25 Şubat 2025 Salı

Ahmet Vatan ile Yazarlık Üzerine

Kumru Yaren Cengiz  |  Ed. Seda İstifciel

Son günlerde, Oğul romanıyla adından sıkça söz ettiğimiz başarılı senarist, yazar Ahmet Vatan ile kariyeri ve yeni kitabı hakkında konuştuk. Keyifli okumalar dilerim. 


Öncelikle sizi, sizden tanıyabilir miyiz Ahmet Bey?

A.V: 1985 yılında Belçika’da doğdum. Ben çok küçükken ailem Türkiye’ye geri göç etmeye karar vermiş. Lise, lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimimi Turizm İşletmeciliği alanında tamamladım. 15 yıl turizm alanında farklı kurumlarda akademisyen olarak çalıştım. Bilimsel kitaplar, kitap bölümleri, makaleler ve bildiriler ürettim. 2022’den bu yana akademik kariyerimi Hollanda’da sürdürüyorum. Kendimi bildim bileli yazıyorum. Devlet üniversitelerinde çalıştığından dolayı yıllarca mahlasla yazarlık yaptım. Netflix’te yayınlanan Fatma’da (2021) hikâye editörü, Asaf’ta (2024) ise senarist olarak çalıştım. Bu yıl Disney Plus’ta yayınlanacak Aşkı Hatırla (Reminder) dizisinin ise orijinal hikâyesini yazdım. Dizinin senaristlerinden de biriyim. Bu yıl ilk romanım Oğul, Ayrıntı Yayınları’nın yeni markası Düşbaz Kitaplar’dan yayımlandı. Eğer üç sene önce kendimi tanıtmamı isteseniz ‘‘Ben bir akademisyenim ve aynı zamanda hikâyeler yazıyorum,” derdim. Bugün kendimi daha çok bir hikâye anlatıcısı olarak görüyorum.

Belçika'da doğup Türkiye'de büyümüş biri olarak, farklı kültürel deneyimleriniz yazılarınıza nasıl yansıyor? Bu çok kültürlü geçmiş, karakter ve hikâye oluşturma süreçlerinizi nasıl etkiliyor?

A.V.: Ailem Belçika’dan Türkiye’ye döndüğünde çok küçükmüşüm. Hayal meyal hatırlıyorum. Ancak tabii ki aile fertlerinden dolayı çok kültürlülükle büyüyorsunuz. Üç sene evvel Hollanda’ya göç ettim. Kaderde göçmenlik varmış demek ki. Ben yurtdışı yaşam tecrübelerinden daha ziyade Türkiye’nin farklı coğrafyalarından öğrencim olmuş bireylerden çok şey öğrendim. Duygu, düşünce ve kültür dünyam onlar sayesinde zenginleşti aslında. Çok çeşitliyiz. Bu sebeple de onlar sayesinde heybeme birçok renk doldurabildim. Özellikle karakter ve hikâye oluşturmadaki nüanslarda bu renkler bana çok yardımcı oluyor.

Yazarlık kariyeriniz boyunca sizi en çok etkileyen yazarlar veya eserler hangileri oldu? Bu isimlerin çalışmalarınıza nasıl bir etkisi oldu?

A.V.: Türkçeyi çok iyi kullanan yazarlara hep imrenmişimdir. Hasan Ali Toptaş bu listenin başında yer alır. Ancak malum sebeplerden dolayı metinlerine mesafeliyim. Barış Bıçakçı yine listemin başında yer alan isimlerden biridir. Mahir Ünsal Eriş’in yalın dilini çok severim. Jean Christophe Grange’ın eserlerindeki kurguyu da incelemek hep öğretici gelmiştir. Bu isimleri okuyor olmanın bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde muhakkak kalemime etkisi vardır. Ancak net olarak belirtebileceğim bir husus yok. Çünkü olabildiğince yolumu kendim bulmaya çalışan bir hikâye anlatıcısıyım.

Yazma rutininiz ve ilham kaynaklarınız nelerdir? Özellikle üretkenliğinizi artırmak veya tıkanıklıkları aşmak için benimsediğiniz yöntemler var mı? Türk edebiyatında en çok hangi yazarlarla bağ kuruyorsunuz? Geçmişten veya günümüzden isimler olabilir.

A.V: Aklıma bir hikâye düştüğünde ivedi masaya oturup yazmaya başlamam. Karakterle günler geçirmek isterim. Garip duyulabilir. Ancak günlerce o karakterle empati kurmaya çalışırım. Mesela bugünlerde bir film üzerine çalışıyorum ve günlerim altmışlarında bir yazarla geçiyor. Duygusal olarak kırgın biri. Ben de onun duygusunda günlerimi geçiriyorum. Karakter zihnimde iyice ete kemiğe büründüğünde ve günlük hayatta bunu yapar, bunu yapmaz dediğimde masa başına geçip yazmaya oturuyorum. Yazarken tıkandığım anlarda uzun yürüyüşler yaparım. Her hikâye için özel şarkı listem vardır. Bunları birer hatırlatıcı gibi de kullanırım. Bazen bir hikâyeyi yazmak için seyahat ederim. Bu kendimi her zaman yaşadığım yerden, dünyadan soyutlamama da yardımcı olur. Safa Önal Vesikalı Yarim, Asiye Nasıl Kurtulur ve Dönüş filmlerinin senaryoları ile Yavuz Turgul ise Sultan, Fahriye Abla ve Muhsin Bey filmlerinin senaryolarıyla beni çok etkilemiştir

Akademik geçmişinizin yazarlık ve senaristlik kariyerinize nasıl bir katkısı oldu? Akademisyenlik deneyimleriniz, hikâye anlatımınıza nasıl yansıyor?

A.V.: İkisinde de fikir emekçisisiniz. Akademisyenliğin getirdiği disiplini yazarlık kariyerimde, yazarlık kariyerinin getirdiği yaratıcılığı ise akademik üretimlerimde kullanıyorum. Bir şekilde birbirlerine hizmet ettiklerini söyleyebilirim. Benim için mola noktası oluyorlar. Akademik çalışmalardan yorulduğumda ya da tıkandığımda yazarlığa, yazarlıkta tıkandığımdaysa akademik çalışmalara sığınıyorum. Bu vesileyle de üretmeyi ve çalışmayı hiç durdurmuyorum. Bu sene 15. yılım akademide. Binlerce öğrenci tanıdım. Onlar vasıtasıyla da farklı aileler, farklı kültürler, farklı insan hallerine tanık oldum. Bu durum da benim duygu ve düşünce dünyamı çok zenginleştirdi.

 "Fatma" ve "Asaf" gibi başarılı projelerde senarist olarak yer aldınız. Bu projelerin başarısı, gelecekteki çalışmalarınız için size nasıl bir motivasyon sağladı?

A.V.: Hikâye anlatıcısı olarak insanlarla aynı duyguda buluşmayı çok kıymetli buluyorum. Belki de yazarlık yapmamın en temel motivasyonlarından birisi de bu. Fatma ve Asaf dizilerinin bu denli geniş kitlelere ulaşmış olması ve izleyenlerle aynı duygu denizinde yüzüyor olmak hem mutluluk hem de gurur verici. Bu duygular da yeni hikâyeler için sizi harekete geçiriyor. Anlayacağınız hikâye severlerle her yeni buluşma, duygu denizini büyütüyor, bu da beni yeni hikâyelerin peşine düşürüyor. 

Senaristlikten roman yazarlığına geçiş sürecinizde, farklı yazım disiplinleri arasında nasıl bir denge kuruyorsunuz? Bu geçiş, yaratıcı süreçlerinizi nasıl etkiledi?

A. V.: Oğul’u yazmaya aslında Fatma ve Asaf projelerinden önce başlamıştım. Ancak bu projelerin trafiği daha yoğun olduğu için Oğul’u bitirmeyi daha sakin bir zamana ertelemiştim. Asaf dizisinin senaryosunu kilitlediğimizde artık sadece benim kalemimden çıkmış bir hikâyenin yola çıkması gerektiğine inandım ve Oğul’u bitirdim. Ben senaryo yazma ile roman yazma arasında çok büyük farklılıkların olduğunu düşünmüyorum. En azından benim için zorlu bir süreç olmadı. Çünkü bence sanatın her formunda hikâye anlatıcılığı var. Bu sebeple ben de kendimi senarist ya da yazar olarak tanımlamak yerine hikâye anlatıcısı olarak tanımlıyorum. 


Senaryolarınızda ve romanlarınızda karakter yaratımında nelere dikkat ediyorsunuz? Okurun/izleyicinin karakterle bağ kurabilmesi için olmazsa olmaz dediğiniz bir unsur var mı?

A.V: Her ne yazarsam yazayım dikkat ettiğim ilk husus, gerçeğe yakın olması ve duyguya dokunması. Hikâye severin karakterle bağ kurabilmesi için karakterin neden öyle olduğunu, neden öyle davrandığını bilmesi gerekir. Zaten karakterin katmanlarında da hikâye severe bunu vermelisiniz ki karakteri gerçek bulsun ve onunla bu yolculuğa çıkmaya karar versin. Karakteri sevip sevmemesi bence çok önemli değil. Aslolan o karakterin gerçekliğine inanması…

Oğul romanınızda, baş karakter Barış'ın içsel yolculuğu ve aile ilişkileri derinlemesine işleniyor. Bu karakterin hikâyesini oluştururken sizi en çok etkileyen veya ilham veren unsurlar nelerdi?

A.V.: Oğul’un hikâyesinin fitilini bir arkadaşımla kamp ateşi başında yaptığımız bir sohbet ateşledi. Babasının ona kavun alıp geldiğinden, ancak kavunu hiç sevmediğinden bahsetmişti. O gün aynı çatı altında aile bireylerinin birbirlerini ne kadar tanıyıp tanımadığını sorgulamaya başladım. Özellikle benim kuşağım ve benden bir önceki kuşağın ebeveynleri duygu paylaşımı konusunda biraz sınırlı bence. Sadece çocuklarına karşı değil, hayatlarını paylaştıkları, aynı yastığa baş koydukları insanlara da karşı… Oğul’un temelini bu sorgulamalar oluşturdu. 

Romanınızda aile içi iletişimsizlik ve bireylerin birbirini tanımaması temaları öne çıkıyor. Bu temaları işlerken kendi yaşam deneyimlerinizden veya gözlemlerinizden nasıl faydalandınız?

A.V: İyi bir gözlem yeteneğim olduğuna inanıyorum. Çoğu yazarın olduğu gibi… Buna da bir de yüksek empati eklenince hikâye biriktirirken çok zorlanmıyorsunuz. Tabii bu bazen benim adıma yorucu olabiliyor. İnsanları dinlemeyi çok severim. Özellikle yakın arkadaşlarımın benimle paylaştıkları duygu dünyamı çok zenginleştirdi. Hayatta her şeyi kendiniz isteseniz de tecrübe edemezsiniz. Görerek ve duyarak tecrübe ettikleriniz de yazdığınız hikâyeleri besliyor. Burada özellikle hatırda tuttuğum; her şeyin, her duygunun, her durumun insanlar için olduğu. Bu sebeple olabildiğince düşük bir etnosentrizmle dinlemeye çalışıyorum insanları. 

Yazarken en çok hangi duygunun peşinden gidiyorsunuz? Öfke, hüzün, umut?

A.V: Bu aralar en çok aşkın peşine düşüyorum. Aşkın getirdiği yüksek duygulara… Güzel yarınlara, kırılan kalplere, kavuşma ümidine… Çok sıkışık bir dünyada yaşıyoruz. Sadece bizim memlekette değil, tüm dünyada gri bir hava hâkim. Ondan sanki hikâye severe iyi hissettirecek şeyler yazmam gerekiyormuş gibi hissediyorum. Aşkı Hatırla dizisinin orijinal hikayesini de tam bu motivasyonla yazmıştım. Aşkı arayan, aşkı özleyen ya da uzun ilişkisinde aşkı unutmuş insanlara aşkı hatırlatmak istedim. 

Bir hikâyenin anlatılmaya değer olup olmadığını nasıl anlıyorsunuz?

A.V: Hikâyedeki karakterlerle zaman geçirdikçe kendini belli ediyor. Karakterle empati kurup onunla üzülmeye, sevinmeye, heyecanlanmaya başlayabiliyorsam; bu başkasına da dokunur diyorum. Önce yazdığınız hikâyeye kendinizin inanması, hikâyenin önce size dokunması gerekiyor. Eğer sizde yaprak oynatmıyorsa hikâyeye duyduğunuz heyecan da zamanla azalıp gidiyor zaten. Bir de bilgisine, tecrübesine ve yaratıcılığına çok güvendiğim bir iki insan var. Onlara anlatıyorum. Onları da heyecanlandırabiliyorsa hikâye, üstüne çalışmaya değer olduğunu varsayıyorum. 

Bazı yazarlar hikâyelerinin karakterlerini yaşarken ‘duymaya’ başladıklarını söyler. Sizde de böyle anlar oluyor mu?

A.V: Keşke sadece duyuyor olsak. İnanın son haftalarım yeni yazdığım karakterin kalp ağrısıyla geçti. Halbuki şu an hayatımın en keyifli zamanlarından birindeyim. Harika giden bir romantik ilişkim var, akademik hayatımda da yazarlık kariyerimde de çok üretken olduğum bir dönemdeyim, yeni dizimizin seti bitmiş, harika geçmiş… Ama gelin görün, bu altmışlarındaki yazarın duygu dünyası, yaşadıkları ve hikâyesi beni duygusal olarak epey yordu. Bunu Oğul’da Barış’la da çok yaşamıştım. Umarım yeni yazdığım film de Oğul kadar içime siner. 

Daha önce çalıştığınız yapımlarda kolektif bir üretim sürecinin içindeydiniz. Roman yazarken yalnız olmanın avantajları veya zorlukları oldu mu?

A.V: Kolektif çalışmalarda çok özgürdüm. O sebepten bir sınırlama, kısıtlama ya da fikir ayrılığı gibi bir süreç yaşanmadı. Ancak Oğul’u yazarken bazen kayboldum. O zamanlarda yalnız olmanın zorluğunu çektim. Ancak bunu bir öğrenme süreci olarak gördüm. Dümeni bırakmadım ve gemiyi kıyıya yanaştırabileceğime inandım. Öyle de oldu. Yalnız yazmak müthiş bir özgüven kazandırdı. Şimdi daha gür bir şekilde ‘‘Ben bir hikâye anlatıcısıyım,’’ diyebiliyorum. Bunun cesaretiyle de kendi başıma bir sanat filmi yazmaya oturdum. Hiçbir mesleğin kolay olmadığını düşünüyorum. Ancak her zorlukla korkusuzca mücadele etmenin kendi yolculuklarımıza çok şey kattığına inanıyorum.

Kitabınızın ileride bir film veya diziye uyarlanması konusunda planlarınız var mı? Varsa, bu süreçte nasıl bir rol üstlenmeyi düşünüyorsunuz? Yazdığınız senaryolarda yönetmenler ve yapımcılarla nasıl bir denge kuruyorsunuz? Bir yazar olarak hikâyenizin değişime uğraması sizin için zorlayıcı mı?

A.V: Şu an Oğul’un senaryosunun üzerine çalışıyorum. İlk taslağı bitti. Hikâyeye nasıl takla attırabilirimin üstüne çalışıyorum. Yaz sonu sette olmasını arzu ediyorum. Ancak projede aynı pencereden bakabildiğim bir yapımcıyla çalışmak istiyorum. Görüşmelerimiz sürüyor. Bugüne kadar olan işlerde yönetmen de yapımcı da işin her sürecinde var olmamı istedi. Yani aslında bu projelere senaristlikten öte hizmette bulundum. Oğul sürecinde de aynı olacağını düşünüyorum. Farklı olarak Oğul projesinde farklı bir yönetmenle çalışmak istiyorum. Eminim bu çok öğretici olacaktır. Bugüne kadar yazdığım hiçbir şey büyük bir değişime uğramadı. Ancak yapımcı ve yayıncının fikirlerine önem verdiğimi söylemek isterim. Onların tecrübe ve öngörüleri projelere olumlu katkı yaptı hep. Hepimiz iyi bir hikâye anlatmak için bir aradayız. Bunu akıldan çıkarmamak işinizi kolaylaştırıyor. 

Sizi Ahmet Vatan yapan kırılma anları nelerdi?

A. V.: Köpeğimi çok ani bir şekilde kaybettim. Hayattaki en büyük kırılma anlarımdan birisi oydu. İkincisi yurtdışına yerleşme kararım. Kendim için yaşamayı öğrendim burada. Bu hayatın biricik ve benim olduğunu anladım. Ben ne istersem onu yaşarım, ben ne istersem onu yaparım. Bu sayede hayatımdaki bazı dengeler değişti. Bir de çok verici bir arkadaştım. Bazı yakın arkadaşlıklarımla alma verme dengesinde zarardaydım. Onları dengeledim. Bazı arkadaşlıkların, bazı ilişkilerin hayat boyu sürmesi gerekmediğini öğrendim. Bu da benim için bir kırılma ânıydı.

Kendi kariyerinizde dönüp baktığınızda “Bunu yapmasaydım farklı bir yerde olurdum,” dediğiniz bir karar var mı?

A.V: Eğer Türkiye’de akademiye devam ediyor olsaydım, şu an olduğum yerde olmazdım. İyi ki Türkiye’de akademisyenliğe devam etmeme kararını verdim. Şu an kurduğum dengeden çok memnunun. Yeni yazacağım hikâyeler için de Hollanda’da yürüteceğim akademik araştırmalar için de çok hevesli ve heyecanlıyım. 

Gelecek projeleriniz arasında farklı türlerde eserler veya yeni işbirlikleri bulunuyor mu? Özellikle keşfetmek istediğiniz yeni alanlar veya konular var mı?

A. V.: İlk önce Oğul’un filmini yapmak istiyorum. Sonrasında altı farklı aşk halini anlattığım “Anadolu’dan Sevgilerle” projem var. Onu ya dijital bir platforma dizi yapacağım ya da öykü kitabı olarak hikâye severle buluşturacağım. Üstüne çalıştığım sanat filmini bu sene bitirmek istiyorum ve başka bir ülkede yapmak istiyorum. Ben sanatın her formunda hikâye anlatıcılığı olduğuna inanıyorum. Bu sebeple de iki şarkı sözü yazdım. Çok ortak tanıdığımız var ancak şarkı sözlerini yazdığım sanatçılarla hayatın bizi bir araya getireceğine inanıyorum ve o ânı bekliyorum.


Yorumunuzu bırakın