21 Mart 2024 Perşembe

Gerçekliğin Düşüşü

Hakkı Yüksel  |  Ed. Seda İstifciel

     “Ne Olduğun Değil, Ne Gösterdiğin Önemlidir!” 


Şu sıralar vizyonda olan, senaryosu ve yönetmenliği Justine Triet’e ait, Altın Palmiye ve Altın Küre’de en iyi senaryo başta olmak üzere çeşitli ödüller kazanmış Bir Düşüşün Anatomisi adlı filmi 2023 İstanbul Filmekimi Festivali’nde izleme şansı yakalamıştım. Hakkında herhangi bir şey okumadığım, konusu hakkında da pek bilgi edinmediğim filmin başlamasını beklerken vakit geçirmek niyetiyle bir kitapçıya girmiştim. Kitapçının “bestseller” bölümünde gözüme ilişen, her anlamda klişe olduğu belli bir kişisel gelişim kitabının sayfalarını karıştırırken büyük harflerle yazılmış ve kitabın ilk sayfasını tamamen kaplayan şu yazıyla karşılaşmıştım: “Ne olduğun değil, ne gösterdiğin önemlidir!” Kitabın büyük ve önemli bir mottoymuşçasına okuyucusuna sunduğu bu cümle film boyu kulaklarımda yankılandı durdu.

Sosyal medyanın tüm hayatımıza hâkim olduğu, takipçi sayısının bir güç olarak kullanıldığı devirde bu cümleyi sanırım küçümseyip yok sayamayız. Günümüzde insanların ederi, sosyal medya profillerindeki görünürlükleri ve gösterdikleri kadar değil mi sahiden? Kitaptaki cümlenin doğru olduğunu kabul edersek de karşımıza başka bir problem çıkıyor: Gerçek nedir? Gösterdiklerimizle karşımızdakini manipüle etme olasılığımız hayli yüksek. O hâlde gerçeği eğip bükmek elimizde. Bu kaçınılmaz paradoks bizi günümüzde yüksek bir geçerlilik kazanmış olan post-truth evreninin içine itiyor. İçine itildiğimiz evrende ayakta kalmak için de gerçek ile aramızdaki ilişkiyi yeniden düzenlemek mecburiyetindeyiz.


Bir Düşüşün Anatomisi filmi temelde bir “gerçek” tartışması üzerinden yukarıda bahsettiğim paradoksu meta-kurmaca bir düzlemde tartışmaya açıyor. Film, Fransız Alpleri’nde bir kulübede, kocası Samuel (Samuel Theis) ve görme engelli oğlu Daniel’la (Milo Machado Graner) izole bir yaşam süren Alman yazar Sandra’yı (Sandra Hüller) merkeze alıyor. 

Filmde Samuel yüksekten düşerek ölür; fakat soruşturma sonucunda ölüm nedeninin intihar mı, kaza mı olduğu kesinleşmeyince Sandra cinayet suçlamasıyla tutuklanır. Samuel’in ölümünün sorgulandığı mahkeme süreci, çiftin çalkantılı ilişkilerinin de derinine inen rahatsız edici ve tatsız bir psikolojik yolculuğa dönüşür. Filmin görünen bu olay örgüsünde Sandra yalnızca gerçekleri anlatır. Üstelik üç kere öteki olduğu bir toplumsal düzenin içinde: Bulunduğu ülkenin dilini bilmemektedir, biseksüeldir ve kadındır. Savcı bu üç aygıtı da jürinin önünde ustaca kullanarak Sandra’yı sürekli baskı altında tutar ve suçlanan Sandra’nın üzerine gider. Gerçeklikten ayrılmamak teoride Sandra’nın işini kolaylaştıracak gibi görünse de bu tercih her şeyi onun aleyhine çevirir ve iyice köşeye sıkışır. Kuru gerçeklik öylesine katı ve öylesine düzensizdir ki bir nevi jüri olan biz izleyicilerin de kafası karışır ve filmin kurgusuyla manipüle olan seyirci de Sandra’ya karşı şüphe duymaya başlar. Bu davada gerçek, “olan” değil “görünen”dir. Ve her şey gün gibi ortadadır. Sandra’nın avukatı ve arkadaşı Maitre (Swann Arlaud), Sandra’ya gerçeğin bazen bükülmesi gerektiğini öğütler. Ancak dürüst Sandra, hakikati anlatmaya devam edecektir. Zaten hukuk, gerçeğin peşinde değil midir?

Bir “Poetika”nın Anatomisi

Ödüllerle taçlanmış başarısını iyi oyunculuklara ve çok katmanlı senaryo yapısına borçlu olduğunu düşündüğüm Bir Düşüşün Anatomisi filminin beni etkileyen yanı meta-kurmaca düzlemde kurmaya çalıştığı tartışma alanıdır. Film üzerine yazılmış yazılarda genelde ıskalanan bir konu olduğunu düşündüğüm bu düzlem, gerçeklik ve kurmaca zıtlığı üzerinden mühim bir meseleye parmak basıyor.

Filmin ana karakteri Sandra başarılı bir yazardır. Açılış sahnesinde, son kitabı üzerine Sandra’nın bir gazeteciyle yaptığı röportajı izleriz. Röportaj, çatı katında çalışan Sandra’nın eşi Samuel’in kasti olarak çok yüksek sesle dinlediği şarkı ile engellenmeye çalışılır. Çünkü Samuel de yazardır; ama eşi kadar başarıya ulaşamamıştır. Görme engelli çocuğuyla ilgilendiği için de uzun zamandır yazma işine ara vermiştir. İçten içe eşini kıskanmaktadır. 

 Karakterleri yazar olan bir film, daha en baştan alımlayıcısına bir meta-kurmaca düzlemi açtığını ilan eder. Bu sebeple tüm filmi açılış sahnesinden itibaren bu gözle seyrettim. Kendi de kurmaca bir yazı ürünü olan film, kendi üzerine bir şeyler söyleyebilme derdindedir. Bunu da işlediği ana temayı besleyen bir noktadan yapmaktadır. Senaryodaki başarının sebebi de zaten budur. Bahsettiğim meta-kurmaca düzlemi irdelemeye ve filmdeki bu düzlemin filmin tohumuna temas eden bağlantı noktalarına değinmeye çalışacağım. 

Sandra da eşi de bir roman yazarıdır. İnsanlar neden roman okur, roman gibi kurmaca metinlere neden ihtiyaç duyar? Prof. Dr. Beliz Güçbilmez, Anne Ben Düştüm mü? adlı kitabında “Kurmacalara neden muhtacız?” sorusunun cevabını güçlü argümanlarla aramaya çalışmaktadır. Güçbilmez, gerçekliğin ulaşabilirliğini felsefi açıdan tartışmakta ve gerçeğe ulaşmak konusundaki engellerden dem vurmaktadır. Güçbilmez’e göre artık tartışmasız bir hakikat belgesi yoktur. Görünür olanı birebir yansıtan fotoğrafın bile artık grafik tasarım programlarıyla iz bırakmadan değiştirilebileceğinden hakikatinin tartışılabilirliğine dikkat çekmektedir. Yazara göre gerçek, gündeliğin içinde bulunamaz. 

 “Gerçek, ‘olan’ değil ‘üretilen’dir: dille, yazıyla, ifadeyle, düşünceyle imgeyle. Öyleyse dili, düşünceyi ve imgeyi bir araya getiren ve kendini bunlardan kuran, gerçeklik iddiasından geri çekilmiş kurmacalar pekâlâ aradığımız hakikatin adresi olabilir.” (Anne Ben Düştüm mü, s.33) 

 Yaşamın gerçekliği ile kurmaca metinlerin gerçek dışılığını bir teraziye koysak rasyonel akıl yaşamın gerçekliğinin ağır basacağını söyler. Oysa yanılır. Çünkü kurmaca metinlerdeki gerçek dışılık bir sebepten ötürü yaşamın gerçekliğinin önünden gider. Yaşam dağınıktır, düzensizdir, rastgeledir ve öngörülemezdir. Kurmaca metinlerdeyse her şey belli bir nedenselliğe dayanmak zorundadır. Bu sebeple aklın kavrayabileceği bir gerçekliği yaşamda değil, kurmaca metinlerde buluruz. Jaques Ranciere, Kurmacanın Kıyıları kitabında “kurmacayı olağan deneyimden ayıran şey, gerçekliğin eksik değil rasyonelliğin (akla dayalı, akla uygun) fazla oluşudur.” der. Bu bağlamlarda filme bakacak olursak Sandra’nın izleyici üzerinde gerilim yaratan çıkmazından kurtuluş yolu salt gerçeğe tutunmak olamayacaktır.

 Filmin neredeyse üçte ikisini kapsayan mahkeme salonu sahnesinde savcı, Sandra’ya gerçekleri kullanarak argüman üretmektedir. Sandra da aynı gerçeklerle soruları yanıtlamaktadır. Buna rağmen bir çatışma yaşanır. Çünkü savcının gerçeği kurgulayış şekli ve gerçek olaylar üzerinde kurduğu neden- sonuç ilişkileri epeyce ikna edicidir. Bu paradoksal durum da hakikatin aldatıcılığını ve göreliğini net bir şekilde gözler önüne serer. Bir burjuva mahkemesinin ahlak anlayışına içkin nizamın hâkimi ve jüri konumundaki filmin izleyeni gerçekliğin yapısındaki bu dağınık hâlden rahatsız olur ve kolaylıkla manipüle edilebilir. Bu yüzdendir ki filmdeki krizlerin çözüm noktası bir başka gerçeklik olacaktır.

Sandra, hakikati ortaya çıkarmak için kurmacaya muhtaçtır. Bu iki kavram arasındaki karşıtlık filmdeki mahkeme salonunda çözülecek, zıtlıklar çökecek, çözüme ancak öyle ulaşılabilecektir. Başta dramatik tiyatro olmak üzere kurmaca dünyasının neredeyse İncil’i olarak kabul edilebilecek Aristoteles’in Poetika adlı eserinde şöyle bir kuraldan bahsedilir: “Ozanın (kurmaca yazarının) işi, gerçekten olmuş şeyleri değil olabilecek şeyleri, olabilirlik ve zorunluluk gereği meydana gelebilecek şeyleri söylemektir.” Sandra’nın işi de bu olmalıdır, Aristoteles’in ideal ozanı gibi davranmalıdır. Belki gerçekliği olduğu şekilde anlatmaktan vazgeçmeyerek; ama onu olabilirlik ve zorundalık ilkesiyle yeniden düzenleyerek ve kurgulayarak aktarmalıdır. Sandra değil; ama görme engelli oğlunun ifadesiyle nedensellik bağlamı kurulacak ve mahkeme kararını beyan edecektir. 

Filmin bir sahnesinde Samuel’in bir kitap projesi için ortam seslerini kaydettiğini, bu kayıtlar üzerinden gerçekçi diyaloglarla bir metin oluşturup yayınevine gönderdiğini öğreniriz. Ancak yayınevi Samuel’in bu projesinden hoşlanmaz. Bunun nedeni de yine filmin meta-kurmaca düzlemiyle ilişki içindedir. Çünkü dağınık gerçekliği eğip bükmeden, belli bir düzene sokup kurgulamadan kurgusal bir metin yazmak imkansızdır ve ikna edici değildir. 

Gerçekliğin büyük bir çukurun içine düştüğü dünyamızda doğruyu ve yanlışı nasıl ayırt edebileceğimizi tartışır Bir Düşüşün Anatomisi. Kurmaca, gerçeğin zıttı olarak görünür. Oysa gerçeğin zıttı yalandır. Gerçekten ayrılmadan ama düzenli bir gerçeklik sunan kurmacalara da güvenerek, hakikati nedensellik bağlarıyla örülmüş kurmaca dünyaların içinden bulup çıkarabileceğimizi gösterir.

Yararlanılan Kaynaklar:

*Aristoteles, Poetika.

*Beliz Güçbilmez, Anne Ben Düştüm mü?

*Jaquez Ranciere, Kurmacanın Kıyıları


Yorumunuzu bırakın