Hakkı Yüksel | Ed. Murat Kadaş
Ve tiyatro, mekânın sınırlarını yıktı. “İtalyan/ çerçeve sahne” ismiyle bilinen, seyir alışkanlıklarımız sebebiyle tiyatro deyince aklımıza ilk gelen; seyirciden uzakta ve onun karşısında konumlanmış, dikdörtgen bir çerçeveyi andıran ve perdeyle kapanan dekorlu sahneleme algısı, alımlayıcının değişen dünyasıyla birlikte artık fazlasıyla eskimiş durumda. Çerçeve çoktan kırıldı ve tiyatro sanatı onun dışına taştı.
Performans sanatlarının mekânsal ve performatif boyutlarını derinlemesine ele alan Erika Fischer-Lichte, “Performatif Estetik” adlı kitabında tiyatrodaki mekân algısının değişimini 60’lı yıllardaki gösteri ve sanat ortamına dayandırır. 2. Dünya Savaşı sonrası, seyircisini pasif bir izleyenden çok aktif bir katılımcı olmaya zorlayan tiyatro, mekân kullanımını da çeşitlendirmiştir. Mekân, sadece fiziksel bir alan değil; aynı zamanda performansın anlamını ve etkisini belirleyen önemli bir unsur hâline gelmiştir.
Genel sanat yönetmenliğini Ahmet Sami Özbudak’ın yürüttüğü Monologlar Müzesi, tiyatroda mekânın dönüşümüne uygun harika bir proje. Yeşim Özsoy'un GalataPerform atölyelerinden çıkan kaliteli çalışmaları seyircilerle buluşturmak amacıyla 2012'de başlattığı Türkiye'nin ilk oyun yazarlığı şenliği olan Yeni Metin Festivali'nin bu projenin çıkış noktası olduğunu söyleyebiliriz. Monologlar Müzesi, 20116’dan bu yana, kendini sürekli yenileyerek, İstanbul’un tarihî mahallesi Balat’ta bambaşka bir konseptle seyircisiyle buluşmaya devam ediyor.
Tiyatronun yapı unsurları zamanla değişim yaşarken seyirci ve seyircinin tiyatrodan beklentisi de bu değişimden nasibini almakta. Günümüz tiyatro seyircileri artık kendini bir deneyimin içinde bulmayı ve aktif katılımcı olmayı talep ediyor. Monologlar Müzesi de bu talebi fazlasıyla karşılıyor.
Geçenlerde, prömiyerini 2023 İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında yapan Monologlar Müzesi “Yuvakimyon” gösterisini izleme şansı yakaladım. Tahtalarındaki eski tebeşir izleri, sınıf kapılarındaki tabelaları, dökük sıvaları ve muhteşem mimarisiyle Balat’taki Yuvakimyon Rum Kız Lisesi, yapı olarak izleyicileri daha oyunlar başlamadan büyülemeyi başardı. Birbirinden bağımsız altı kısa oyun, uzun yıllar metruk duran lisenin sınıflarında, biter bitmez yeniden başlayarak üst üste oynanmakta. Okul kapısının önündeki karşılama oyunuyla başlayan performanslar, seyircilerin anılarla dolu koridorlardan geçerek tercih edecekleri sınıflara girmesiyle devam ediyor. Çalan ders zilleriyle izleyiciler sınıf değiştirerek yeni oyuna katılıyorlar. Oyunlardan birini izleyemiyorsunuz. Bu durum da seyirciye bir arada kalma, tercihte bulunma zorundalığı katıyor ve onu zorla aktif hâle getiriyor.
Oyunların ortak paydası İstanbul hikâyeleri olması. Çoğunu unuttuğumuz; ama kollektif hafızamızdaki yerleri silinmeyen şehir öyküleri yüzümüze çarpıyor. Aralıksız biçimde, üst üste tekrarlanan performanslara rağmen oyuncular gayet başarılı bir iş ortaya koyuyorlar. Bazı oyuncular, oyunculuk performanslarının yanı sıra performansları sırasında söyledikleri şarkılarla da büyülüyor. Sema Elcim, Ozan Ömer Akgül, Kerem Pilavcı, Münip Melih Korukçu ve Fatma Onat’ın kalemlerinden çıkan farklı tonda ve üsluptaki öyküleri dinlemek keyif vericiydi. Oyunların süre bakımından kısalığı, seyir anında seyircilerin zaman zaman ayakta oluşu, oyun anında dahi bazı seyircilerin mekânla olan ilişkilerinin kesilmemesi (fotoğraf çekmek gibi), seyirci açısından oyunlara uyum sağlamayı güçleştirse de özellikle Regina adlı oyunu epey başarılı buldum. Kısacık bir süre içinde gerekli çatışma oyuna yedirilebilmiş. Oyunun iki kişilik olması da dramatik özelliği güçlendirmiş. Bir öğretmenin hikâyesini anlatan 1955 adlı oyun da içinde bulunulan mekânla kurduğu doğrudan ilişki bağlamında başarılıydı.