancıları, annesiyle kurduğu ilişki aslında empati kurmakta zorlanmadığımız türden bir ilişki. Oyun Yaşar’ın annesini kaybettiği gün başlıyor. “Bugün hayatımın en mutlu günü. Annem öldü.” repliğiyle… Bu replik Camus’nun Yabancı’sını anımsatıyor hemen. Yaşar’ın varoluş mücadelesi ve yabancılaşma hissi düşünüldüğünde oyun, ilk repliğinden Camus ile güzel bir köprü kuruyor. Camus’nun kahramanı Meursault gibi Yaşar da dünyaya yabancılaşmış, annesinin ölümüyle özgürleşeceğini sanırken aslında varoluşunun en büyük çatışmasıyla yüzleşiyor. 50 dakikalık kısacık oyun, hızlı ve yoğun bir bilinç akışı eşliğinde geçip gidiyor. Yaşar’ın açmazları, hayalleri ve sevgi arayışı eşliğinde Paris ile İstanbul arasında sıçrayan bir serüvene tanık oluyoruz. Yaşar Fatih’teki “cehennem” evinden kaçıp Paris’e sığınıyor. Ama sürekli gölgesinde yaşadığı dağ olan annesi ölüp gittiğinde sanki üstüne yıkılıveriyor. Çözemediği travmalar nereye gitse yakasını bırakmıyor. Türkiye’de doğup büyümüş, bir sesinin olduğunu bile çok geç fark etmiş kadının zihin labirentlerinde dönüp duruyoruz. Oyuna adını veren “muskat”sa sırrını finalde çözdüğümüz bir gizem. Sürprizi çok bozmadan, sevginin yanlış kurulma şekli olarak tanımlayabiliriz muskat metaforunu.
Duygusu çok ağır olan bu oyunu ancak Esra Dermancıoğlu gibi bir oyuncu dengeleyebilirdi. Oynadığı her rolde mizahi bir açık bulup karakterini oradan kuran Dermancıoğlu şahane bir performansa imza atıyor. Oyun boyu asla düşmeyen enerjisiyle bizi duygudan duyguya sürüklüyor. Seyirciyle kurduğu ilişki de alımlayıcıyı hayli etkiliyor.
Dermancıoğlu, yarım ay şeklinde konumlanmış sekiz floresan lambanın ortasında, çok yalın bir dekorun içinde oyununu sahnelerken Arek Nişanyan’ın başarılı ışık tasarımıyla lambalar da Esra Dermancıoğlu’na eşlik eden yardımcı oyunculara dönüşüyor. Anlatıya uygun şekilde renk değiştiren lambalardan bir tanesi anne rolünü üstleniyor. Sahnedeki bu başarılı ışık dramaturjisi oyunu son zamanlarda hayli artan tek kişilik anlatı tiyatrosu repertuvarımızda özgün bir yere konumlandırıyor.
Dermancıoğlu’nun kostümünün de doğru bir tercih olduğunu söylemeliyim. Siyah ve düz bir tulum elbise, yerinde durmayan oyuncunun hareket kabiliyetini hiçbir şekilde sınırlandırmıyor. Son derece yalın olması seyirci tarafından anlatılan hikâyeye odaklanılmayı kolaylaştırıyor. Kostümdeki yalınlık ve siyahlık bir yandan matem havasını taşırken diğer yandan da çocuklukla bağını koparamamış şirin bir kızın varlığını sahnede hissetmemizi sağlıyor. Ancak kafasının üzerinden sarkan mikrofon, sahneye dair tüm dikkati dağıtıyor. Empati kurmaya çalıştığımız karaktere karşı bir yabancılaşma yaşatan bu mikrofon daha iyi gizlenebilir. Belki de bu denli dramatik bir öykü için mekanik bir ses gereksiz bir mesafe yaratıyordur. Dermancıoğlu’nun güçlü sahne hakimiyeti düşünüldüğünde, mikrofona ihtiyaç duymadan da anlatının etkisini artırabileceğine inanıyorum. Oyuncunun doğal sesini duymak, anlatının duygusunu daha doğrudan hissettirebilirdi. Gerçi mikrofon birkaç sahnede bazı ses efektleriyle anlatımı güçlendiriyor. Ama yine de mikrofonu görmemeyi tercih ederdim. Bununla birlikte oyunun müzikleri, ses tasarımı ve Esra Dermancıoğlu’nun tüm enerjisiyle dans edip söylediği şarkılar da gayet başarılıydı.
Oyunda geçen şu replik beni hayli düşündürdü: “Bir parkta rastlaşıp bir bankta oturup tanısaydım da seni sever miydim anne?” Zorunlu sevgiler, mecburiyetten ilişkiler toksikleşir. Sevginin bilinçli çaba ve özveri gerektirdiğini söyleyen Erich Fromm, Sevmek Sanatı adlı meşhur çalışmasında anne sevgisinin çocuğun bağımsızlığını desteklemesi gerektiğini vurgular. Bencil ve sahiplenici bir anne sevgisinin zararlarından bahseder.
Bizim toplumumuzda da annelik bir dağ gibi kutsal ve güçlü kabul edilir. Ama çoğu zaman o dağ, bir çığ gibi çocuklarının üzerine çöker. Muskat, anne-kız ilişkisini merkeze alarak sevgi, özgürlük ve bireyselleşme üzerine güçlü tespitlerde bulunan, kısacık bir süre içinde büyük tartışmalara gebe olabilecek yoğun ve felsefi bir metinle ama yalın bir dille sevginin kendiliğindenliğini vurgulayan tertemiz bir oyun. Oyun, anneliğin kutsallığını sorgularken, sevginin gerçekten ne olduğunu da yeniden düşünmemizi sağlıyor. Bu cesur ve düşündürücü oyunu kaçırmamalı.
Not: Fotoğraflar kadar.ist instagram hesabından alınmıştır.