Kumru Yaren Cengiz | Ed. Seda İstifciel
Gülçin Kaya Rocheman’la "Hasarsız Satılık Beden" isimli kitabının izinde, hayatın ritmini ve edebiyatın dönüştürücü gücünü konuştuk. Keyifli okumalar dileriz.
Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?
Merhaba, ben Gülçin Kaya Rocheman. Almanya doğumluyum. Türkiye’de, Denizli’de büyüdüm ancak uzun süredir Fransa’da yaşıyorum. Denizli Anadolu Lisesi mezunuyum. Galatasaray Üniversitesi, Hukuk fakültesinden mezun olduktan sonra bir süre avukatlık yaptım. Hukuk yüksek lisansı için gittiğim Paris’e yerleştikten sonra meslek değiştirerek dil alanına geçtim. Türk dili lisansı ile çeviri alanında yüksek lisans yaptım. Yabancılar için Türkçe öğretiminin yanı sıra Fransız İltica Kurumu ile İltica Mahkemesi’nde uzun süre sözlü çeviri yaptım. Halen Paris’te Doğu Dilleri Üniversitesi İNALCO’da öğretim görevlisi olarak çalışıyorum ve yazılı ve sözlü çeviri yapıyorum. Yakın zamanda doktoraya başladım.
Lisenin sonundan itibaren Türkiye’de ve Fransa’da uzun süre tiyatro yaptım. Birçok oyunda oyuncu, yönetmen yardımcısı, reji asistanı olarak görev aldım. İstanbul’da yaşarken yazıp yönettiğim ve Öteki Hayatlar tiyatro grubuyla sahneye koyduğum Çoksesli Yalnızlık adında bir kısa oyunum var.
Ayrıca, Edward Bond’un Kırmızı, Siyah ve Cahil adlı oyununu Türkçeye çevirdim. Sahnelediğimiz pek çok tiyatro için üst yazı çevirisi ekiplerinde bulundum. Ek olarak Simone de Beauvoir’ın Müphemlik Ahlakı Üzerine adlı eseri başta olmak üzere, ikisi yayımlanmış üç kitap çevirim bulunuyor.
Çocukluğumdan beri okumayı ve yazmayı hep sevdim. Ancak yazdıklarımı yayımlatmayı hiç düşünmemiştim. Pandemi sebebiyle hayat yavaşlayıp düşünmeye vakit bulunca yazdıklarımı okurlarla paylaşma kararı aldım diyebilirim. Evliyim ve bir çocuğum var.
Kitabınızın adı oldukça çarpıcı. “Hasarsız” olma hali sizin için ne ifade ediyor?
“Hasarsız” ifadesini araba ilanlarındaki gibi dıştan görünür bir arızası, çarpığı olmama hali anlamında kullandım. Ancak iç aksamdaki kusurlar, işlev bozuklukları ancak öyküler okununca anlaşılıyor. Pek çoğumuz böyleyiz aslında. Dışarıdan bakınca gayet iyi görünen çoğumuzun aslında içinde ne zorlukları olduğunun bir ifadesi.
Bu kitap yazarlık yolculuğunuzda bir kırılma noktası mı, yoksa uzun süredir içinizde taşıdığınız bir şeyin dışavurumu mu?
Değişik açılardan ikisi de söylenebilir. Ben oldum olası yazmayı sevmişimdir. Küçüklüğümden beri şiirler, öyküler, günlükler yazarım. Bu kitaptaki öyküler de bir oturuşta kitap olsun diye yazılmış öyküler değil zaten. Benim yıllar içinde yazdığım pek çok öykü arasından ortak bir teması olması sebebiyle seçip yayınevine sunduklarım. Bu bakımdan uzun süredir içimde taşıdıklarım diyebilirim. Öte yandan, bunları okurlarla paylaşma, sandıklardan gün yüzüne çıkarma fikri sonradan ve birdenbire ortaya çıktığı için bu bakımdan bir kırılma noktasından bahsetmek mümkün. Artık yazdıklarıma yayımlanabilecek metinler gözüyle bakıyorum.
Anlatıcı, bedeniyle olan ilişkisini zaman zaman hem utanç hem sahiplenme üzerinden kuruyor. Bu ikili duygu hali sizin kişisel hikâyenizle nasıl kesişiyor?
Bu iki duygu, ben de dahil, günümüz kadınlarının çoğunun gitgeller yaşayarak büyüdüğü iki uç nokta aslında. Türkiye’de ve daha pek çok Doğu toplumunda büyümüş kadınlarda bedenden utanç duyma, bedenini fazlaca yargılama eğilimi daha bariz görülüyor. Ancak bedenini sahiplenme, o öğretilen utanca karşı çıkma yeni yeni edinilen bir bilinç; hatta eğitim seviyesi ve sosyo-kültürel seviyeyle orantılı olarak artıyor. Gönül ister ki toplumun her seviyesine bir an önce yayılsın. Şahsen ben böyle bir tabana yayılmayı kendi hayatımdan otuz yıllık bir süreçte gözlemleyebiliyorum. Şunu da belirtmek isterim ki Doğu toplumlarının altını çizmem, böylesi bir utandırmanın Batı toplumlarında var olmamasından değil kesinlikle. Sadece Batı’da aynı bilinçlenme süreci birkaç on yıl önden gittiğinden arada bir fark var. Ama mücadele hiçbir yerde tam olarak kazanılmış değil ve edinimlerin yitirilmesi riski her yerde her zaman var.
Benim kişisel deneyimim de bu toplumsal bilinçlenmeyle paralel gelişti elbet. Giyimimize, oturup kalkmamıza, gülmemize hatta bisiklet binmemize kadar her şeye cık cık yapılan bir ortamda büyümenin bedene bıraktığı bir utançtan büzülme hissini çok net hatırlıyorum.
Annenin ve kadın kuşaklarının beden algısı üzerindeki etkisi kitap boyunca hissettiriliyor. “Kimin bedeninde kimin suçu taşınıyor?” diye sormak isterim: Bu anlatıda nesiller arası travma sizin için nasıl bir yere oturuyor?
Kadın bedenine atfedilen Adem’i baştan çıkarma suçu, bütün kadınların nesiller boyu omuzlarında taşıdığı bir suç halinde. Kadının kusurlu ve eksik olduğu inancı öyle eski, öyle kökleşmiş bir inanç ki kadınlar da nesiller boyu bunu kanıksamış. Sorgulayan yeni neslin “başını ezmek”, belki kendi sahip olamadığı özgürlüğü onlardan kıskanmakla da karışan bir düzeni sürdürme aracı oluyor. Kuşak aşkın travma özelinde her ailede özgün örnekler vardır ancak tüm insanlığın kuşak aşkın travması bu.
“İyileşmek” fikri kitapta çok doğrudan söylenmese de sürekli bir iz olarak dolaşıyor. Sizin için bu kitap bir tür iyileşme pratiği oldu mu, yoksa tam tersi, eski yaraları açma cesareti mi?
Bilirsiniz, yazmak iyileştirir denir. Benim için de mutlaka bir iyileşme pratiği olmuştur. Ancak eski yara açma gibi bir yönü yok. Şu öykü şu yaranın merhemi oldu da denemez, ancak yazdıklarım arasında bunca öykünün ortak bir kadınlık, annelik ve anne-kız ilişkisi teması etrafında olduğunu ben de şaşkınlıkla fark ettim. Demek ki bu konuda iki kelam etme isteğini sıkça hissetmişim. Demek ki bu konu benim içimde dönüp dolaşan bir konuymuş diyebiliriz.
Kitap boyunca mekânlar sürekli değişiyor ama bedenin taşıdığı yük hep aynı kalıyor. Sizce insan, gerçekten bir yer değiştirerek yüklerinden uzaklaşabilir mi?
Nereye gidersen kendini de götürürsün. Mekân değiştirerek ancak dikkatin yeni çevreye yönelmesinden ve kişinin oraya alışmaya çalışmasından doğan geçici bir rahatlama hissi söz konusu olabilir. Ancak, yukarıda bahsettiğim toplumun kadın bedenine bakışının ciddi biçimde fark yarattığı bir yere gidildiğinde hissedilecek bir hafifleme, rahatlama olacağını da unutmamak gerek. Böyle bir durumda bile büyüdüğümüz yerin içimize işlenen kodları tamamen değişmeyecektir. Nerede olursak olalım, önemli olanın içimize dönüp oraya çekidüzen vererek rahatlama sağlayabilmek olduğunu düşünüyorum. Bunun pek çok yolu vardır elbet. Bence yazmak da bunu yapmanın yöntemlerinden biri.
Geride bıraktığınız meslekler ya da deneyimler bugünkü sizi nasıl şekillendirdi?
Hayatımdaki ülke ve meslek değişikliklerinin bana farklı bakış açıları, farklı düşünme becerileri kazandırdığını düşünüyorum. Örneğin, iki toplumda ayıp sayılan şeylerin aynı olmaması bu kavramların zaman ve mekâna göre değiştiğini fark edip daha hoşgörülü olmamızı sağlıyor. Bir mesleğin iş yaparken kullandığı klasik bir yöntem, diğerinde çok yenilikçi olabilir. Kişisel deneyimimden şu örneği verebilirim: Hukuktan öğrendiğim, hukuki olmayan konuları tartışmadan çıkararak konunun özüne yönelme, diğerlerinin argümanlarını dinleyip ona göre cevap verme yazılı ve sözlü anlatım derslerimde öğrencilerime ısrarla öğrettiğim araçlar oldu.
Türkiye’de kadın yazar olmak ile yurt dışında üretmek arasında sizin için nasıl farklar var?
Türkiye’de kadın yazar olalı sadece bir hafta oldu :) Nasıl bir şeymiş göreceğim. Yurt dışında üretmeye göre daha çok sansürle karşılaşma ihtimalini tahmin etmek için kişisel tecrübeye gerek yok elbet. Bu ülkede çevirmenlerin bile çevirdiği kitapların içeriğinden dolayı suçlandıklarına tanık olduk. Aynı kadere uğramamak için çevirmen ve yayınevlerinin otosansüre başvurmaları da nadir değil. Ancak şimdiye dek yazdıklarım daha ziyade insanın iç dünyasını ve insan ilişkilerini konu aldığı için tehlikeli sularda yüzdüğüm söylenemez. Yurt dışında üretiyor olsam da kendi köşemde ve Türkçe ürettiğim için benim üretimim yine doğrudan Türkiye’ye yönelik olmaya devam edecek. Ancak tabii ki yazım yurt dışındaki gözlemlerimden, oranın edebiyatından okuduklarımdan da doğal olarak besleniyordur. İki ülkeli olmanın bir diğer sonucu olarak da kitabımın çevirisinin olması benim için oldukça önemli. En yakın zamanda yazdıklarımı Türkçe bilmeyen çevremle de paylaşmak arzusundayım.
Şu sıralar zihninizi en çok meşgul eden konu nedir, yeni bir şeyler yazıyor musunuz?
Son zamanlarda zihnimi en çok meşgul eden konu eğitim, çevirmenlik ve yazarlık faaliyetlerimi nasıl dengeleyebileceğim sorusu. Üçü de çok zaman ve enerji alan, konsantrasyon gerektiren alanlar olduğundan hassas bir denge ve planlı çalışma gerektiriyor.
Evet, uzun süredir üzerinde çalıştığım bir roman var. Büyük kısmı hazır, bir an önce tamamlamak istiyorum. Ancak yukarıda bahsettiğim zaman yönetimi kısmı sadece romana yoğunlaşmama imkân bırakmıyor. Ayrıca, bu kitaptaki öyküleri seçerken teması farklı olduğu için dışarıda bıraktığım diğer öykülerimi de derleme projem var. Daha uzun vadede, yayınlanmamış bir öykümü roman olarak yazma projem de var.
Yazma rutininiz var mı? İlham mı beklersiniz, disiplinle mi çalışırsınız?
Maalesef yazma rutinim yok. Oluşturmaya çalışıyorum. Üniversitedeki görevim ve çevirmenlik işleri sebebiyle ancak bunlardan kalan zamanlarda, özellikle tatil dönemlerinde ve gece yazmaya vakit ayırabiliyorum. İlham geldiğinde nerede olursam olayım fikirleri, ahenkli bulduğum cümleleri not alırım. Vakit bulunca da üzerinde çalışıp geliştiririm.
Karakterlerinizi yaratırken nelere dikkat ediyorsunuz? Onlara hayat vermek nasıl bir süreç sizin için?
Karakterleri yaratırken yazıya yansımasa da ona bir geçmiş, bir sosyal kimlik yaratıyorum. Duygu dünyasını oluşturuyorum. Tiyatroda bir oyunu sahneye koymadan önce yaptığımız karakterizasyon çalışması gibi.
Sizce iyi bir hikâyeyi “iyi” yapan şey nedir? Kurgu mu, dil mi, duygu mu?
Ben dil ve duygunun hikâyenin iki ayağı olduğunu düşünüyorum. Kurgu benim için sonradan geliyor. Bazen sadece bir kelime oyunundan esinlenip o cümleyi söyletecek duyguyu buluyorum. En son da bu karakter nerede, ne olmuş, bundan sonra ne olacak sorularıyla kurgu geliyor.
Yazarken kendinizle mi konuşuyorsunuz yoksa okurla mı?
Daha çok kendimle konuşuyorum sanırım. Karakteri kendiyle konuşturmak da sıkça kullandığım bir yöntem. Amacım okuru da kendiyle konuşmaya cesaretlendirmek.
Hangi türlerde okumayı seviyorsunuz? Yazdıklarınızla örtüşüyor mu?
Özellikle roman ve öykü türlerinde okumayı seviyorum. Dolayısıyla evet, yazdıklarımla örtüşüyor. Farklı dönemlerden ve farklı ülkelerin edebiyatlarından örnekler okumaya çalışıyorum. Bunun insanın ufkunu açtığını düşünüyorum. Sosyoloji ve psikoloji alanlarındaki kitaplara da meraklıyım.
Sizi en çok etkileyen yazarlar kimler? Kimleri tekrar tekrar okursunuz?
Adalet Ağaoğlu ve Sevgi Soysal'ın eserlerini okuduğumda hep çok etkilenirim. Sait Faik'in öyküleri ile Özdemir Asaf'ın şiirlerini tekrar tekrar okurum. Astsubay Marcos'un Asi Masallar (les Contes rebelles) kitabının Fransızcasını her okuduğumda nedense birden ilham perileri başıma toplanır, notlar almaya başlarım. Sanırım kitabın duygusundan kaynaklanıyor. Ayfer Tunç'un tatlı dilli birinden sohbet gibi akıcı anlatımını çok keyifli buluyorum. Son zamanlarda keşfettiğim Feyyaz Kayacan'ın Sığınak Hikâyeleri de öyle yoğun ki dönüp dönüp baştan okuma gereği duydum. Son yıllarda keşfedip çok büyük bir zevkle okuduğum bir diğer yazar ise Nermin Yıldırım. Akıcılığı, sürprizleri ve kelime dağarcığı ile çok etkileyici bulduğum bir tarzı var.
Kitabınızı okuyan birinin, sayfaları kapattığında neyin onunla kalmasını isterdiniz?
Yazdıklarımın okurları sorgulamalara itmesini isterim. Her insanın içinde, dışa vurulmayan ne çok fırtınalar koptuğunun farkına varılmasına vesile olmasını isterim. Bu tür bir farkındalığın empati doğurarak insan ilişkilerini kolaylaştırdığını, yumuşattığını düşündüğümden yazdıklarımın da ötekini anlamaya vesile olmasını isterim.