10 Temmuz 2025 Perşembe

Dolabın İçinden Bir Hikâye: Gayb

Hakkı Yüksel  |  Ed. Seda İstifciel


Bazı oyunlar geleneksel bir sahne düzleminde perdenin açılması yerine gözleme kokularıyla başlayabilir. Bir bahçe, bir masa, bir hamur, bir beden, iki kedi ve bolca martı sesi... İstanbul’un yapışkan, nemli bir yaz gecesinde; Erika Sanat’ın çeperlerinde doğan Gayb, o klasik sahne- metin- oyuncu üçgenini dağıtan bir titreşim yaratıyor. Seyircinin kafasındaki “Oyun başladı mı?” sorusuna yanıt vermeyen; vermek de istemeyen bir oyun bu. Belirsizlikle kurulan bir ilişki biçimi. Temsil ile yaşantı arasında açılmış bir yarık.

Ahmet Saim’in performansında yankılanan ses ne tam bir karakterin (Remzi Asaf) ne de bütünüyle oyuncunun sesi. Arada… Salınan… Tam da bu yüzden çarpıcı! Ahmet Saim’in 2025 Üstün Akmen Tiyatro Ödülleri’nde “Yılın Umut Veren Erkek Oyuncusu” seçilmesi, teknik bir başarıdan çok varoluşsal bir ifadenin tanınması gibi duruyor.

Simülakrın Eşiğinde

Jean Baudrillard’ın simülakr kuramı, temsilin zamanla hakikatin yerini aldığı, hatta hakikatin silinip gittiği bir evreden bahseder. Gayb, bu evreye dair sahici bir deneme gibi. Oyuncunun seyirciyle göz göze geldiği, kan ter içinde elleriyle yaptığı patatesli gözlemeleri pişirip ikram ettiği, kedilerle bakıştığı, martıları dinlediği anlarda izleyici artık bir oyun izlemediğini hisseder. Anlatılanın yaşanıp yaşanmadığı önemsizleşir. Çünkü sahnede yaşanmakta olanın bizzat kendisi artık gerçeğe en yakın şeydir. Temsil, gerçeği değil; gerçeğin sahnedeki yankısını yaratır. İzleyici, yankıyı dinlerken içine çekilir. 


Peggy Phelan’ın “Canlı performans kaybolmaya yazgılıdır.” cümlesi bu oyunda bir tür sahne gerçekliğine dönüşüyor. Yaklaşık yetmiş dakika süren tek kişilik müzikli oyun Gayb’ın her anı, o geceye özgü. Her martı sesi, her gözleme kokusu, her bakış: biricik. Oyuncunun varlığı, belleği dürtüyor. Oyun, hafızada yeniden kurulmak üzere oradan geçiyor ve gidiyor. Oyuncunun seyirciyle kurduğu temas, tiyatroya katılımın ötesinde, bir ortak varoluş alanı inşa ediyor.

Metnin Durgunluğu, Bedenin Akışı

Muhtemelen oyunun hem yazarı hem yönetmeni olan Ahmet Saim’in hayatından otobiyografik izler taşıyan Gayb, “Remzi Asaf” adındaki hayatın anlamını arayan, arkadaşları tarafından toplumsal cinsiyet normlarına aykırılığından ötürü sürekli aşağılanan, dışlanan ve hatta zorbalanan, kırılgan bir gencin hikâyesini anlatıyor. Babasının konservatuvarda okumasına izin vermesi, Remzi Asaf için sadece bir yetenek gelişimi olarak kalmıyor. Kimliğini bulma yolculuğunda da bir dönüm noktası hâline geliyor. Ancak sanat dünyasında tutunma çabası, karşılıksız aşkları ve gün yüzüne çıkmamış besteleriyle giderek yalnızlaşıyor. İstanbul’da yaşadığı travmatik bir olay, onu hem fiziksel hem de varoluşsal bir yıkıma sürüklüyor. Oyun boyu bu çerçevede gelişim gösteren, kendine bir çıkış yolu bulmaya çalışan Remzi Asaf’ın dramatik anlatısına şahit oluyoruz.

Anlatılan hikâye, queer kimliğin bastırılmış, ezilmiş, dışlanmış katmanlarında geziniyor. Çocukluk, aile, toplum... Ancak bu hikâyenin çizdiği güzergâh, geçmişe dönük bir tekrar hissi de yaratıyor. Karakterin bu deneyimle nasıl hesaplaştığı, nasıl dönüştüğü ya da neyin eşiğinde durduğu netleşemiyor. Anlatı, temas ettiği yarayı açıyor; ama sonra o yarayla ne yapılacağına dair bir yön vermiyor. Bu, seyirciyi yer yer boşlukta bırakıyor.


José Esteban Muñoz’un “queer umut” fikri burada hatırlanmalı. Geçmişin tekrarından çok, henüz gelmemiş olanın hayalini kuran bir bakış. Gayb, bu hayale maalesef ki dokunmuyor. Metin, sadece çizdiği hat üzerinde yürümeyi tercih ediyor. Anlatı içindeki yapısal boşluklar, seyirciye yeni bir ihtimal sunacak şekilde kırılmıyor. Metnin içinde karakterimiz Remzi Asaf, rüzgârda uçuşan bir yaprak gibi oradan oraya savrulup duruyor. Bazen çamurlu ayaklar altında eziliyor, bazen göklere yükseliyor. Karakter, başına “tesadüfen”, “kader icabı” gelen olayları sadece yaşıyor. Olayların arasındaki neden- sonuç ilişkileri ve karakterin olaylar karşısındaki tavrı, iç çatışmaları hayli bulanık. Oysa queer anlatı kırılmaya, bölünmeye, çatlamaya ihtiyaç duyar. Sabit bir doğrusal akış, bu ihtimali boğar.

Ancak beden, anlatının bükemediği her yeri başka yollarla kat ediyor. Ahmet Saim’in bedensel hafızası, sesiyle birlikte titreşiyor. Suskun anlar, jestlerle konuşuyor. Travmanın kelimeye dökülemediği anlarda, “beden” hatırlıyor. Ve seyirci, bu hatırlamaya ortak oluyor. Özellikle travmatik anlarda bedenin hafızayla birleşmesi, izleyiciyle kurulan ilişkinin niteliğini değiştiriyor. Jestler, duraksamalar, bakışlar; her biri metnin söylemediğini bedenin söyleyebildiği bir dile dönüştürüyor. Sahnedeki varlık, bir anlatıcıdan çok, bir taşıyıcıya, bir aktarıcıya, hatta bir tanığa dönüşüyor. Bu bağlamda Ahmet Saim’in sahne üzerindeki beden kullanımını hayli başarılı bulduğumu belirtmeliyim.

 “Sonum Belli, Bundan Kaçamam…”

Oyun boyu, hikâyenin gidişatına uygun şekilde çok güzel şarkılar dinliyoruz Ahmet Saim’den. Oyuncu, şahane sesi ve iddialı parçalarıyla hikâyeye ayrı bir renk katıyor. Özgün ve müzikal anlamda birbirinden güzel şarkılarından birinin adı “Dar Akdeniz”. Parçada “Sonum belli, bundan kaçamam!” diyor. Queer anlatıların hemen hepsinin düştüğü bir tuzaktır bu. Bir düzeni eleştirirken alternatif bir varoluş biçimi önermez; bunun yerine yalnızca travmaya işaret ederler. Judith Butler’ın ifadesiyle, bu tür anlatılar, “Yaralanmış kimlikleri görünür kılar, ancak onları yalnızca acı üzerinden tanımlar.” 

Patriyarkal sistemin fazlaca güçlü olduğu ülkelerde elbette bu, anlaşılabilir bir durumdur. Sadece varoluşu yüzünden tutuklanabilen insanların olduğu coğrafyalarda görülme arzusu ve hor görülme ya da hiç görülmeme korkusu bazen “mağdur görülmeyle” yetinme şeklinde telafi edilebilir. Nurdan Gürbilek’in Mağdurun Dili eserinde bahsettiği gibi bu tür mutsuz son anlatıları, acıyı hayatın kurucu ilkesi kabul eden, mağdurluktan gurur ve kayıptan ihtişam çıkaran, mutsuzluk fikriyle mutlu olan arabesk bir sanattan başka bir şey değildir. Bu sanatın alımlayıcı üzerinde her zaman olumlu bir karşılığı vardır şüphesiz. Çünkü izleyicide bu tür anlatılar çeşitli duygulanımlarla katartik bir etki yaratır. Onları rahatlatır. Oysa amaç onları rahatsız etmek olmalıdır. 

Şarkı, “…kalk gidelim, dar Akdeniz!” diye devam ediyor. Oysa “kalalım ve mücadele edelim”ci bir tavrı daha çok tercih ederdim. Oyunun politik potansiyeli bu tutum karşısında ister istemez tüm anlamını yitirmiş oluyor. 


Mekânın Dönüştürücü Gücü

Balat’taki Erika Sanat’ın bahçesi, bu oyun için rastlantı sonucu seçilmiş bir alan değil gibi. Açık hava, masa, sandalye, martı, kedi… Tüm ögeler oyunun ortağı. Tiyatronun çerçevesi kalkıyor, yapı dağınıklaşıyor, oyun başka bir şeye dönüşüyor. Oyuncunun doğaçlamaya açıklığı, mekânla kurduğu canlı bağ, bu dönüşümün bir uzantısı.

Ancak bu biçimsel açıklık, metne taşınamamış. Kapitalist sistemin bir dayatması olan heteronormatif kronolojik zaman çizgisi kırılmıyor. Olasılıklar açılmıyor. Anlatıdaki yapı, biçimsel arayışla aynı özgürlük düzlemine taşınamıyor. Oysa queer dramaturji, anlatının kendisini de queerleştirmeyi ister, bunu hedefler: Zamanda atlamalar, anlatıcının bölünmesi, görünmeyen seslerin duyulur hâle gelmesi... Bunlar bu oyun için düşünülebilirdi. Böylece hikâye, dolaptan çıkmakla kalmaz; dolabın içine girmemiş olanları da sahneye taşırdı.

Dolabın Kapısı Aralık

Gayb, bedenin diliyle, mekânın cüretkâr açıklığıyla ve Ahmet Saim’in unutulmaz performansıyla hatırlanacak bir deneyim sunuyor. Anlatı kimi yerlerde tanıdık kıvrımlarda dolansa da izleyiciyle kurduğu bağ, bu tekrar, klişe hissini kırmayı başarıyor. Temsil ile yaşantı arasındaki çizgi siliniyor. Oyun, sahnede olmaktan çok, bir geceye ait bir karşılaşmaya dönüşüyor. Mekânın etkisi ve anlatımın açıklığı sebebiyle seyirciyle oyuncu arasındaki mesafesizlik, oyun için bir risk potansiyeli taşısa da bu risk izlediğim performansı daha canlı kıldı. Seyirci oyun boyunca müdahale etti, taşkınlık yaptı, bazen hiç susmadı. Ancak oyunun yapısı bu müdahalelerin hiçbirini dışlamamakta. Ahmet Saim’in de bu tür seyirci müdahalelerini çok başarılı bir şekilde kotardığını düşünüyorum. Keşke sahnelemedeki bu akışkanlık metne de sirayet edebilse. 


Eğer bir gün Gayb, biçimsel anlamda kendini yenileyip iyi dramaturjik dokunuşlarla şekillenirse o zaman dolabın içindeki ses yalnız kalmayacak. Belki yurtdışındaki sahnelerde de yankılanacak. Yolu umarım açık olur. 

Not: Yazı içindeki fotoğraflar gaybonline adındaki oyunun resmî instagram hesabından alınmıştır.



Yorumunuzu bırakın