Kumru Yaren Cengiz | Ed. Seda İstifciel
Hakkı, 31. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda izlediğim bir film. Türkiye prömiyerini Altın Koza için yarışarak yapmış olan film dünya prömiyerini ise Yunanistan’ın Patmos adasında düzenlenen 13. Aegean Film Festivali’nde yaptı. Daha sonra Kanada’da gerçekleşen 2. Montreal Uluslararası Film Festivali’nde Onur Mansiyonu’na layık görüldü. 31. Oldenburg Uluslararası Film Festivali’nin ardından, Kuzey Amerika'nın önemli festivallerinden Vancouver Uluslararası Film Festivali 2024’ün Panorama bölümü seçkisinde yer alıyor.
Mülayim ve sevecen bir adam olan Hakkı, ailesiyle birlikte tarihi bir Ege köyünde yaşamaktadır. Yakınlardaki antik kentin önünde heykelcikler satarak ve yerel turlara rehberlik ederek geçimini sağlar. Bir gün bahçesinde tesadüfen bulduğu tarihi bir eseri bir araba fiyatına satan Hakkı, daha sonra eserin gerçek değerinin çok daha yüksek olduğunu öğrenir ve çok daha fazlasını bulmak ümidiyle hem kendisi hem de ailesi için bedeli ağır, karanlık bir yolculuğa çıkar.
Hakkı rolünde Bülent Emin Yarar göz doldururken filmin oyuncu kadrosu oyunculukta başarılarını ispat etmiş isimlerden oluşuyor. Hülya Gülşen Irmak, Özgür Emre Yıldırım, Cem Zeynel Kılıç, Duygu Gökhan gibi isimler oyuncu kadrosunda yer alıyor. Hikmet Kerem Özcan’ın ilk uzun metraj filmi olan Hakkı da bir çeşit modern Oidipus. Oidipus miti dediğimizde akıllara artık psikanalitik okumalarda da ilk olarak baktığımız Oidipus Sendromu olarak literatürde yer alan ve çokça da değindiğimiz sendrom gelse de burada bahsettiğimiz şey bu değil. Oidipus’un içine düştüğü kibir. Hybris.
Kumru Yaren Cengiz: Öncelikle seni biraz tanımak istiyorum.
Hikmet Kerem Özcan: Yönetmenim, senaristim. İzmirliyim. Mimar Sinan Sinema TV bölümü mezunuyum. Kısa film çektim, belgesel çektim, reklam sektöründe birçok proje çektim. Hakkı benim ilk uzun metrajlı filmim oldu. Ondan önce de birçok senaryom vardı. Bir şekilde Hakkı’yı hayata geçirdim.
Kumru Yaren Cengiz: O zaman biraz da önceki projelerini konuşalım.
Hikmet Kerem Özcan: Hepsinin detayını veremem çünkü çok fazla şey var. “Son Dizesiz Şiirler: Didem Madak” diye bir belgesel film çekmiştim; o, benim hayatımda çok anlamı olan bir projeydi. Onun dışında, şu an BluTv’de yayında olan “Rastlaşma” adlı bir kısa metraj filmim var. İnsan bugünden geriye bakınca eski işlerini çok başarılı bulmuyor tabii ki. Bunun dışında, sektörde çok fazla reklam filminde çalıştım ve reklam filmi çektim.
Yazmaya çok fazla ilgi duyuyorum. Bence bu, sinemanın benim için en heyecan verici tarafı, yani yazmakla ilgili olan kısım. Masanın başında bilgisayarın ekranına bakarken, o imlecin yanıp sönmesi hem tedirgin edici hem de heyecan verici oluyor. Çünkü o an, benim için birçok düşüncenin, hayalin ve yolculuğun ilk adımı gibi oluyor. Film çekme süreci çok hoşuma gidiyor; sanki bambaşka bir yolculuk.
İşin özü, hikayeler yaratmak ve hikayeler anlatmak; bu işi yapıyor olmamın temel sebebi zaten. Hikâye anlatmaya ve hikâye dinlemeye olan ilgimi çok erken yaşlarda fark ettiğim için şanslıyım. Okuma yazma bilmiyorken, resimler çizip onlara hikâyeler uyduruyor, babama diyaloglar yazdırıp anaokulu zamanlarında eve gelen insanlarla paylaşıyordum. Çocukluktan gelen onaylanma ve beğenilme duygusu, ardından sinemayla tanışma, sinema filmleri hastası ve bağımlısı olma süreci beni şu an tam buraya getirdi.
Kumru Yaren Cengiz: O zaman sinemacı olmak çocukluk hayalinmiş diyebilir miyiz?
Hikmet Kerem Özcan: Çocukken yazar ya da pilot olmak istiyordum. Sonra sinemada ikisini de bulabileceğimi keşfettim; pilot olmanın heyecanını ve yazar olmanın tüm özelliklerini sinemada buldum.
Çocukluk yıllarında babamla her hafta 2 filme gittiğimiz oluyordu, çünkü sinema evimize çok yakındı. O yaşta bir çocuğun izlemesi gereken filmler çocuk filmleri olmalıydı, ama o zamanlar regülasyonlar tam olmadığı ve babamı kandırabildiğim için her filmi izliyordum. Televizyonda film izlemeyi de çok seviyordum. Bir filmlere olan bu merak filmlerin nasıl yapıldığına da olmaya başlıyor. Lisede, torrentten kamera arkası videoları bulup indiriyor ve izliyordum. Kamera arkası videolarına karşı inanılmaz bir ilgim ve tutkum vardı; o işlerin nasıl yapıldığını aşırı merak ediyordum. Örneğin, “Matrix”in kamera arkasını bulmak için günlerce uğraşmış ve bulduktan sonra defalarca izlemiştim.
Kumru Yaren Cengiz: Okulla birlikte senin için işlerin ciddileşmeye başladığı bir dönem de başlıyor o zaman. Biraz konuştuk ama senin için önemli olan filmlerini biraz daha konuşalım Hakkı öncesindeki.
Hikmet Kerem Özcan: Şöyle açıklayayım, bu konu biraz karışık: kısa film zamanımda ben hiçbir zaman festival süreçlerini doğru takip edemedim. Onun yerine, “Bir film yapayım, sonra bir film daha yapayım,” diyerek 10 tane kısa metraj film çektim. Bunların çoğu ya aşırı düşük bütçeyle ya da bütçesiz, yani hiçbir bütçesi olmayan filmlerdi. İşin o tarafını seviyordum.
2016’da Adana Film Festivali’ne iki filmle başvurdum ve ikisi de seçkiye kaldı. “Rastlaşma” filmim okul mezuniyet filmiydi; mezuniyet için yapmıştım. Belki festivallere gönderirim diyerek o filmin bir versiyonunu daha çektim, birkaç yere gönderdim ve seçildi ama çok da üzerine düşmedim.
Kumru Yaren Cengiz: Aslında sadece sanatını yapıp kenara çekileyim gibi bir güdüme sahipsin o halde. Diğer kısımlarla hiç ilgilenmek istemiyorsun ama maalesef herkesin her şeye özellikle ülkemizde koşturması gerekiyor.
Hikmet Kerem Özcan: Belki de benim zanaat olarak kendimi geliştirmeme sebep oldu ama festival bağlantıları ve kendini bir yerde konumlandırmak ve görmek açısından da negatif olmuş olabilir.
Kumru Yaren Cengiz: Evet, çünkü bir şeyleri senin de yapman gerekiyor şu an bu sektör dediğimiz sektör olmaktan çok uzak yapıda. Biraz Hakkı’ya ve Hakkı’nın festival sürecine bakalım festivaller demişken. Adana’da izledik filmi. Prömiyerini uluslararası başka bir festivalde yapmıştı ama çoktan. Festival sürecini hem uluslararası hem ulusal hem geçmiş hem de gelecek kısımlarıyla birlikte biraz anlatır mısın?
Hikmet Kerem Özcan: Oldenburg Uluslarası Film Festivali’nde, Vancouver Uluslararası Film Festivali’nde Kanada'da gösterildi. Aegean Film Festival’inde gösterilmesi çok heyecanlı oldu. İlk defa bir Ege filmi olarak Yunanistan'da Yunan seyirciyle de buluştuk. Ben mesela ne tepki vereceklerini çok merak ediyordum ama birebir aynı tepkileri aldık. Adana'da, Ankara'da İzmir’de, Yunanistan’da, Kanada’da, Almanya'da filminizi farklı sinema toplumlarıyla paylaşınca onların tepkilerini bir şekilde ölçebiliyor ya da bir şeyler çıkarabiliyor oluyorsun. O duygu çok güzeldi. Bambaşka insanlar, bambaşka yerleri yakalıyorlar bazen benim göremediğim şeyler geliyor ve komple o insanlarla beraber filmi izlemekle ve aslında o insanların hepsiyle tanışmış gibi oluyorsun. Çünkü seni en çok anlatan şeyi insanlara sunmuş oluyorsunuz ve o karanlıkta filmi izlerken aslında ortak bir şey ya sinema bu yüzden de ben evrensel olduğunu düşünüyorum. Hikayelerin de her şeyin de evrensel olduğunu düşünüyorum.
Kumru Yaren Cengiz: İnsana dair her şey evrensellik taşıyor, evet. Peki bundan sonraki festivalde süreci nasıl gelişecek?
Hikmet Kerem Özcan: Adana’dan sonra Ankara oldu. Arada İzmir oldu. Şu sıralar devam edecek festival süreci. Keyifli gidiyor aslında istediğim gibi gidiyor.
Kumru Yaren Cengiz: Vizyon o kadar yakın değil öyleyse. Doğru mu?
Hikmet Kerem Özcan: Tam net bir şey söyleyemiyorum. Festival süreci de devam edecek bir sene.
Kumru Yaren Cengiz: Peki çekim süreçleri nasıldı, ne kadar sürdü? Teknik olarak nasıl sıkıntılar çektin? Nasıl geçti, nasıl hatırlıyorsunuz dönemi?
Hikmet Kerem Özcan: Şimdi bağımsız sinemada ilk uzun metraj film denince zaten yönetmenlerin cevapları birbirine çok benziyordur. Bir de dönemsel olarak kötü bir film çekme dönemiydi. 2022’nin Ekim ayında çektik. Herkesin, tüm ekiplerin dijital platformlara geçtiği, dijital platformların patlama yaptığı bir dönem vardı. Aynı zamanda fiyatlar sürekli 2 katına yükseliyordu. Bakanlıktan aldığım para döviz cinsinde yarıya düşmüştü. Öyle bir dönemde çektim yani. Çok kolaydı diyemeyeceğim, çok zordu diyerek böyle ajite etmek istemiyorum ama zordu. Benim kendi hayatımın projesel olarak en zor dönemiydi. Çekimleri dört hafta sürdü, üç hafta da hazırlık sürdü. Yedi haftalık bir çılgınlıktı. Süreci çok sancılı, eldeki tüm imkanları kullanarak, hayatınızda biriktirdiğiniz her şeyi orada masaya koyup yaptığınız bir iş oluyor. Çünkü aslında tüm ekip bir yandan arkadaşın. Bu arkadaşlık ilişkisiyle profesyonel ilişki farklı ama sonuçta inanıp gelmiş insanlar oradaki bir kişi bile oraya sadece bir iş için gelmedi o projeye inandığı için ya da bana inandığı için geldi.
Kumru Yaren Cengiz: Çok profesyonel oyuncularla çalıştığını söylemek mümkün. Bülent Emin Yarar “hoca” dediğimiz bir isim. Ekipteki oyuncuların çoğu oyunculuğunu bildiğimiz isimler. Oyuncu seçimlerini nasıl yaptın? Neye dikkat ettin?
Hikmet Kerem Özcan: Bülent Emin Yarar’ı özellikle Hakkı olarak düşünmemdeki sebep, projenin ana karaktere çok fazla yük bindiren, ana karakterin yeteneklerinin çok üst düzey olmasını gerektiren ve aynı zamanda karaktere, projeye inanmayı gerektiren bir senaryo olmasıydı. Çünkü Hakkı bir karakter filmiydi. Ana karakterle yürüyecek uzun bir yolculuk vardı. Hakkı’yı seçmek çok önemliydi. Zaten bütün karakterleri çok özenle seçtik ama Hakkı’nın hikayesini izliyoruz. Bütün film boyunca sadece Hakkı’yı görecektik. Benim başlangıçta yapmak istediğim şey buydu ve bunun için gerçekten doğru kişiyle çalışmak çok önemliydi.
Tüm bu koşulları ortaya koyduğunuzda, çember aslında o kadar daralıyor ki… Bülent Emin Yarar zaten ilk düşündüğüm isimlerden biriydi. Senaryoyu yazarken isim düşünmüyorum, bu yüzden onu o zaman aklıma getirmemiştim. Senaryo bittikten sonra “Hakkı’yı kim oynayacak?” sorusu aklıma geldi ve o anda Bülent Emin Yarar’ın uygun olduğunu düşünmeye başladım.
Bahsettiğim “Son Dizesiz Şiirler”de Bülent ile çalışmıştık. Yarım saatlik bir çekim yapmıştık, belgeselimde o da vardı. Aslında bu, bir günlük bir set deneyimiydi, hatta yarım günlüktü. Bir arkadaşım vasıtasıyla “Böyle bir senaryo var” diyerek tekrar iletişime geçtik ve süreç kendiliğinden gelişti.
Bana birkaç defa “Nasıl ikna ettin?” gibi sorular soruldu. Aslında o noktadan sonra senaryoyu okudu ve Bülent, Hakkı olmak istedi. Aslında bu, bir oyuncuyu cezbeden bir roldü. Zaten bir oyuncuyu oynamak istemediği bir karaktere ikna etmek çok mümkün değil.
Daha sonra hep teknik şeyleri konuştuk. O, “Bu senaryo güzel, ben bunu oynamak istiyorum ama seni tanımak istiyorum” gibi bir talepte bulundu. Yolculuğun nasıl olacağını, nerelere gideceğimizi, neler yapacağımızı öğrenmek istedi ve sanırım ben de mantıklı ve tatmin edici cevaplar verdim ki beraber bu yola çıktık.
Ve inanılmaz rahat bir deneyimdi. Eşit ilişki yürütebilen, çok samimi bir insan ve onunla yol arkadaşlığı yapmak çok keyifliydi. Hiçbir zaman kaprisi olmayan, samimiyetle ve filmin gerekliliklerine göre araştırma yapan, sorun varsa onu çözmeye odaklanan, müthiş yardımcı ve destekçi bir oyuncu.
Kumru Yaren Cengiz: Hakkı’nın hikayesinden bahsedelim biraz da. Öncelikle ben Antik Yunan’ın kibir motifi üzerinden okumuştum Hakkı’yı izler izlemez. Oidipus genelde başka sebeplerle akla gelse de kendi sonunu gözü kara bir şekilde kibriyle getiren bir karakter. Hakkı da bu yüzden modern Oidipus’tu benim için. Bir yazı da yazmıştım hatta. Sen Hakkı’yı nasıl konumlandırdın ve hikayeyi nerden ürettin?
Hikmet Kerem Özcan: Oidipus benzetmesi, evet, olabilir. Kibir kavramını biraz anlatmak istedim çünkü senaryonun çıkış noktası şuydu: İnsanın her şeyi değiştirebilecek sihirli bir şey arayışı, yani hayatın böyle değiştirilmesine duyduğu inanç. Bu inanç bir anlamda bizi yaşatan şey. Hepimiz değişim isteği ve değişime tutkuyla bağlanma saplantısı içerisindeyiz; bu da aslında insanı insan yapan ve çoğu zaman iyi bir şey. Ancak bu tutku, farklı bir şekilde, belki daha kötücül bir şekilde ele alındığında bambaşka sonuçlar doğurabiliyor. Burada aslında hikâyenin sadece didaktik bir şey anlatması değil, o konuyla ilgili sorgulama yaptırması mevzu bahis.
“Keşke ailesi onu terk etmeseydi de ona çıkartırken destek olsaydı ve final kısmına olumlu ya da olumsuz beraber ulaşsalardı” gibi yorumlar da duydum. Mesela, Hakkı’nın aslında iyi ya da kötü bir şeyi değiştirmek için harekete geçtiğini ve bu hareketin sonucuna katlansa da onu temelde mutlu ettiğini düşünenler oldu.
Ama bir yandan da en sonunda Hakkı’yı tek başına o finale yaşamaya iten şey onun tutkusuydu. Aslında, çevresindeki insanları uzaklaştıran şeyle aynı duygudan kaynaklanıyor bu. Hakkı, çevresindeki insanları böyle uzaklaştırıyor olmasa, o hırsla da kazamayacak biri. Çünkü en başta bu yolculuğa çıkarken böyle bir dürtüsü yoktu. Hakkı kendi halinde, mutlu, hırssız; mesela satış yaptığı tezgâhın başında uyuyakalan biri. Filmin sonlarına doğru ise o kadar kararlı ve hedefe odaklanmış bir hale geliyor ki bu onun dönüşümü.
Filmin katmanlı bir yapısı olduğunu düşünüyorum. Mesela çok basit çıkarımlar yapan yorumlar da var, çok derinlemesine analizler yapanlar da. Bu alanı yaratabilmek bana daha önemli geliyor.
Kumru Yaren Cengiz: Evet, bir filmin tartışma alanı yaratması ya da farklı anlamlar üretebilmesi çok değerli gerçekten de. Benim tüm sorularım bu kadardı. Çok teşekkür ederim. Eklemek istediğin bir şey var mı son olarak?
Hikmet Kerem Özcan: Sanırım her şeyi söyledim. Ben çok teşekkür ederim bu güzel sohbet için.