22 Ekim 2025 Çarşamba

Yürüyüşler Sergisi Üzerine Mimari Bir Deneme

Eren Can Altay  |  Ed. Seda İstifciel

Yürüyüşler sergisi ile mimarlık arasında doğrudan bir bağ kurmak belki de çok dolaylı sayılabilir. Özellikle ölçek ve malzemenin kullanımı üzerinden birbirleriyle pek alakalı olmadıkları gayet açıktır. Sergiyi ziyaret eden biri, gördüklerini ne bir şehirle ne de mimari ile bağdaştırma gereği duymaz. Hatta buna gerek de yoktur zira muhtemelen Damla Yücebaş da eserlerini hayata geçirirken bu şekilde bir bağ kurmamıştır. Ancak sanat dalları arasında bir bağ kurabilmek için doğrudan referanslar verilmesine gerek yoktur. Zira aynı sanat akımının hem resimde, hem heykelde hem de mimaride uygulanabilmesi bununla alakalıdır. 

Görsel ve pratik anlamda her ne kadar ayrı dursalar da, sanat dalları arasındaki bağ düşünsel bir düzlemde yer alır. Yani hem mimaride hem de plastik sanatlarda, aynı üslubu takip eden iki bambaşka eser birbirlerine görsel anlamda değil ancak düşünsel, teorik anlamda bağlıdırlar. Bu da disiplinlerarası eleştirileri aynı düzlemde ele almaya yarar. 

Yürüyüşler sergisi özelinde ise bu durum serginin öne çıkardığı tanımların ve kavramların, mimari ölçekte neye karşılık geldiği ve nasıl ele alındığı üzerinden yorumlanabilir. Sergiyi gezen bir ziyaretçi, tekstil üzerindeki desenlerin akışkanlığını ve ve kompozisyonlardaki doluluk ve boşluklar üzerinden oluşturulan estetik oluşumları incelerken, aklından aynı tasarım kavramlarının kentleri ve mimariyi de şekillendirdiğini düşünmeyebilir. Özellikle sünger çalışmalarda karşımıza çıkan 3 boyutluluk ve boşluk doluluk oranları, heykelvari bir alana giriş yaparken mimariye de yaklaşmaktadır. 

Boşluk ve doluluk, mimari tasarımın en temel unsurlarından biri olarak öne çıkar desek sanırım çok da hatalı sayılmayız. Özellikle temel mimarlık eğitimin ilk yıllarında öğrencilerin çokça karşılaştığı, katı bir küpün içini oyarak mekan yaratma ödevleri, mimarinin doluluktan çok boşluk ile ilgilendiğini öne çıkarır. Elbetteki mimarinin yarattığı boşluklar, fonksiyonelliğin katı çizgisi içerisinde betimlenir. Bu durumda yapı ölçeğinde boşluk domestik mekanı ya da özel alanı tanımlarken, kentsel ölçekte aynı durum kamusallığa karşılık gelir. Bu eğlenceli tezat, kent mekanının boş olarak nitelediği unsurun akışın ve sirkülasyonun gerçekleştiği sokakları ve meydanları tanımlamasındandır. 

Sergideki sünger eserlerde hissedilebileceği gibi boşluk esere bir muğlaklık katar. Malzemenin kendisinden kaynaklı kontrol edilemeyen boşluklar, eserin bütününde belirsiz bir cisimleşmeye yol açar. Bu eseri oluşturan dolu kısımlar mıdır yoksa boş kısımlar mıdır? 


İşte tam olarak bu belirsizlik, kentlerin oluşmasındaki ana temalardan biridir. Dışarıdan bakan biri mimarinin cepheler, yapılar, taşlar olduğunu düşünebilir. Ancak mimariyi gerçekleştiren doluluk mudur yoksa boşluk mudur? Bir kentli kültürünü oluşturan sadece fiziksel yapılar mıdır? Öyle olsaydı Bolu’nun Mudurnu ilçesine yapılan Şato Evleriyle bölgenin ya bir Ortaçağ Avrupa kentine ya da bir peri masalı diyarına dönmesi gerekirdi. İkisinin de olmadığı aşina olduğuna göre nedir bu kentleri kent yapan? 

Kentlerin boşlukları ve bu alanların belirsizlikleri bu sorunun cevabının önemli bir parçasını oluşturur. Bir belirsizlik, tanımı gereği potansiyelleri içerisinde barındırır. Tek bir anlamın ötesinde, öngörülemeyen bir ortama gebedir. Sokak ve meydanlar, kentin dolu, yani özel alanlarına nazaran, rastlantılara, karşılaşmalara ve muğlaklığa daha açıktır. Kent büyüdükçe bu muğlaklığın potansiyeli de artmaya devam eder. Bu kent kültürünün oluşması için en temel unsurlardan birini oluşturur. 

Tıpkı sergideki sünger gibi, o doluluğun arasındaki boşluklar, belirsizlikler ve tanımsızlıklar, malzemenin kendi cisimselliğinin ötesinde farklı bir durum yaratır. Artık tartıştığımız şey ne bir taştır ne bir binadır ne de bir süngerdir. İşte sanat ve mimari bu sayede birleşir. Çünkü gözümüzün önünde olan, anlamın yetersiz bir imajıdır ve yarattığı şey kendi cisminden çok daha fazlasıdır. 


Yorumunuzu bırakın