Hakkı Yüksel | Ed. Murat Kadaş
İBB Şehir Tiyatroları'nda sergilenen oyunlara karşı, önceki seyir deneyimlerimden dolayı nahoş bir önyargım vardır. Ancak Suat Derviş tarafından roman olarak yayımlanan ve sonrasında farklı uyarlamalarla seyircisiyle buluşan Fosforlu Cevriye’nin Yelda Baskın yönetmenliğindeki son uyarlaması, Dârülbedâyi koltuklarının üzerine fosforlu yıldızlar yağdırmayı başarmış.
Ne demektir “fosforlu”? TDK bu kelimeyi “alımlı, göz alan, parlak.” olarak tanımlamış. Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesinin ağır perdesi aralanmaya başladığında Fosforlu Cevriye müzikali, alımlayıcısının gözünü almak için ilk andan itibaren fosforları çakmaya başlıyor. Peki “göz almak” ne demektir? Sözlükte bu deyim için iki farklı anlam var:
Güzelliğiyle gözleri üzerine çeken:
Perde açıldığında seyirci, orkestra çukurunun önünde sahneyi kaplayan, çok amaçlı, hareketli, muazzam bir dekorla karşı karşıya kalıyor. Anne babasını tanımadığı için gökteki yıldızlardan doğduğuna inanan, İstanbul’un izbe mahallelerinde hayat kadınlığı yaparak geçinmeye çalışan Fosforlu Cevriye’nin hayatının geçtiği mekânlar -Galata eşrafıyla buluştuğu Rum meyhane, yaşadığı pansiyon, âşık olduğu “kanun kaçağı” adamla karşılaştıkları kayık, adamın evi, karakol- Barış Dinçel’in tasarladığı dekora başarılı bir biçimde nakşedilmiş. Tasarım, ince işçiliğiyle izleyeni etkilerken işlevselliğiyle de göz dolduruyor. Dekor, oyuncuların Maral Ceranoğlu tarafından hazırlanan koreografilerine de bir müzikal ögesi olarak yardımcı ve eşlikçi bir alanda konumlanıyor.
Türk edebiyatının başarılı kadın yazarlarından Suat Derviş’in kaleminden süzülen romanın lineer olmayan, kesintili ve atlamalı zaman akışı, Gülriz Sururi uyarlamasında tiyatro formu içinde korunamamış. Romanın kelimelerle ördüğü anlam tiyatro tekstinde görünürlüğünü yitirirken 2022’de oyunun yeniden ele alınışında sahne dilinin olanakları bu korunamamış olan formu yeniden parlatıyor. Hayatında farklı mekânlar arasında koşup duran Cevriye’yi, sahnede dönen dekor içinde izlerken döngüsel zaman modelini göremesek de hissedebiliyoruz.
Oyunun hikâyesi içinde Cevriye, ona kimsenin davranmadığı gibi davranan idam mahkûmu bir adamla karşılaştığında kara sevdaya tutulur ve hayata dair inandığı değerleri yeniden sorgulamaya başlar. Gökhan Akdemur’un dramaturgisinden geçen oyun, seyircileri “izleyen”den çok “tanık olmaya” çağırıyor. Bu amaçla da Brechtyen üslup, sahnelemenin büyük bir bölümünde ağırlığını hissettiriyor. Oğuzhan Balcı tarafından yapılan besteler, oyunu küçük epizotlara ayırıyor. Oyuncular, çoğunlukla dördüncü duvarı yıkarak seyirciyle doğrudan temas kuruyor. Klasik İtalyan çerçeve sahnenin sınırları ihlal edilerek zaman zaman seyirci koltukları da oyun uzamına dahil ediliyor. Oyuncuların planlı bir şekilde yaptıklarını düşündüğüm rolden çıkma anları da yabancılaşmayı kuvvetlendirerek oyunu daha düşünsel bir boyuta çekmek için çabalıyor.
Galata civarındaki seks işçilerinin hayatla mücadelesini anlatan oyun sırasında oyuncular, sahnede rollerini gerekli jest ve mimiklerle, uygun gestuslarla icra ediyor. Ödenekli tiyatroların kurumsal yapısı ve çoğunlukla bu yapıdan mütevellit edindiği törpüleyici tavrı bu kez işlememiş. Oyunun kendinden taviz vermeyen bu cüretli mizansenleri, şehir tiyatrolarındaki olumlu yapısal değişimlere de işaret etmekte.
Kemal Yiğitcan’ın ışık tasarımı oyunun söz etmeye değer ögelerinden. Işık, oyunun asli unsurlarından biri. Salonun tepesindeki disko topunun yansımalarıyla yaratılan “yıldız yağmuru” seyirciyi de içine alan bir sahneleme düzeni oluşturuyor. Görsel açıdan etkileyici bu ışıklandırma, oyunun ana tohumunu da besleyen bir gösterge niteliğinde.
Cevriye’yi canlandıran Irmak Örnek başta olmak üzere tüm oyuncular, müzikal boyunca gerek oyunculuklarıyla gerek danslarıyla gerekse güzel sesleriyle söyledikleri şarkılarla göz dolduruyor. Şehir Tiyatrolarında görmeye alışık olduğumuz parlatılıp öne çıkartılan tek bir oyuncu yerine her oyuncunun eşit olarak kendini gösterebildiği başarılı bir oyuncu rejisi yapılmış. Özellikle Binnur Şerbetçioğlu ve Yağmur Damcıoğlu seyirciden olumlu reaksiyonlar alıyorlar. Güllü karakteriyle Yağmur Damcıoğlu’nun oyuna kattığı mizah, oyunun ritmini değiştiren ve dinamikleştiren bir unsur oluyor.
Göz kamaştıran, gözü rahatsız eden:
Dekoruyla, rejisiyle, layık görüldüğü ödüllerle rüştünü ispatlayan Fosforlu Cevriye, üç buçuk saate yakın bir süreyle iki perde halinde sahneleniyor. Modern hayatın değişen koşulları, sosyal medya alışkanlıkları ve pandemi deneyimiyle odaklanma alışkanlıkları değişen seyirci kitlesi, oyunun yeniden ele alınışında belki daha çok düşünülmeliydi. Çünkü bir müzikal olmasına, keyifli şarkılarına, dikkat çeken koreografilerine, dozunda mizahına rağmen bu süre seyircinin tahammülünü zorluyor.
Oyunun iki saatlik ilk perdesinden sonra verilen arada, fuayede kulak kabarttığım seyirci yorumları beni biraz düşündürdü. Üzerine kafa yorulmuş bir reji, dramaturgi ve oyunculuklara rağmen seyircilerin oyunu bir melodram gibi ele aldığı fark ediliyor. Fosforlu Cevriye hikâyesinin Yeşilçam tarafından sömürülmesi bu düşüncenin temel sebeplerinden biri olmalı. Ancak yine de oyunun katmanlı yapısı, politik duruşu, art öyküleri belki biraz daha vurgulanabilirdi.
Başkasıyla karşılaşmanın başkalaşmak ve kendini bulmak olduğunu anlatan Fosforlu Cevriye, başkasına tahammül edemediğimiz şu günlerde fosforlu yıldızlarla yıkanan şehir tiyatrolarının koltuklarında keyifle izlenmeli.