10 Eylül 2025 Çarşamba

İhtimaller Denizinde: “Takımyıldızları”

Hakkı Yüksel  |  Ed. Seda İstifciel


Az önce tıkladığınız linkle bu yazıyı okumayı seçtiniz. Peki interneti kapatıp çıkmayı tercih ettiğiniz ya da tıkladığınız linke değil de başka bir şeyi seçerek internette dolanmaya devam ettiğiniz başka ihtimallerle sarılı bir evren de olabilir mi? Kuantum fiziği, bunun mümkün olduğunu söylüyor.

Bilim ve Aşkın Kuantum Dansı:

Nick Payne tarafından yazılan, Özge Erdem ve Kemal Kayaoğlu’nun sahnelediği Takımyııldızları, romantik bir ilişkinin paralel evrenlerdeki olasılıklarını merkezine alan, bilimle sanatı benzersiz bir şekilde harmanlayan bir tiyatro oyunu. Oyun, seyirciyi kuantum fiziğinin belirsizlikleri ile insani duyguların karmaşası arasında bir yolculuğa çıkarıyor. 

Kemal Kayaoğlu tarafından çevrilen, İngiliz yazar Payne’in oyunu, kuantum mekaniğinden ödünç alınan “çoklu dünyalar” (many-worlds) yorumuna yaslanıyor. Hugh Everett’in 1957’de geliştirdiği bu teoriye göre her karar, evreni dallara ayırır ve olasılıkların tümü gerçekleşir. Takımyıldızları tam da bu mantık üzerine kuruludur: Marianne ile Roland’ın ilişkisi, farklı tercihlerle farklı yönlere evrilir ve seyirci bu olasılıkların birbirini nasıl çoğalttığını izler. Bu açıdan bakıldığında oyun, bireysel seçimlerin evrensel sonuçlarını görünür kılar. Ancak metni yalnızca paralel evrenler çerçevesinde okumak eksik kalır. 


Albert Einstein’ın görelilik kuramından esinlenen “blok evren” (block universe) modeli, zamanı çizgisel bir süreç yerine dört boyutlu uzay- zamanın değişmez bir bileşeni olarak kavrar. Bu modele göre geçmiş, şimdi ve gelecek eşzamanlı olarak vardır. Henri Bergson’un “süre” (durée) kavramıyla tartışmaya açtığı gibi, zaman sanıldığı gibi geleceğe doğru bir akış olmaktan ziyade, aynı anda var olan çok katmanlı bir deneyimdir. Takımyıldızları oyununu bu perspektifle düşündüğümüzde, sahnedeki tekrarların farklı ihtimaller yerine, aynı blok evrenin farklı kesitlerini temsil ettiğini görebiliriz. Karakterlerin “seçim” yaptıkları yanılsaması, aslında seyircinin zamanın donmuş yapısıyla yüzleşmesine aracılık eder.

Paralel Evrenlerin Materyalizasyonu:

Fazlasıyla karmaşık, özellikle fizik bilimiyle ve felsefeyle çok ilgilenmeyenler için anlaması güç bu arka plan, Minoa Pera’nın küçük ama samimi sahnesinde, sahne araçlarının kullanımıyla güzel bir teatral dile dönüşmeyi başarmış. Oyunun sahnelemesinde kullanılan minimal dekor, ışık ve mizansen tercihleri, bu felsefi katmanları görünür kılmış.

Oyunda, Sıla Karakaya’nın dekor tasarımında kullanılan şeffaf kutular ve mercekler, paralel evrenlerin birbirine geçişkenliğini simgeliyor. Dekor, evrenler arasında fiziksel bir sınır olmadığını vurgularken, karakterlerin iç içe geçmiş yaşamlarını da somutlaştırıyor.

Kemal Yiğitcan’ın ışık tasarımı ve Utkan Akçay’ın ses efektleri, her evren geçişinde keskin değişimlerle ritmi belirliyor. Soyut ışık efektleri mekânı bir “olasılıklar evreni”ne dönüştürüyor. Ani karartmalar ve elektronik sesler, seyirciye bir evrenin kapandığını ve diğerinin açıldığını hatırlatıyor. Bu tercihler, Aristotelesçi tekil bir zaman algısını yıkarken, modern fiziğin çok boyutlu zaman tasavvurunu sahne estetiğine dönüştürüyor. Kuantum sıçramalarının sahne üzerindeki başarılı bir yorumu olarak karşımıza çıkıyor ve oyunun alımlayıcı tarafından algılanmasını kolaylaştırıyor. Kaos prodüksiyon olarak sahnelenen oyunun yönetmeni Özge Erdem’in sahne dilinde ve mizansenlerde kurduğu yalınlık, metnin bilimsel yoğunluğunu zarif bir sadelikle dengelemeyi başarıyor. 


Geleneksel Seyircinin Kuantum Fiziği ile İmtihanı:

Oyun, 70 dakika boyunca aralıksız akan bir zaman diliminde ilerleyip tek perde olarak sahneleniyor. Geçişlerdeki hız, seyircinin karakterlere duygusal bağ kurmasını zorlaştırsa da, bu tercih paralel evrenlerin kaotik doğasını yansıtma amacı taşıyor. Özellikle Marianne’nin hastalığı ve annesiyle ilişkisi gibi dramatik unsurlar, hızlı geçişler nedeniyle yeterince işlenemiyor. Bu sebeple seyirci, bu evrenlerdeki trajediyi tam olarak özümseyemeyebilir. Bu da alımlayıcı ve oyun arasında bir duygusal bağ eksikliğine sebep olabilir. Oyunun temayı destekleyen; ama alışık olmadık bir hızda kurgulanmış ritmi seyircinin karakterlerle derinlemesine bir bağ kurmasına ket vuruyor. Seyirci, evrenlerdeki trajediyi tam olarak özümseyemiyor. Marianne’nin hastalık sürecine dair sahneler daha uzun tutularak duygusal etki biraz daha arttırılabilirdi. 

Oyunun teorik ağırlığı hayli yüksek. Kuantum mecazları, bazı seyirciler için fazla soyut kalabiliyor. Diyalogların arasına ilişkinin ortak anılar, günlük çatışmalar gibi “dünyevi” detayları daha çok eklenerek bu konuda bir denge sağlanabilirdi. İlişkinin psikolojik incelikleri daha fazla işlenseydi, oyunun bilimsel arka planı ile insani boyutu arasındaki denge daha güçlü kurulabilirdi. Karakterlerin duygusal derinliğinin alımlayıcı için felsefi yapının gölgesinde kaldığı söylenebilir. 

Oyunun kuruluş yapısı gereği birçok tekrara şahit oluyoruz. Tekrarların fazlalığı, her ne kadar felsefi zemini güçlendirse de dramatik örgüyü yer yer zayıflattığı söylenebilir. İzleyen, seyir sırasında belirli bir noktadan sonra “tekrar”ın düşünsel gücünden çok “alışkanlık” etkisini hissetmeye başlıyor olabilir. 

Konvansiyonel hikâyelere aşina, sıradan bir tiyatro izleyicisinin hissedebileceği tüm bu noktaların yanı sıra oyun, bu seyircinin anlama ve seyir deneyimi sınırlarını zorlayarak onlara bir “kuantum deneyimi” yaşatıyor. “Bir kadeh içki” teklifi, evrenin sonsuz dallanmasını tetikleyen bir kuantum olayı olarak, kuantum fiziğini gündelik ilişkilere indirgeyen metin, seyircinin soyut kavramlarla empati kurmasını sağlıyor. Payne’in metninin yeniliklere açık seyirci için yapısal bir zekâya sahip olduğunu söylemeli. Sahnelemedeki görsel metaforların da gösterge olarak hayli iyi çalıştığını söylemek mümkün. Sahnedeki mercekler, hem mikroskop (detayları büyütme) hem de teleskop (olasılıkları uzaktan görme) işlevi görerek oyunun temalarını güçlendiriyor. 


Çoklu Evrenlerde Kimlik Arayışı:

Roland’ı canlandıran Kemal Kayaoğlu ve Marianne’i canlandıran Özge Erdem, kuramsal zenginliği yüksek olan bu yoğun metni sahnede başarılı bir şekilde ete kemiğe büründürüyor. İki oyuncu, her evrende farklı bir duygusal tonu hassasiyetle işliyor. Örneğin, flört evrenindeki kaygısız tavırlar, hastalık evrenindeki kırılganlığa keskin bir zıtlık oluşturuyor. Oyuncuların evrenler arası geçişlerdeki ani değişimleri yüksek bir performansla, ustalıkla sahnelenmektedir.

Marianne karakteri, oyunun felsefi ve bilimsel eksenini temsil ediyor. Teorik fizikçi kimliğiyle, evrenin işleyişine dair rasyonel bir merak taşır. Bu merak, onun Roland ile ilişkisini de şekillendirir: Duygularını ölçmeye, olasılıkları tartmaya ve kontrol etmeye çalışır. Oyunda Marianne’in repliklerinin tekrar etmesi, blok evren perspektifinde özellikle anlam kazanır; çünkü onun seçimleri, farklı sahnelerde aynı anda var olan zamanın farklı kesitlerini deneyimlemek gibidir. Paralel evren perspektifinde ise Marianne’in her küçük kararı, yeni bir olasılığı başlatır; böylece seyirci, karakterin hem özgür hem de kaderin içinde sıkışmış olabileceğini gözlemler.

Roland karakteri, Marianne’in tersine daha gündelik ve somut bir varoluş alanında konumlanır. Arıcılıkla uğraşan bu karakter, basit görünen hayatla evrensel sorular arasında bir köprü kurar. Onun doğallığı, oyunun çoklu sahnelerinde Marianne’in analitik yapısı ile kontrast oluşturur. Paralel evren okumasında Roland’ın kararları, farklı olasılıkların nasıl farklı hayatlar ürettiğini gösterir. Blok evren perspektifinde ise, Roland’ın seçimleri “zaten var olan” evrenin kesitlerinden ibarettir; onun sıradan görünen yaşamı bile evrenin sabit dokusunda çoklu anlamlar taşır.

Marianne ve Roland arasındaki ilişki, oyunun hem duygusal hem de felsefi omurgasını oluşturuyor. Tekrarlayan sahnelerdeki küçük farklılıklar, karakterlerin birbirine bakışını, karar verme biçimini ve duygusal yoğunluğunu değiştirir. Özge Erdem ve Kemal Kayaoğlu’nun performansı sayesinde bu farklar güçlü bir duygusal empatiyle olmasa bile hem seyircinin zihninde hem de sahnedeki gerçeklikte hissediliyor. Oyuncuların beden dili, mimik ve ses tonu, farklı evrenlerin ya da zaman kesitlerinin somutlaştırılmasına yardımcı oluyor; böylece seyirci, iki karakterin aynı anda birden fazla “yaşamını” gözlemliyor.

Marianne ve Roland, sadece bireysel karakterler değil, oyunun felsefi tartışmasının vücut bulmuş hâlidir. Onlar aracılığıyla seyirci, zaman, seçim ve kader kavramlarını hem duygusal hem de düşünsel olarak deneyimler. Paralel evren okumasında her tercih yeni bir olasılık yaratırken, blok evren perspektifinde tüm tercihlerin eşzamanlı olarak mevcut olduğunu fark etmek, oyunun düşündürücü gücünü katlar. Bu karakterler, Payne’in yazdığı metni sahnede yaşayan ve seyircinin zihninde çoğaltan araçlardır.

Bir İhtimal Daha Var (mı?):

Nick Payne’in başarılı oyununun iyi yapılmış bir çevirisini doğru sahne araçları ve iyi performans sergileyen oyuncularla izliyoruz. Ancak oyun, politik iklimin içinden güncel bir nabız yakalayarak, kültürel bağlamda daha politik bir noktaya yerleştirilebilir miydi? 

“Takımyıldızları” oyununun, öncelikle bilimsel ve felsefi temalar üzerine kurulu olsa da, dolaylı olarak politik bir alt metin taşıdığı söylenebilir. Ancak bu, geleneksel anlamda bir ideolojik söylemden ziyade, bireyin özgür iradesi, seçimlerinin sonuçları ve toplumsal yapıların birey üzerindeki etkisi üzerinden şekillenir. Bu politik yan, başka bir dramaturjik yaklaşımla sahnelense günceli ve seyirciyi daha iyi bir şekilde kavrayabilir miydi diye düşündüm. Belki bu da oyundaki sonsuz ihtimaller içinde düşünülmesi gereken bir şey olabilirdi. 

Oyunda Roland'ın arıcılık yaptığı evrenle akademide kariyer yaptığı evren arasındaki fark, sınıfsal ve mesleki koşulların bireyin kimliğini nasıl şekillendirdiğini gösteriyor. Mary'nin bilim insanı olarak kariyeri ile hastalıkla mücadelesi, toplumsal cinsiyet rolleri ve sağlık sistemi içindeki deneyimleri yansıtabilme potansiyeli taşıyor. Genel anlamda paralel evrenler kavramı, seyirciye farklı toplumsal koşullar altında bireyin özgürlük alanının nasıl değiştiğini düşündürüyor. Bu noktaların biraz daha aydınlatılması oyunu belki de bambaşka bir yere taşıyabilirdi. İçinde bulunduğumuz politik konjonktürden baktığımızda seyirciyi farklı sorgulamalara yönlendirebilirdi. 

Ancak olduğu hâliyle de izleyicisine farklı bir seyir deneyimi vadeden, zaman kavramı üzerinde yeni düşüncelere kapı aralayan bir oyun Takımyıldızları. Oyun yalnızca bir aşk hikâyesi sunmaktan öte, kuantum fiziği ve zamanın çok katmanlı doğasını sahneye taşıyan özgün bir tiyatro deneyimi olarak öne çıkıyor. Minimal sahne tasarımı, ışık ve sesin ustaca kullanımı ile Özge Erdem ve Kemal Kayaoğlu’nun performansları, teorik yoğunluğu algılanabilir kılıyor. Hızlı geçişler ve tekrarların yarattığı zorluklara rağmen oyun, seyircisini alışılmış tiyatro deneyiminin ötesine taşıyarak seçim, kader ve kimlik üzerine düşündürüyor. Olasılıkların denizinde yol alan bu yapım, hem zihinsel hem de duygusal bir yolculuk sunarak hafızalarda kalıcı bir iz bırakıyor.

Not: Fotoğraflar, themagger.com internet sitesindeki oyuncularla oyun hakkında yapılan röportaj yazısından alınmıştır.


Yorumunuzu bırakın