21 Mart 2024 Perşembe

Gerçekliğin Düşüşü

Hakkı Yüksel  |  Ed. Murat Kadaş

2024 Oscar’ında 5 önemli dalda adaylığı olan, senaryosu ve yönetmenliği Justine Triet’e ait, Bir Düşüşün Anatomisi filmini yakın zamanda izledim. Filmin başlamasını beklerken vakit geçirmek niyetiyle bir kitapçıya girmiştim. Kitapçının “bestseller” bölümünde gözüme ilişen, her anlamda klişe olduğu belli bir kişisel gelişim kitabının sayfalarını karıştırırken büyük harflerle yazılmış ve kitabın ilk sayfasını tamamen kaplayan şu yazıyla karşılaşmıştım: “Ne olduğun değil ne gösterdiğin önemlidir!” Kitabın, önemli bir mottoymuşçasına okuyucusuna sunduğu bu cümle, film boyu kulaklarımda yankılandı durdu.

Sosyal medyanın tüm hayatımıza hükmettiği, takipçi sayısının bir güç olarak kullanıldığı devirde bu cümleyi küçümseyip yok sayamayız sanırım. Günümüzde insanların ederi, sosyal medya profillerindeki görünürlükleri ve gösterdikleri kadar değil mi sahiden?

Kitaptaki cümlenin doğru olduğunu kabul edersek de karşımıza başka bir problem çıkıyor: Gerçek nedir? Gösterdiklerimizle karşımızdakini manipüle etme olasılığımız hayli yüksek. O hâlde gerçeği eğip bükmek elimizde. Bu kaçınılmaz paradoks bizi günümüzde yüksek bir geçerlilik kazanmış olan post-truth evreninin içine itiyor. İtildiğimiz evrende ayakta kalmak için de gerçek ile aramızdaki ilişkiyi yeniden düzenlemek mecburiyetindeyiz.

Bir Düşüşün Anatomisi, Fransız Alpleri’nde bir kulübede, kocası Samuel ve oğlu Daniel’la izole bir yaşam süren Sandra’yı merkeze alarak meta-kurmaca düzlemde bir “gerçeklik” tartışması açmaya çalışıyor.


Filmde, Samuel yüksekten düşerek ölür; fakat soruşturma sonucunda ölüm nedeni kesinleşmeyince Sandra cinayet suçlamasıyla tutuklanır. Samuel’in ölümünün sorgulandığı mahkeme süreci, çiftin ilişkilerini deşen tatsız bir psikolojik yolculuğa dönüşür. Filmin görünen bu olay örgüsünde Sandra yalnızca gerçekleri anlatır. Üstelik üç kere öteki olduğu bir toplumsal düzenin içinde: Bulunduğu ülkenin dilini bilmemektedir, biseksüeldir ve kadındır. Savcı bu üç aygıtı da jürinin önünde ustaca kullanarak Sandra’yı sürekli baskılar.

Gerçeklikten ayrılmamak teoride Sandra’nın işini kolaylaştıracak gibi görünse de bu tercihi her şeyi onun aleyhine çevirir. Kuru gerçeklik öylesine katı ve düzensizdir ki bir nevi jüri olan biz izleyicilerin de kafası karışır. Filmin kurgusuyla manipüle olan bizler de Sandra’nın haklılığını sorgularız. Bu davada gerçek, “olan” değil “görünen”dir. Sandra’nın avukatı Maitre, Sandra’ya gerçeğin bazen bükülebileceğini söyler. Ancak dürüst Sandra, hakikati anlatmaya devam edecektir.

Karakterleri yazar olan bir film, en baştan alımlayıcısına bir meta-kurmaca düzlemi açtığını ilan eder. Sandra da, eşi de bir roman yazarıdır. İnsanlar neden roman okur, kurmaca metinlere neden ihtiyaç duyar? Prof. Dr. Beliz Güçbilmez, “Kurmacalara neden muhtacız?” sorusunun cevabını güçlü argümanlarla aramaya çalışmaktadır. Güçbilmez’e göre artık tartışmasız bir hakikat belgesi yoktur. Görünür olanı birebir yansıtan fotoğrafın bile artık grafik tasarım programlarıyla iz bırakmadan değiştirilebileceğinden hakikatinin tartışılabilirliğine dikkat çekmektedir. Yazara göre gerçek, gündeliğin içinde bulunamaz.

“Gerçek, ‘olan’ değil ‘üretilen’dir: dille, yazıyla, ifadeyle, imgeyle. Öyleyse dili, düşünceyi ve imgeyi bir araya getiren, kendini bunlardan kuran, gerçeklik iddiasından geri çekilmiş kurmacalar pekâlâ aradığımız hakikatin adresi olabilir.” (Anne Ben Düştüm mü, s.33)

Yaşamın gerçekliğiyle kurmacaların gerçek dışılığını teraziye koysak rasyonel akıl yaşamın gerçekliğinin ağır basacağını söyler. Oysa yanılır. Çünkü kurmaca metinlerdeki gerçek dışılık bir sebepten ötürü yaşamın gerçekliğinin önünden gider. Yaşam düzensizdir, rastgeledir, öngörülemezdir. Kurmacalardaysa her şey belli bir nedenselliğe dayanır. Bu sebeple aklın kavrayabileceği bir gerçekliği yaşamda değil, kurmaca metinlerde buluruz. Ranciere, Kurmacanın Kıyıları kitabında “kurmacayı olağan deneyimden ayıran şey, gerçekliğin eksik değil rasyonelliğin fazla oluşudur.” der. Bu bağlamlarda, Sandra’nın izleyici üzerinde gerilim yaratan çıkmazından kurtuluş yolu salt gerçeğe tutunmak olamayacaktır.

Sandra, hakikat için kurmacaya muhtaçtır. Bu iki karşıt kavram mahkeme salonunda çözülecek, zıtlıklar çökecek, çözüme ancak öyle ulaşılabilecektir. Başta dramatik tiyatro olmak üzere kurmaca dünyasının neredeyse İncil’i kabul edilebilecek Aristoteles’in Poetika’sında şöyle bir kuraldan bahsedilir: “Ozanın işi, gerçekten olmuş şeyleri değil olabilecekleri, olabilirlik ve zorunluluk gereği meydana gelebilecekleri söylemektir.” Sandra da Aristoteles’in ideal ozanı gibi davranmalıdır. Belki gerçekliği olduğu şekilde anlatmaktan vazgeçmeyerek; ama onu olabilirlik ve zorundalık ilkesiyle yeniden kurgulayarak...

Yapay zekânın hükmündeki zamanımızda gerçeğin peşinde koşmak yorucu. Bu koşuya bir mola vererek şahane kurgusuyla gerçek üzerine gerçek bir tartışma yapan bu filmi hâlâ vizyondayken kaçırmamalı. 

Yorumunuzu bırakın