28 Eylül 2024 Cumartesi

“Döngü” Altın Koza için Yarışıyor: Gerçekten Biz Bir Aile Miyiz?

Kumru Yaren Cengiz |  Ed. Seda İstifciel


31. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nin 3. günü olan 25 Eylül 2024 tarihinde Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması kapsamında Erkan Tahhuşoğlu’nun senarist ve yönetmen koltuğunda yer aldığı Döngü isimli filmin dünya prömiyeri gerçekleşti. 

Ekibin de gösterime katıldığı ve gösterim sonrası seyircilerin sorularını cevapladığı film yıllardır yanında temizlikçi olarak çalıştığı Ayten’in evindeki bakıcının geçirdiği kaza ile hayatındaki çatırdamaları ve sahtelikleri fark eden Sevim’i karşımıza çıkarıyor. Sevim’in de kaza geçiren Lena’nın da sigortasız çalıştığı, kendi suçu olmayan bir iş kazası sebebiyle hem sağlığından hem işinden olduğu bu süreçte Sevim; kendi ailesi ile ilgili de maddi manevi sıkıntılar yaşıyor. Bir yandan ailesi gibi gördüğü çalıştığı ev için Lena ile aralarında ara buluculuk yapmaya çalışırken bir yanda da aslında o kadar da işverenlerinin ailesine dahil olmadığını idrak etmeye başlıyor. Sınıf bilinci, göçmenlik, ev içindeki görünmeyen emek, duygusal ilişkiler, ekonomik zorluklar gibi konuları ele alan film özellikle Sevim karakterinin penceresinden bize sunuluyor. Sevim’in yaşadığı psikolojik buhran, sorgulamalar ve idrak hali ile yaşadığı dönüşüm hem filmin senaryosuyla hem oyunculuklarla başarılı bir şekilde aktarılıyor. Genel olarak gerçekçi ve doğal bir anlatıya sahip olsa da filmin içinde yer alan rüya sekansları filmin genel akışında sahip olduğu tarzın dışına çıkıyor. Özellikle Sevim’in içinde bulunduğu psikolojik ve ruhsal durumu yansıtması açısından yerinde ve başarılı olan bu sahneler filmin ritmini korumak amacıyla sayıca biraz daha azaltılabilirdi.

Bütün bunları ve sinemamızın durumunu, sınıf bilincini ve filmin derdini filmin yönetmen ve senaristi olan Erkan Tahhuşoğlu ile konuştuk. Keyifli okumalar dilerim. 


Kumru Yaren Cengiz: Nasılsınız öncelikle? Nasıl geçiyor Adana Altın Koza Film Festivali? 

Erkan Tahhuşoğlu: Mutluyuz. Bir kere çok uzun yıllar uğraşıyorsunuz bir filmi ortaya çıkarmak için. Bütün yönetmen, yapımcı arkadaşlar, oyuncular dahil olmak üzere. Ondan sonra en büyük motivasyon seyirciyle buluşmak. Festivaller buna alan tanıdığı için, daha yaygın bir şekilde seyirciyle buluşma olanağı sağladığı için çok anlamlı bizim açımızdan. İki gün önceydi gösterimimiz. Çok heyecanlıydık o zamana kadar. Şimdi rahatladık biraz. Gösterimimiz oldu. Biz de büyük perdede izledik. 

Kumru Yaren Cengiz: Çok güzel tepkiler geldi salondan. 

Erkan Tahhuşoğlu: Evet, tepkiler de güzeldi. O da mutlu etti bizi tabii.

Kumru Yaren Cengiz: Biraz kendinizden, işlerinizden bahsedebilir misiniz? 

Erkan Tahhuşoğlu: Ben hem kurmaca çalışıyorum hem belgesel çalışmayı seviyorum. İkisini çok severek yapıyorum. Döngü üçüncü filmimiz. Yeni bitirdiğimiz bir kısa belgeselimiz var. Onun da festival yolculuğunun başlaması için girişimlerimiz var yavaş yavaş. Sinemayla hemhal olmuş bir hayat içerisindeyim kısaca. 

Kumru Yaren Cengiz: Gösterim sonrası sahneye çıktığınız ilk dakikalarda bu filmdeki derdinizin insanlardaki sınıf bilincinin eksikliği olduğunu söylediniz. Film boyunca da aslında hikaye tamamen buna hizmet ediyordu tabii ki. Bir döngü var filmin de adında olduğu gibi. Bir sıkışmışlık hali var. Ve bir şekilde bir çözüm yolu aranıyor aslında bu döngünün içinde. İş hayatınızda patron da çalışan da olduğunuzu söylediniz geçmiş için. Aslında sınıflar çok geçişken olabiliyor bizim gibi insanların hayatlarında. Ama bu geçişkenlik içerisinde “neredeyim” diye sorguladığınız dönemler oldu belli ki.

Ve sizi bu filmi yapmaya yönlendirdi diye düşünüyorum. Bu süreçle ilgili neler söylemek istersiniz?

Erkan Tahhuşoğlu: Dediğim gibi sadece benim değil temas ettiğim bir sürü insanın hayatında böyle inişler, çıkışlar, sınıflar arası geçişkenlikler olduğunu gözlemliyorum. Hiçbiri yabancı ve uzak değil aslında. Mesela bizim gibi taşra kökenli yönetmenler sonradan -mecburen- İstanbul'da yaşıyoruz sinema yapmak için. O anlamda da toplumsal katmanlar arasında sürekli bir geçişkenlik içerisindeyiz. O yüzden bütün bunlar bir gözlem, aynı zamanda deneyimleme olanağı da sağlıyor bize. Benim bütün bu süreç içerisinde en çok dikkatimi çeken şeylerden bir tanesi çok yaygın bir sınıf bilinci yoksunluğu.

Çok uzun yıllar reklam sektöründe çalıştığımdan -güzel sanatlar mezunuyum- mesela geçmişte benim gözlemim reklam sektöründeki insanların işçi sınıfına mensup olduklarını bilmemesi. İşçi sınıfına mensup olduklarını bilmiyorlardı. Çok enteresan geliyordu bu bana. Mesela “işçiler” diye bahsediyorlardı. Ama siz de işçisiniz, biz de işçiyiz. “Ben şu anda işçiyim.” diyordum.

Reklam sektöründe bu nispeten anlaşılabilir bir şey. Beyaz yaka olunca gerçekten insanın zihnini, algısını, bilincini bulandıran bir dolu şey oluyor ister istemez. Ama bilinç yoksunluğu başka alanlarda da gözlemleniyor. Burada tabii patron çalışan ilişkisinin batılı ülkelerde olduğu gibi daha profesyonel olmamasından da kaynaklanıyor.

Örnek ise, işte “biz bir aileyiz” kavramı çok yaygın ve bu iyi bir şeymiş gibi algılıyor insanlar. “Patronun ekmeğini yemek” kavramı. Bunlar insanın onuruna çok aykırı gelen ve beni çok yaralayan kavramlar aynı zamanda. Patronun ekmeğini yemek ne demek? Bizim filmde de geçiyor bir yerde. Mesela o değişim dönüşüm sürecine katkıda bulunan Lena'nın hastane süreci sahneleri önemli. Lena bir yerde diyor ya hani “Bana durduk yere kimse ekmek falan vermedi. Ben çalışarak para kazandım.” Bu duruş çok önemli. Çok berrak olması gereken kavramlar bunlar. İşsizlik tehdidinin Demokles’in kılıcı gibi bütün işçi sınıfının başında sallanıyor olmasından kaynaklı ve buna benzer bir dolu faktörden kaynaklı insanların kafası bulanıyor. Sınıf bilinci dediğimiz şey çünkü biraz da birlikte olma halinden, o fikirlerin çarpışması halinden, insanların birbiriyle temas etme halinden ortaya çıkan da bir şey. İnsan sadece kendi kendine kaldığında başedebileceği şeyler değil. Ev işçiliği bu zihinsel bulanıklığa en müsait mesleklerden. Evdeki kadınla özdeşlik kuruyorsunuz. Kendinizi o ailenin bir parçası sayıyorsunuz. Ama sonra, yatay bir ilişki olmadığının, aksine dikey bir ilişki, hiyerarşik, hegemonik bir ilişki olduğunun farkına varıyorsunuz. Bütün bunlar önemliydi benim için. Buraları incelemek, buraları irdelemek, buraları biraz açığa çıkarmak önemliydi benim için.

Kumru Yaren Cengiz: Biraz duygusal bir toplumuz aslında. Evet, evrensel bir tema.

Ama özellikle bizler duygusal bir toplum olduğumuz için ve o “padişahım çok yaşa” mentalitesi ya da dediğiniz gibi sınıf bilincinin olmaması sebebiyle her yerde her zaman hemen duygusal ilişkiler kurmaya çalışıyoruz. Aslında aramızdaki ilişkinin ne olduğunu görmezden geliyoruz. Biraz da kendimizi eğlemek için yapıyoruz. Çünkü öbür türlü kendini o kadar adamayacaksın o işe belki. Manipülasyon da var işin içinde. Sadece yapman gereken kadarını yapacaksın normalde. Ama patron senden yapman gerekenden daha fazlasını istediği için biz bir aileyiz yalanını ortaya atarak seni elinden geldiği kadar kullanıyor ve kullanmaya da devam ediyor. Buna karşı çıkan olduğunda da aslında nankör, paragöz gibi sıfatlarla karşılaşıyoruz. “Çalışıyorsun işte, daha ne istiyorsun?” gibi çok enteresan şeylerle karşılaşıyoruz. Ama bir kalemle de silinebilecek insanlar olduğumuzu içten içe biliyoruz ve görebiliyoruz aslında bu insanların nazarında. İlk gözden çıkarılacak pozisyondaki kişi işçi pozisyonundaki kişi oluyor.

Erkan Tahhuşoğlu: Bu duygusal ilişki noktası çok önemli gerçekten. O duygusal bağ kurma hali aslında profesyonel ilişkilerin ikamesi oluyor. Profesyonel ilişki eksikliği noktasında ortaya çıkan bir şey. Hatta duygusallığa örneğin bir Yunanlı'dan bir İngiliz'den inanın daha yatkın değiliz aslında. Ama orada sistem daha profesyonel işliyor. Tabii bu arada sömürü de daha sistemli işleyebiliyor. Yani oralar da cennet falan değil. 

Kumru Yaren Cengiz: Kapitalizm bir yolunu buluyor bir şekilde. 


Erkan Tahhuşoğlu: Hatta, çok daha keskin, çok daha sert şekilde işlediği de oluyor. Ama şunu demek istiyorum. Bu duygusal olma hali aslında bizim profesyonel ilişki eksikliğinde bir ikame görevi görüyor. Yoksa, çok böyle başat olması gereken bir şey değil aslında. Dünyada hiçbir yerde patronla işçi arasında duygusal ilişki gerektiren bir durum yoktur. Böyle bir pozisyona gerek de yoktur. Gündem bile olmaması gereken bir konuyken burada karışıyor bu durumlar. 

Kumru Yaren Cengiz: Üzerinde çok fazla durulan bir terim daha ortaya çıkıyor aslında. “İş yerinde psikolojik güvenlik” diye. Bu da aslında dediğimiz gibi sömürünün yeni bir kılıfa bürünmüş hali. Lena karakteri için de ve aslında Sevim karakteri için de bunu görüyoruz.

“Bu iş yerinde yerim sağlam. Başıma bir şey gelirse bana sahip çıkılır.” gibi kendini aileden de görme haliyle aynı zamanda icra edilen mesleğin niteliğinden ötürü -çok yakın ilişki kurulan bir meslek icra ediliyor bakıcı olarak da temizlikçi olarak da- bir bakış açısı geliştiriliyor. Ama o psikolojik güvenlik hali sizin ilk fırsatta gözden çıkarılmanıza engel olamıyor hem Lena’nın hem Sevim’in başına geldiği gibi. Bu noktada biraz da oyuncuların performanslarına gelmek istiyorum. Çünkü filmi çok başka yerlere de taşıyan performanslar izliyoruz. Serpil Gül, Sevim karakterini çok başarılı icra etmiş. O kısır döngü halinin psikolojik baskısını ve yansımasını karakterlerde görebiliyoruz. Ve bunu patronlarda da görüyoruz. Çalışanlarda da görüyoruz. Aslında filmde mutlu olan kimse yok. Çocuk dahi bunu seziyor, hissediyor ve mutsuz. Bunun hakkında ne söylemek istersiniz? Senaryo da size ait. Senaryoyu yazarken karakterleri tasarlama ve oyunculara verdiğiniz yönlendirmeler üzerine konuşmak isterim biraz da. 

Erkan Tahhuşoğlu: Mutlulukla, mutsuzlukla bir işimiz yok ki bizim. Bu bir sosyal drama ve aynı zamanda psikodrama. Sevim'in zihni bulanmış, bir sınıf bilincine sahip değil ve kendini ailenin bir parçası sayıyor. Tüm bu bagajların hiçbiri o küçük kızda yok.

O küçük kızda olmayınca da o küçük kız tamamen o berrak zihin dünyasından bakıp o evde bir huzursuzluk kaynağı olduğunu hissediyor. Ve sezgisel bir düzlemde de anneannesini oradan çıkartmaya çalışıyor. Şimdi böyle bir şeyde çocuğun mutlu olması mümkün değil tabii ki çünkü orada bir huzursuzluk var. O ev, o toplumsal eşitsizliklerin yaşandığı bir kaynak. Oraya adım attığı andan itibaren bir şeylerin kötü gideceğine dair, bütün bu sınıfsal ayrımcılığın gündeme geleceğine dair içten içe çocukça bir sezgisi var. Tabii ki bu sözlerle tarif etmiyor kendisi. Ama buna dair bir hissi var. O his üzerinden eylemde bulunuyor.

Kumru Yaren Cengiz: Aslında o samimiyetsizliği hiçbir bilgisi olmadan da gören ve hisseden bir çocuk var orada. O yüzden o evin hanımını sevmiyor. 

Erkan Tahhuşoğlu: Karakter kurulumuna gelince benim için önemli olan şey şuydu: Mesela Ayten karakteri tipik kötü, kötücül bir burjuva kadın falan değil. Öyle değil gerçekten. Hani o insanları tanıdığınızda görüyorsunuz ki ellerinden gelenin en iyisini yaptıklarını düşünüyorlar hayatta. Ve senden benden hepimizden daha fazla iyiliksever olduklarını düşünüyorlar.

Ayten bir yerde Sevim’e “elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz, daha ne yapalım?” diyor. Orada gerçekten samimi, orada taktik yapmıyor, strateji yapmıyor. Kötülük, kötücüllük Ayten sınıfsal refleksleriyle harekete geçtiğinde, yani bizzat sınıfsallığın kendisinden açığa çıkıyor.

Kumru Yaren Cengiz: Evet, tam bir anti kahraman görmüyoruz orada.

Erkan Tahhuşoğlu: Evet. Ve iş, o sınıfsal reflekslerin keskin bir şekilde kendini gösterdiği noktaya gelene kadar aslında Sevim’in Ayten üzerinde kurduğu bir etki de var. Bir etkinlik alanı var hem evde hem Ayten üzerinde. Ne zaman ki iş o sınıfsal reflekslerin kendini gösterdiği noktaya geliyor orada ayrışıyorlar. Şimdi kötülük, kötücüllük üzerine her zaman, oyuncularımla konuşurken de vermeye çalıştığım şey şuydu: Kötülük, kötücüllük bir karakterin kötülüğünden çıkmaz, çıkmamalı. Ergin bir şeytan olduğu için bunları yapmıyor. Ayten bir canavar olduğu için bunları yapmıyor. Günün sonunda hepsi sınıfsal reflekslerini gösteriyorlar. Ergin de sınıfsal refleksini gösteriyor. Ayten de sınıfsal refleksini gösteriyor. Kötülük buradan çıkıyor. Ayten ve Ergin kötü oldukları için değil. Ayten rolünü oynayan Emel Göksu’ya, Ergin rolünü oynayan Süleyman’a her zaman “Lütfen karakterinizi canlandırırken yüzde yüz haklı olduğunuzu düşünerek oynayın. Sen yüzde yüz haklısın. Bunun tartışması yok.” diyordum. Bazen oyuncular sanki o haksızlığı vurgulamak için oyunculuk anlamında ekstra çabalara giriyorlar. Bu aksine, bizi çok yanlış bir yere götürüyor. Yani olayların, çatışmaların dramatik yapıdan çıkması gerekiyor, başka bir şeyden değil. Bunları oyuncularla birlikte inşa ettiğimiz için de çok verimli bir yere gidiyoruz. İnce ince çalışıyoruz. Uzun prova süreleri oluyor. Bu uzun prova süreleri boyunca sadece mizansenler için değil özellikle oyunculuk noktasında çok hassasız. Bu, oyuncular açısından da iyi bir şeye dönüşüyor. Günün sonunda iyi bir noktaya birlikte geliyoruz diye düşünüyorum.

Kumru Yaren Cengiz: Filmin içerisinde bazı rüya, hayal sekansları var. Yatağın içine gömülme sahnesi, kapıdaki gölgeler gibi bazı oyunlar var. Bunların bazılarının filmin ritmini kesintiye uğrattığını düşünüyorum. Evet, Sevim’in içinde bulunduğu baskının getirdiklerini ona yaşatan sahneler olduğunun, üzerindeki o yükün, stresin yansıması olan sahneler olduğunun farkındayız ama bazı sahneler için söylediğim gibi de düşünülüyor. Siz ne düşünüyorsunuz? O sahneler hakkında ne söylemek istersiniz? 

Erkan Tahhuşoğlu: Kim nasıl yorumlarsa saygı duyuyorum. Yorumlara diyecek hiçbir şeyim yok hiçbir zaman. Yine de bu sahnelerin üzerine biraz konuşalım isterim. Yanlış bir izleme alışkanlığımız olabiliyor hepimizin çoğu zaman. Biz bir filmi izlerken her şeyi anlamak istiyoruz. Fakat sinema her şeyi anlayabileceğimiz, daha doğrusu anlamamız gereken bir alan değil. Daha çok, anlama kavramının dışında hissetme, sezme, sezinleme gibi bir dolu alanlar var ve sinema aslında bunun için daha uygun bir alan. Mesela bazı sanat dalları bundan (anlama çabasından) tamamen bağımsız ve çok daha yaratıcı noktalara gidebiliyor. Genelde çok verilen klasik bir örnek olduğu için veriyorum; Bir müzik kompozisyonunun, ne demek istediğini anlatmak, anlamak diye bir şey var mı? Yok. Bizde uyandırdığı hislere, duygullara, tarif edemediğimiz, etmeye de uğraşmadığımız duygu durumlarına kendimizi kaptırıp gidiyoruz. Fakat biz sinemada aynı zamanda bir hikaye takip ettiğimiz için oradaki her öğeyi o hikayenin bir parçası olarak anlayıp konumlandırmak istiyoruz. Bu her zaman doğru bir izleme alışkanlığı değil bence. Sinema bunun çok daha fazlası olabilir ve biz de o çok daha fazlası dediğimiz alandan yararlanabiliriz, yararlanmalıyız da. Şimdi benim bu sahnelerle ilgili en büyük motivasyonum şu: Ben baştan beri Döngü’yü bir belgesel gerçekçi, yalın bir sosyal drama olarak anlatmak istemedim. Bireyin ruh haline nasıl nüfuz ederiz? Sevim’e nasıl nüfuz ederiz? Torunun, Ayten’in ruh halleri en az ana iskeletteki hikaye kadar anlamlıydı benim için ve o sahneler bir eklenti sahnesi değil, o sahneler sadece rüya da değil. Mesela uyur gezerlik ya da rüya olarak tanımlıyor bazı arkadaşlar o sahnelerden bazılarını. Olabilir, saygı duyuyorum. Ama benim için onlar rüya değil. Benim için onlar uyur gezer oldukları sahneler de değil. Benim için onlar o psikolojik halin sinemasal karşılıklarını bulmaya çalıştığım sahneler. Başarıyorum, başaramıyorum. Hani karşılık buluyor, bulmuyor, o ayrı. Ama eğer her görsel ögeyi hikayeye olan katkısı üzerinden değerlendirir ve her şeyi anlamaya çalışırsak bütün bu çaba boşa düşer, akamete uğrar. Yani yönetmenin çabası seyirci tarafından da açık olunması gereken bir şey. Her yönetmen arkadaşım gibi ben de kendi sinemamın peşindeyim ve ben böylesi bir yapı kurmaya çalışıyorum. Her hikayeyi daha atmosferik, daha psikolojik boyutuyla anlamaya ve yansıtmaya çalışıyorum. Ama bu ancak ve ancak seyircinin de buna açık olmasıyla ilerlenebilecek bir yol. O sahnelerin hepsi benim için çok kıymetli ve sonradan eklediğimiz şeyler değil. Benim için dramatik yapının bir parçası aynı zamanda. Ama dramatik yapıyı, sadece öykü olarak, sadece şöyle olur, böyle olur, olaylar şöyle gelişir diye görürsek o zaman zaten sinemayı hikaye anlatımına indirgemiş oluruz. Halbuki sinema bambaşka, daha fazla bir şey. Bu yüzden sinema yapıyoruz zaten. Daha farklı olanakları olduğu için. Yani sesi kullanma olanağı, görüntüyü kullanma olanağı…

Ne yazık ki ana akım sinemanın sürekli daha da baskın hale gelmesinden kaynaklı bir dolu sendromlar yaşıyoruz. Arthouse sinemanın ana akıma yaklaşması ve daha gösterişçi anlatımların daha fazla revaçta olmaya başlaması vesaire vesaire. Sinema görüntüyle bir hikayeyi anlatma sanatı değildir. Çok daha ötesidir. Yönetmenler de bu alanda farklı arayışlara girdiğinde seyircinin de katılımını bekler doğal olarak. Anlamanın dışında bambaşka; daha duyumsal, daha sezgisel, daha hissel alanlar var. Ben buraya adım atmaya çalışıyorum. Ama bu çaba sadece seyirci katkı sağlarsa anlamlı olabilecek bir çaba. Yoksa mesela her objeyi anlamlandırmaya çalışıyor seyirci. Anlamadığı şeylere da bazen, bu bir sembol diyor. Halbuki sinemamda hiçbir şeyi sembol olarak kullanmamaya çalışıyorum. Filmdeki hiçbir şey, hiçbir şeyin sembolü değildir. Kendisidir. Oradaki vazo, oradaki herhangi bir obje…, Sembol diye nitelendirmeler bile aslında anlamadığımız bir şeyi anlamlandırma çabası. Aslında şu obje, bunu anlatıyor, gibi. Benim baktığım yerdense bu, hiçbir şey anlatmıyor. Bu, sadece ve sadece kendisi. Bunun kendisinin, sende yarattığı his beni ilgilendiriyor. Örneğin, oradaki o büyük vazonun yarattığı azamet hissi. Eğer o his sende uyanıyorsa işte ben bunu önemsiyorum. Ama o vazo aslında, işte orta çağdaki bilmem neyin simgesi vs… değil. Bazen sofistikasyonu buralarda arayabiliyor seyirci. Sofistikasyon buralarda değil. O zaman filmde kullandığımız bütün ses tasarımlarının da boşa düşüyor olması lazım. Gereksiz olması lazım. Halbuki biz biliyoruz ki çoğu zaman sinemada ses en az görüntü kadar anlamlıdır. Seyirci filmi izlerken gerçek hayatta böyle bir ses yok deyip algısını kapatmaz değil mi? Peki, o sesi anlamaya, anlamlandırmaya çalışır mı? Hayır. Kendini o seyir deneyimine kaptırır, gider. Soru şu: Peki biz bunu neden görüntüde de yapamayalım?

Filmdeki, hiç yeri yokken alttan alta duyduğumuz bir okyanus sesinin sende yaratmaya çalıştığı his gibi, görüntü de aslında sende bir his yaratmaya çalışabilir. Sadece hikayenin ilerlemesine hizmet etmiyor olabilir yani. Tabii bu izleme deneyimlerinin değişebilmesi için seyircinin de bu farklılıklara açık olması gerekiyor dediğim gibi.

Kumru Yaren Cengiz: Seyirciden söz etmişken festival süreciniz hakkında tekrar konuşalım istiyorum. Sonrasında vizyon süreci olacak belli ki. Belli mi şu an vizyon tarihi?

Erkan Tahhuşoğlu: Yok, belli değil. Biraz daha festivallerde olmak istiyoruz. En az bir süre festivallerde görünmek istiyoruz. Sonra sinemada seyircilerle buluşacak inşallah. Mutlaka bu filme bir vizyon istiyoruz. Zaten başka sinemadan da vizyon ve ödülümüz var. “Başka Market”ten aldığımız bir ödül var. 

Kumru Yaren Cengiz: Peki çekimle ilgili destekler vesaireler nasıl ilerledi? Ne kadar sürede çektiniz? 

Erkan Tahhuşoğlu: 4 haftada çektik. Bakanlık desteğimiz vardı ama süreç içerisinde gerçekten enflasyonla birlikte eridi. Yine her zamanki gibi çok zor koşullarda çekmek zorunda kaldık. O yüzden de ister istemez destekler alıyorsunuz, yardımlar alıyorsunuz. Arkadaşınız evini açıyor, orada gidiyorsunuz adamın evini bir de böyle allak bullak ediyorsunuz. Sanat çalışması da olmak zorunda çünkü. Ne bileyim işte birisi hastanesini açıyor, işte eşimin o zamanlar çalıştığı şirket ofisini açıyor.

Oraya giriyorsunuz uzun uzun. Yani o destekler olmasa film çekemez hale gelmiştik. Her filmde ister istemez bütün bu desteklere rağmen, ekibin, oyuncuların devasa özverisine rağmen yine de yetmiyor ve çok ciddi miktarlarda paralar ödüyorsunuz. Sonra işte bir yerlerden, satışlardan, oradan buradan çıkartmaya çalışıyorsunuz. Çıkartabilirseniz kendinizi şanslı hissediyorsunuz. 

Kumru Yaren Cengiz: Çok teşekkür ediyorum. Sizin söylemek istediğiniz son bir şeyler varsa onları eklemek ve öyle bitirmek isterim. 

Erkan Tahhuşoğlu: Döngü’yü izlesinler, filmleri izlesinler, yalnız bırakmasınlar. Çok zor koşullarda yapıyoruz diyoruz da tabii bu seyirciyi çok ilgilendiren bir şey değil. Filmlerimize pozitif ayrımcılıkla yaklaşılmasını istemiyoruz. Ama filmi izlesinler, vizyonda izlesinler, festivallerde izlesinler. Bunu istiyoruz. Seyirciyle kopmayalım çünkü. Sinemanın varoluş amacı ortadan kalkıyor çünkü o zaman. Ben teşekkür ederim. Çok memnun oldum. Kolay gelsin.







Yorumunuzu bırakın