26 Şubat 2025 Çarşamba

Tevafuk: Otel Odasındaki Ütopya

Hakkı Yüksel  |  Ed. Seda İstifciel

Bundan yıllar önce bir sivil toplum kuruluşu desteğiyle gerçekleşen “insan kütüphanesi” adındaki etkinliğe katılmıştım. Kütüphane, ziyaretçilerine “canlı kitaplar” olarak adlandırılan gerçek insanlarla birebir sohbet ederek onların hayat deneyimlerini öğrenmelerine olanak tanıyordu. Diyalog yoluyla ön yargıları kırma, empati geliştirme, farklı hayat hikâyelerini direkt muhatabından dinleyerek anlamaya çalışmayı mümkün hâle getiren şahane bir etkinlikti. Canlı kitaplar; belirli önyargılara maruz kalmış, çoğunlukla mağdur edilmiş, toplumsal temsili az olan gruplardan gelen bireylerden oluşuyordu. Hükümlü, seks işçisi, mülteci, şizofren, engelli, vegan, LGBT+ gibi çok çeşitli kategoriler içinden istediğin canlı kitabı seçebiliyor ve bu özelliği haiz insanla bir köşeye çekilip sohbet edebiliyor, ona aklındaki soruları sorabiliyordun. Seçtiğim canlı kitaplardan biri bir queer bireydi.

Beni bir köşeye aldılar. Canlı kitabın yanıma gelmesini beklerken aklımda çeşitli sorular kurdum. Bana kimliğini kabul etme sancılarından, iç çatışmalarından söz edeceğini düşündüm. Ne var ki böyle olmadı. Karşıma çıkan kişi temsil ettiği kimliği politik bir duruş olarak hiçbir zaman bir zırh gibi kuşanma ihtiyacı hissetmemişti. Çünkü bir zırha ihtiyacı olmamıştı. Maddi yönden hayli kuvvetli, köklü ve üst sınıfa ait bir ailenin üyesi, ayrımcılıkla hiçbir zaman yüzleşmemiş, Türkiye’deki LGBT+ mücadelesi hakkında hiçbir bilgisi ve ilgisi olmayan, cinsel yönelimlerin toplumsal olmadığını savunan, kelimenin tam anlamıyla “züppe” bir tiple karşı karşıya kaldım. Âdeta bir Netflix dizi karakteriyle karşı karşıya oturuyordum. 

Yıllar önce karşılaştığım bu “canlı kitabı” şimdi düşündüğümde tiyatromuzdaki queer temsilleri geliyor aklıma. Stereotipleştirilen, hatta karikatürleştirilen karakterleriyle farkında olmadan heteronormativiteyi tekrarlayan, toplumsal normları tartışmaya açması gerekirken toplum ahlâkı altında ezilen, genellikle trajik sonlarıyla ya “Eşcinsellik yıkım getirir.”  algısını pekiştiren ya da ucuz bir mağdur edebiyatı yaratan, kimliği objeleştiren korkunç sahne hikâyelerimiz… Peki iyi niyetlerle yazılıp sahnelendiğini umduğum bu oyunlardaki eksik nedir? İşte o eksiği Şâmil Yılmaz’ın yazdığı, Cevriye Demir’in yönettiği, geçtiğimiz 14 Şubat’ta prömiyerini yapan Mekân Sahne prodüksiyonundaki Tevafuk adlı oyun keşfetmiş. 

Tevafuk, bütün klişelerin toplamından nasıl özgün bir iş çıkarılabileceğini gösteriyor alımlayıcısına. Bunun sağlayıcısı da kesinlikle doğru bir dramaturji. Oyun, queer kimliklerin yalnızca cinsiyet kimliği veya cinsel yönelimle sınırlı olmadığını fark ederek heteronormatif normları; sınıf, statü, etnisite gibi başka ve çeşitli kimlik katmanlarını da hesaba katan kesişimsel bir dramaturjik yaklaşımla tartışıyor. Koma Sahnesi’nde izleme fırsatı yakaladığım oyunda farklı toplumsal sınıflardan gelen aynı yaşlardaki iki gençle tanışıyoruz: Halit ve Yusuf. Biri ilk cinsel deneyimini yaşayacak zengin, muhafazakâr bir ailenin tek çocuğuyken diğeri bir eskort. Birbirlerinin mahallelerinden bile geçmeyen bu iki genç bir otel odasındadır. Konuşurlar, gülüşürler, dans ederler, öpüşürler, oyunlar oynarlar, âşık olurlar. Ama otel odasının dışındaki gerçekler etraflarını sarıp sıkıştırır onları. 


Tüm ögeleriyle melodram klişelerine sarılan oyun, kültürümüzde çok sevilen bu melodram formunu bir yapı bozuma uğratıyor. Başka bir bakış açısı geliştirerek sıradan hikâyenin içinden özgünlük çıkarmayı başarıyor. Kendi içinde şarkılarla dört küçük epizota ayrılan tek perdelik oyun zaman geçişini de bu yolla ustaca çözüyor. Sahne geçişlerinde kullanılan şarkılar oyunun tonuna, hikâyenin içeriğine son derece denk düşüyor. Sadece tek bir yataktan oluşan minimal bir dekor tercih edilmiş. Oyuncular kostümlerini sahnede, geçişler sırasında değiştiriyor. Kullanılan kostümler karakterlerin sınıfsal farklarını yansıtan türde seçilmiş. Öyle ki oyun başlamadan yatağın çevresinde duran oyuncuları incelerken dahi sadece kıyafetlerine bakarak sosyal statüleri hakkında fikir yürütebiliyoruz. Elbette bunda sadece kostümler değil, oyuncuların postürlerinin de katkısı var. Mehmet Berkay Baygın ve Erdinç Kılıç şahane, tempolu ve cesur bir performans ortaya koyuyor. Baygın’ın rahat, hatta lakayıt jestleri, Kılıç’ın utangaç ve kaçıngan tavırları Halit ve Yusuf’u son derece iyi yansıtıyor. İki oyuncu da bedenlerini o kadar iyi kullanıyor ki bu oyun repliksiz oynansaydı da karakterler arasındaki sınıf farkını sezebilirdik gibi geliyor. 

Queer temsillerin olduğu oyunlarda seyircinin algısını yönetmek de önemlidir. Oyuncuların sahiciliği alımlayıcıda duygusal bir etkiyle karşılık buluyor. Yönetmen Cevriye Demir de sahne matematiğini gerçekten iyi kurmuş. Metnin gerilimi, karakterlerin neşesi, öfkesi sahneye çok iyi yansıtılmış. 

Oyunun alametifarikalarından biri de “oyun içinde oyun” tekniğiyle seyircinin metatext düzlemine çekilmesi… Halit ve Yusuf, aşkın kırılgan doğası içinde debelenirken sosyal sınıfın katmanları arasında köprüler inşa etmeye çalışıyor. Yusuf, Halit’e “aldığı paranın hakkını vermek” adına sözüm ona mentörlük yaparak ilişki tavsiyelerinde bulunuyor. Bunun için de çeşitli “roleplay”ler gerçekleştiriliyor. Bu oyunların kimi eğlenceli kimi hayli yıkıcı ve yaralayıcı oluyor. Karakterler sosyal rollerinin gölgesinde bir tür satranç oyunu oynuyorlar. 

Eric Berne’in oyun teorisi ve transaksiyonel analiz kuramı, insanların ilişkilerinde bilinçdışı roller oynadığını ve bunların belirli kalıplar çerçevesinde şekillendiğini öne sürer. Berne’e göre, insanlar iletişimde ebeveyn, yetişkin ve çocuk benlik durumlarından birine bürünerek etkileşime girer. Tevâfuk’ta da karakterler arasında bu roller sürekli değişir. Muhafazakâr ailenin çocuğu, başta "yetişkin" gibi görünse de içinde "korunmaya muhtaç çocuk" yanını taşır. Eskort karakter ise, zaman zaman "eleştirel ebeveyn" kimliğine bürünüp karşısındakinin çelişkilerini yüzüne vurur. Ancak bu dinamikler sabit kalmaz; güç sürekli el değiştirir ve izleyici, onların hem psikolojik hem de toplumsal düzeyde nasıl dönüştüğünü izler. Bu “oyun içinde oyun” tekniğini seyircinin duygusal etkileşimine bilinçli bir ket vuruş olarak değerlendirdim. Alımlayıcı böylece olaylara daha düşünsel bir perspektiften bakıyor ve kendini oyunun teması üzerine akıl yürütmeye zorluyor. Ayrıca karakterler arasındaki oyunlarda gücün el değiştirmesi, sahnelemeyi, önündeki arabesk tondaki mağdur edebiyatı tuzağına düşmekten koruyor.

Aşkın ideolojik inşası oyunda başarılı bir şekilde oluşturuluyor. Karl Marx, aşkın ekonomik ve sınıfsal temellerden bağımsız düşünülemeyeceğini ileri sürer. Aile, Özel Mülkiyet ve Devletin Kökeni eserinde Engels, aşkın feodal ve burjuva toplumlarında ekonomik ilişkilerden doğrudan etkilendiğini savunur. Tevafuk da bu tür kuramları destekler niteliktedir. 


Aşkın özgür olabilmesi sadece sınıfsız bir toplumda mümkündür. Hele ki aşk, zengin ve fakir iki erkek arasında geçiyorsa hem ekonomik tahakküm hem de heteronormatif toplumun baskısı nedeniyle iki kat fazla bariyerle karşılaşır. Bu aşk, ya zengin partnerin kültürel sermayesiyle "bohem bir deneyime" dönüşerek eşitsiz bir ilişkiye evrilir ya da fakir partner için kaçış noktası haline gelerek öz değerini zedeler. Gerçek bir özgürlük ancak bu tahakküm mekanizmalarının farkına varılıp mücadele edildiğinde mümkün olabilir. Yusuf ve Halit için bu mümkün hâl, şimdilik yalnızca otel odasının sınırları içindedir. Karakterler, aylarca ayrılamadığı odada aslında kendi ütopyalarını kurmuşlardır. Fakat gökkuşağının renkleri yalnızca otellerin neon ışıklarından mı ibarettir? Ya da o renkler bir otel odasının dört duvarına sıkışıp kalabilir mi?

Not: Fotoğraflar, “mekansahne” instagram hesabından alıntıdır. 


Yorumunuzu bırakın