14 Eylül 2023 Perşembe

Mimari Temsilin Arşivi: Berlin Mimari Çizim Müzesi

Eren Can Altay  |  Ed. Yüsra Yüce

2013 yılında Berlin’de açılan müze, aynı zamanda Tshoban Vakfı’nın da ana merkezlerinden birini oluşturuyor. Sergei Tshoban tarafından kurulan vakıf, mimarlık pratiği ve düşününde, mimari çizimlere verdiği önemi, bu müze ile ortaya koyuyor. 17. yüzyıldan günümüze uzanan çizimlere ev sahipliği yapan müze, dört yüzyıllık bir mimari çizim pratiğini ve dolayısıyla mimarlığın bu süreçte geçirdiği düşünsel değişimleri de ortaya koyuyor.

Beş ana başlıkta toplanan çizimler, eskizlerden hayal temsillerine, ideolojik yapılardan şehir kurgularına kadar geniş bir spektruma sahip. Müze dahilindeki en eski çizim örneklerinden biri olan ve 1657-1743 yılları arasında Bologna Okulu öğrencileri tarafından çizilmiş detay eskizleri, Mies van der Rohe ve Frank O. Gehry’nin orijinal eskizleri ile aynı sergi mekanını paylaşıyor. Ziyaretçiler, mimarlığın son dört yüz yıllık serüvenini aynı oda içerisinde inceleyebilirken, bir mimar için önemli olan unsurların nasıl değiştiğini ve mimari üretim süreçlerinin hangi yönlerden farklılaştığına tanık olabiliyor.

Boris Iofan’ın “Sovyet Sarayı” (1937) tasarımı ya da Jakow Tschernicow’un “Güç Santrali” (1920-1930) çizimleri, ideolojinin mimari temsil üzerindeki dönüştürücü etkisini yansıtırken, Lebbeus Wood’un hayal ürünü çizimleri mimari potansiyelleri, Artur Skizhali-Veys’in Babil kulesi tasviri ise mimari çizimin tarihi yapıları hayal etmedeki rolünü ortaya koyuyor.

Mimari Çizim Müzesi binası da sahip olduğu fonksiyona uygun olarak tasarlanmış. Yapı, cephesine oyulmuş mimari çizimlere yer vererek, içerisinde yer alan sergiyi kent peyzajına taşıyor. Müze yapısı, içerisindeki eserlerin bir temsili gibi sergiye kabuk oluşturuyor. Sergisi ile tasarımı arasındaki bu iletişim, yapıya fonksiyonel bir şeffaflık kazandırıyor. Ancak yapı cephesinde tercih edilen kapalı kurgu, iç ve dış mekanlar arasındaki görsel bağı keserek, fonksiyonel şeffaflığa tezat oluşturuyor.

Fonksiyon ve geçirgenlik üzerinden kurulan bu tezatlık, yapının bileşenlerindeki tek tezatlık sayılmaz. Binanın “anlam” ile kurduğu ilişki de bazı tezatları bünyesinde barındırır. Neyse ki bahsettiğimiz tezatlıklar, Mimari Çizim Müzesi’nin de bir unsuru olduğu postmodern düşünce sistemi içerisinde sorun yaratmazlar. Mimari çizim, ait olduğu disiplin içerisinde bilgi transferinin gerçekleştirildiği medyumu oluşturur. Tıpkı yapının içerisinde sergilenen her bir eserin, gerek tarihsel olarak dönemlerinin bilgilerini bugüne taşıması, gerekse amaç edindikleri kişiye ya da kuruma inşası planlanan bina hakkında bilgi vermesi gibi. Ancak bu medyum Mimari Çizim Müzesi‘nde bir cephe elemanı olarak kullanılır. Bu seçim beraberinde bilgi alışverişi anlamında bir iletişim talebini de doğurur. Ancak cephedeki çizimler bu talebi karşılamaktan uzak estetik birer süslemedirler. Çünkü belirli bir mesaj verme kaygıları ve bunu oluşturacak anlamsal bir zemine sahip değillerdir. Yani yapının dili vardır ancak konuşamaz.

Victor Hugo’nun “Ceci tuera cela” (bu, onu öldürecek) olarak bahsettiği matbaanın, kilise duvarlarında ve vitraylarındaki bilgi aktarımının önüne geçeceği düşüncesi belki de bu analizde tekrar anlam kazanır. Zira Modernizmin -Adolf Loosun ağzından- süslemeyi suç sayan algısı ile yalınlaştırdığı mimari, anlam aktarımını süslemelerden, mekânsal kurguya bırakmıştı. Anlamın hiçleştiği ve içinin boşaldığı ancak aynı zamanda kabul gören kalıpların da yıkıldığı post postmodern çağda, Mimari Çizim Müzesi, hem geçmişin esteğini bağlamına bakmaksızın üzerine geçirir hem de çağdaş mimarinin mekânsal kurgularını takip eder. Çünkü yapı çevresindeki hiçbir yapıya benzememektedir ve biriciktir. Yapı kendisini şehir mekânında belli eder ve bunu kendisini oluşturan tarihsel durakların anlamlarını çiğneyerek yapar. Belki de dönemin mimarisini özel kılan şeylerden biri de budur ve Mimari Çizim Müzesi bunun güzel bir örneğidir.


Yorumunuzu bırakın