30 Nisan 2025 Çarşamba

Çağımızın Tante Rosa’sı: Gözbağcı Kübra

Hakkı Yüksel  |  Ed. Seda İstifciel

Latife Tekin Unutma Bahçesi adlı romanında “Unutamayacağınız bir şey görüp unutmak isterseniz bir hikâye başlıyor.” diyor. Animus Tiyatro prodüksiyonuyla, Melih Salgır ve Sertaç Sayın’ın yönetmenlikleriyle sahnelenen Gözbağcı, tam da böyle bir hikâyeyi sahnelemekte. Keçiören’de bir yuvada büyümüş Kübra’nın unutmak uğruna türbelere gittiği, “günaha girmeyi göze alıp” alkole sığındığı; ama yine de unutamadığı anılarını dinliyoruz. 

Deniz Ekinci’nin başarıyla canlandırdığı Kübra, içine doğduğu dünyaya sığamayan, dayatılan rolleri reddeden ya da en azından sorgulayan, kırılgan ama dirençli bir kadın figürü…Hayatına hep dışarıdan bakmak zorunda kalmış, sevilmek istemiş, arzularına yabancılaşmış, dışlanmış, vicdan yükleri taşımış, sesi bastırılmış ama yine de “kendini anlatma hakkı”ndan vazgeçmemiş biri. Elinden alınan ihtimallere, yüzüne inen sillelere rağmen kendi küçük mucizelerinin peşinden koşan; bazen bir sihir numarasıyla, bazen kendine özgü mizahıyla, bazen kıvrak Mezdeke dansıyla, bazen de kırık kahkahasıyla direnen bir birey. Bu bağlamda Kübra’yı izlerken aklıma ister istemez başka bir Ankaralı geliverdi: Sevgi Soysal. Ve yine onun yarattığı Tante Rosa karakteri. Tante Rosa’nın ve Kübra’nın kırılgan dirençleri gerçekten birbirine çok benziyor. İkisi de hayatla cebelleşen, toplumun kendilerine biçtiği rollere sığmayan, sonunda kendi yollarını kazıyarak açan kadınlar. “Tante Rosa, bütün kadınca bilmeyişlerin tek adıdır.” Soysal’ın karakterini tanımlarken kullandığı bu cümle, hissettiğim bu benzerliği olması gereken zemine oturtuyor. 


Kübra’nın hikâyesi Soysal’ın tabirindeki “tüm kadınca bilmeyişler”e dahilse oyun boyu dinlediğimiz hikâye, yalnızca Kübra’nın hikâyesi olmaktan çıkıyor. Türkiye’de artan toplumsal gerilimler, kadına yönelik şiddetin tırmanışı, özgürlük alanlarının daralması ve sınıf eşitsizliklerinin derinleşmesi düşünüldüğünde, Gözbağcı’yı bir sistem eleştirisi olarak ele almak mümkün. Oyun üstelik bu eleştiriyi melodrama kaçmadan, kahramanlaştırmadan, sahici bir trajikomedya diliyle gerçekleştirebiliyor. Kübra'nın hayatı, bugün Türkiye’de milyonlarca insanın hayatından farksız: Sistemin sunduğu illüzyonlara inanmak zorunda bırakılan, "seçme özgürlüğü" yanılsamasıyla avunan ve tüm yaşadığı travmalara rağmen hayatın sihirli bir gösteriye dönüşeceğine dair o küçük umudu asla kaybetmeyen insanlar... Dolayısıyla Kübra’nın sahnedeki varlığı sağlam bir karakter portresiyle beraber ideolojik bir üretimin temsili olarak da okunmalıdır. Daha oyun başlamadan seyirciyi sıcak bir gülümsemeyle karşılayan Kübra, sistemin nasıl işlediğini ilk andan itibaren bedensel olarak sahneler. Öznelliğimiz, iktidar yapılarına uyum sağlamaya koşullandırılmıştır; gerçeklik, hoşnutluk ve rıza üretimi üzerinden kuruludur. Eğer bir uyumsuzsanız işte o zaman unutmak isteyeceğiniz anılar biriktirirsiniz. Sihirbazlık numaraları bir eğlence unsuru olmakla beraber gerçekliğin, kapitalist toplum tarafından nasıl ustalıkla manipüle edildiğinin metaforudur. Kübra’nın sistemden öğrendiği budur. Bu edimiyle de para kazanmaya çalışır. Kapitalizm, toplumu soğuk baskılar yerine sıcak rızalarla yönetir. Kübra’nın neşeli ve samimi tonu onu çok sevmemizi ve onla özdeşim kurmamızı sağlarken ideolojik manipülasyonun da bu şekilde işlediğine işaret eder.  Böylece Gözbağcı, bu sıcak rızanın nasıl üretildiğini gösterir ve kendi sahnesini de bu eleştiriye dâhil eder.

Kübra, ilk repliklerinde seyirciyle bir şeyleri unutmak istediğini paylaşıyor. Sonra unutamadığından dem vuruyor. Yani karakter daha ilk sahnede hem arzusunu hem de çatışmasını açık ediyor. Fakat hemen sonrasında ilginç bir şey oluyor: Kübra anlatmaya başlıyor. Psikanalize göre anlatmak bir bilgi aktarımından çok, bastırılmış olanı bilinç düzeyine taşımanın yoludur. Bu anlatıda bazen kekelemeler, kopukluklar yaşanıyor. Bilinçdışına itilmiş olanlar zorla yüzeye çekiliyor. Öyleyse Kübra unutmak mı istiyor, yoksa hatırlamak mı? Oyunun dramaturjisi, bu çelişkiyi bastırmaz. Aksine, metnin kırılganlığı da sahnenin ruhu da buradan beslenir. Unutmanın tereddütlü bir mimarisi vardır. Kübra belki de seyirci önünde unutmuş gibi yapmanın imkânlarını yokluyor. Travmalarını başkalarının bakışlarına açık ederek yaşadıklarını yeniden inşa etmeye çalışıyor.  

Oyunda Kübra’nın anlatarak seyirciyle paylaştığı hafıza inşa süreci çok iyi bir bağlama oturtulmuş. Anlatı tiyatrolarında şu handikap vardır. Kime anlatılıyor bu hikâye, neden şimdi, neden burada? Seyir, elbette tiyatronun tiyatro olduğunu bilir vaziyette bir ön kabulle başlar. Ancak seyircide bazen bu soruları sorma ihtiyacı belirir ki bu da bir düzensizliğe işaret eder. Oysa Gözbağcı oyununun yapısal zekâsı bu problemi çözüyor. Bu anlatının bir adresi var. Kübra, ilk kez kendi alanını kurmuş bir kadın olarak, seyircisini seçiyor. Sihirbazlık gösterisi için o anda bulunduğumuz tiyatro salonunu kiralamış. Bu seçme hali, hafızanın kimlerle paylaşılıp kimlerle paylaşılmadığına dair de etik bir zemin oluşturuyor. Bir kadının kendi travmasını paylaşmak için sahne kiralaması, aynı zamanda bir inşa eylemidir. Unutmanın, bastırmanın, yok saymanın karşısına geçip “Yine de anlatacağım!” diyen bir inşa. Kübra, anlatısını trajik bir yıkıntıdan yükseltmiyor. Oyun, unutmayı bir kurtuluş yolu değil de bir strateji olarak ele alıyor. 


Sertaç Sayın’ın büyük bir ustalıkla, çok katmanlı bir şekilde ördüğü oyun metninde dikkat çekici bir diğer unsur Kübra’nın anılarındaki erkek karakterlerin isimsizliğidir: Seküler çocuk, solcu çocuk, fantezi adam, koca, müdür baba… Bu isimler, bireysel kimliklerden çok, Kübra'nın travmatik deneyimlerinde yer etmiş arketipsel figürleri işaret ediyor. Kapitalist patriyarka, bireysel kimliği siler ve yerine statülerin, işlevlerin ve iktidar ilişkilerinin egemenliğini koyar. Kübra’nın hayatında büyük etkiler yaratmış bu karakterler de bireysel farklılıkları yerine sistem tarafından belirlenmiş rolleriyle ön plana çıkıyor. Ve tek bir erkek karakterin, “Mete Abi”nin adının olması -onun da queer bir kimliğe sahip oluşu- normatif erkeklik modelinden sapmanın, bastırılmamış, bastırılması gerekmemiş bir ilişki biçimini temsil etmesi açısından anlamlı. Ayrıca Mete gibiler, yani sistemin dışında kalanlar, isimsizliğe mahkûm edilmek yerine, tehlikeli bir farklılıkla işaretlenir. Mete, yatılı okulun eski öğrencisi; çocuklara sihir yapıyor, bir hocaya âşık olmuş. Oyundaki anlatı bu noktada durup hafifçe eğiliyor, sonra hızla toparlanıyor. Metnin queer damarının ince ama sarsıcı bir yankısı olarak kalıyor Mete'nin hikâyesi. Adeta Kübra'nın kırılgan hafızasında parlayan bir yıldız gibi.

Kübra’nın hayatı boyunca karşılaştığı her erkek onun kaderinde bir başka kırık açmış. Kendi üzerinde hiçbir zaman söz hakkı olmamış. Müdür saçlarını kesmiş, onu evlatlık alan aile kapanmasını istemiş, adını cami hocası vermiş. Her şey onun adına seçilmiş, belirlenmiş. Sahnede Kübra’nın kostümünü de buna uygun görüyoruz: Muhafazakâr bir ailenin tesettürlü, uzun etekli kızı. Bira hikâyesi, dansları, sihirbazlığa düşkünlüğü, içindeki muzip kişiliği kostümüyle kuvvetli ve başarılı bir tezat oluşturuyor. 

Sahnedeki sade dekor kullanımı hikâyenin nahif yapısıyla gayet uyumlu. Sahnenin sağında bir çanta, solunda da bir kutu görüyoruz. Kapalı çanta ve kutu Kübra’nın henüz bilmediğimiz bilinci gibi. Anlatı sürecinde o bilinci de o bilincin yansıması sayılabilecek göstergeleri de görüyoruz. Kutulara saklanmış sihirbazlık araçları bir bir seyircinin önüne çıkarılıyor. Bazı numaralar seyirciyi şaşırtırken bazı acemice numaralar güzel bir yabancılaştırma efekti yaratıyor. Kübra’nın ışıkçı “Eren Bey’le” (Eren Uğurhan) sürekli iletişimde olması oyuna hem tatlı bir sıcaklık katıyor hem de Kübra’nın kendi anlatısındaki yönetim ve inşasını işaret ediyor.


Oyunun final sahnesinde ışıkların gecikmesi ve ses ritminin kaçması duygusal hissi çok yüksek önemli bir sahneyi bence sekteye uğrattı. Muhtemelen bu, izlediğim oyuna has bir teknik aksaklıktı. Oyun boyunca Kübra’nın kulak çınlamaları da oyuncunun mizanseniyle çok paralel gitmedi. Ama bu pürüzler hikâyenin ruhuyla da bütünleşiyor biraz. Hatırlama sürecinin kusurlu oluşunun sahnelemeye de yansıyışı gibi yorumlanabilir. 

Kübra’yı canlandıran, 25. Direklerarası Seyirci Ödülleri’nde en iyi tek kişilik kadın performans ödülülünün sahibi Deniz Ekinci, muhakkak takip edilmesi gereken bir oyuncu. Performansı çok yüksekti. Karakteri âdeta yaşayan Ekinci, seyirciyle kurduğu sağlıklı iletişim sayesinde de izleyenlerle arasında kuvvetli bir duygudaşlık oluşturabildi. Metin içinde Kübra’nın bilinçdışının ritüelistik dışavurumu olarak yorumlanabilecek sihirbazlık gösterilerinde de gayet başarılı bir performansa imza attı. 

Kübra'nın hikâyesinde, hepimizin bastırdığı bir çocuğun, unutulmuş bir hayalin ya da yarım kalmış bir cesaretin yankısını bulmak mümkün. Kübra, sistemin kadınlar üzerindeki ekonomik ve kültürel tahakkümüne bir başkaldırı içinde. Ama bu başkaldırı sadece bir illüzyondan mı ibaret? Gözbağcı, gerçekliğin kendisini sihirli bir gösteriye dönüştüren sistemlere dair acı bir farkındalık yaratıyor. Seyircinin gözlerini bağlamıyor; tam tersine, gözlerinin açık olduğunu sanırken nasıl görme yetisini kaybettiğini gösteriyor. Kaçırmayın. 

Not: Fotoğraflar animus sahne’nin resmî instagram hesabından alıntıdır.


Yorumunuzu bırakın