23 Aralık 2024 Pazartesi

Çarpışma: Bir Zilcinin İsyanı

Hakkı Yüksel  |  Ed. Seda İstifciel

Aristoteles meşhur eseri Poetika’da şöyle der: “Varlığı ve yokluğu hissedilmeyen şey bütünün bir parçası değildir.” Bu cümle, söylendiği bağlamdan çıkarılıp tek başına ele alındığında derin felsefi açılımlar yapabileceğimiz başka başka anlamlar doğuyor.

Müge Oskay’ın yazdığı Erhan Gökgücü Oyun Yazarlığı Yarışması birincilik ödülü ve Cevat Fehmi Başkurt Özel Ödülü sahibi Çarpışma oyunu, Aristoteles’in bu sözünün sahnedeki çok açılımlı bir izdüşümü gibi… Bir senfoni orkestrasının en arkasındaki perküsyoncunun arzuları ve hayal kırıklıklarına odaklanıp içine düştüğü büyük krizi anlatan oyun, Kubilay Karslıoğlu tarafından yönetilmekte. Afife Jale ödüllerinde en iyi erkek oyuncu olarak aday gösterilen Can Atak da bu soluksuz monodramanın anlatıcısı.

Kalabalık orkestra düzeni içinde en arkada bulunan, çoğunlukla “susan”, sırasını bekleyen bir zilcinin, içinde bulunduğu orkestraya aidiyetini sorgulayışı oyunda çok başarılı bir şekilde işleniyor. Öyle ki bir izleyici olarak oyunla kurduğum ilişki beni daha çok oyunun metaforik boyutunu düşünmeye itti. Cemaat kültürünü içselleştirmiş ve çoğunlukla kendini içinde bulunduğu cemaatle tanımlamayı alışkanlık hâline getirmiş bir kültürden gelen bizlerin durumu gibiydi oyundaki zilcinin pozisyonu. Büyük bir orkestranın sadık ve sessiz elemanı gibi toplulukla hareket eden, toplum içinde varlığını sürdüren biz vatandaşlar toplumla çakışacağımız bir an gelip çattığında tavrımızı hangi yönde koyacağız? Sadık bir yurttaş olarak kendi varlığımızdan vazgeçip toplumla uzlaşacak mıyız; yoksa bir birey olduğumuzu hatırlayıp içinde bulunduğumuz toplumun kökleşmiş kurallarıyla çatışacak mıyız? Hangi karar bizi gerçekten biz yapacak? Çarpışma oyunu izleyiciyi böyle bir sorgulamaya götürüyor.

Oyundaki zilci, işine büyük tutkuyla bağlı bir sanatçı. Orkestrada diğer enstrümanların arasında göz ardı edilebilecek bir ses çıkartacak olsa da bunu tüm yaratıcılığını kullanarak kusursuzca yapmanın derdinde. Can Atak’ın monologları sanat anlayışı, sanata bakış ve bir sanatçının sorumluluğu üzerinden de anlamlar taşımakta. Oyundaki zilci ayrıldığı eşi ve oğlunu bir gün konserine çağırır. Tutkuyla sürdürdüğü işini oğlunun meraklı gözlerinin önünde de icra etmek ve ona nasıl bir baba olduğunu kanıtlamak derdindedir. 

Edebiyatımızda Tanzimat’tan Cumhuriyet’e dek, romanda ve tiyatroda “baba motifi” farklı çağrışımlarla sıkça işlenmiştir. Çarpışma oyunundaki kendini duyurmak isteyen zilci de aynı zamanda bir baba. Büyük bir kaybeden… Eşiyle sorunlar yaşamış, ondan ayrılmış, onu başka bir adama kaptırmış, oğlunun gözünde forsunu yitirmiş bir baba. Dolayısıyla ailesini davet ettiği konserdeki gösteri alanında aynı zamanda erkekliğini de yeniden ispat etme derdinde. Bunun için de görünür olmak, önde olmak gerekmekte. İçinde biriktirdiği “susları” büyük bir çarpışma anıyla haykırmak, bir gösterinin başrolü olamıyorsa yeni bir gösteri oluşturmak peşinde. Bu motivasyonlarla baba- oğul ilişkisi çerçevesinde gelişen oyun, kişisel bir dramı toplumsal normlarla ilişkilendirerek yavaş yavaş tansiyonu arttırıp climax noktasına ulaşıyor.  


Oyunun doruk noktasında olanları patriyarkal sistemin yarattığı erkeklik kültü üzerinden de toplumsal sınıf düzeni üzerinden de okumak mümkün. Oyunun sürprizini bozmamak için çok ayrıntı vermek istemediğim bu bölümde şefle zilcinin çatışmasına odaklanıyoruz. “Orkestra içinde bir besin zinciri varsa en üstteki kimdir ya da kim en altta?” oyunda sürekli tekrarlanan bir soru. Zilciye göre bir orkestrada besin zincirinin en üstünde şef vardır. Herkes şefin gözünün içine bakar. Onun ufak el hareketleriyle parçalar şekillenir. O, orkestranın en prestijli, en karizmatik, en yetkin kişisidir. Hatta o kadar ki orkestra şefinin oğlu bile diğer herkesin oğlundan daha kıymetli, daha muteberdir. Konser sonunda tüm tebrikleri şef alır. Güzel solist kadın yalnız şefle flörtleşir. Oyunda şefle zilci arasında bir “iktidar yönetilen” ilişkisi kurulmuş. Orkestranın bir toplumu imlediğine dair fikrim de bu ilişkiyle daha çok sağlamlaşıyor. Hatta oyunda orkestranın diğer elemanlarından bahsedilirken de bu metafor güçlendirilmeye çalışılıyor gibi. Örneğin orkestranın kemancısından bir “iktidar yalakası muhbir” olarak bahsediliyor. Zilcinin yanında oturan “üçgen zil” çalmakla görevli orkestra çalışanıysa minik bir farkla dahi olsa iktidar sıralamasında daha önde olmanın gururunu taşıyor. 

Şef, solist, üçgen zil çalan kişi, kemancı kadın… Oyun tek kişilik ama böylesi bir kalabalıklık da barındırıyor bünyesinde. Can Atak, kusursuz oyunculuğuyla izleyene sahnede büyük bir orkestranın varlığını hissettirebiliyor. Bunu yaparken dağınık düzende konumlandırılmış sandalyeler, enstrümanlar, şef ve solist kostümleri kullanılıyor. Karanlıkların arasından kaybolmuş bir kişi gibi çıkıp “Buradayım!” repliğiyle oyunu açan Can Atak oyunun sonuna kadar soluksuz bir iş çıkartıyor. Yüksek enerjisi, kendisini gözümüzü kırpmadan izlememizi sağlıyor. Ancak anlatış ritmi belki biraz daha yavaş olabilirdi. Olup bitenler biraz daha sindire sindire anlatılsa alımlayıcı oyunun dünyasına daha iyi bir giriş yapabilir kanaatindeyim. Üstelik oyunun süresi oldukça kısa. Bu katmanlı oyun biraz daha yavaş aktarımı kaldırabilir. Oyunda kaotik ve adrenalinli, risk faktörünün yüksek olduğu bir kriz durumu var. Can Atak’ın bu hızlı ritmi belki de bu krizi yansıtma amacı taşıyor. Ama bu hız oyunun doruk noktasından sonra yükselişe geçebilir. 

Can Atak’ın sahne üzerindeki en büyük ve en başarılı eşlikçisi ışık. Yakup Çartık tarafından yapılan ışık tasarımı oyunun tüm duygusunu alımlayıcıya geçiriyor. Oyun karakterinin iç hesaplaşmalarında ve seyirciye anlatımında değişen ışık, aileden bahsettiğinde kullanılan sıcak renkler dramatik yapıyı hayli güçlendiriyor ve bir kat daha etkili hale getiriyor. Arzu Özdemir tarafından yapılan yalın dekor ve kostüm tasarımı da oyunun temasıyla uyumlu ve anlatımı destekler şekilde. Kubilay Karslıoğlu’nun oldukça başarılı yönetmenliği ile boş bir sahnede büyük bir orkestrayı görür gibi oluyoruz. Can Atak’ın bu yalın dekor içindeki tüm hareketleri belli ki tek tek titizlikle düşünülmüş ve hesaplanmış.

Oyun metninin üzerine minik de olsa bir mizah tozu serpilmiş. Bu mizahi unsurlar biraz daha fazla olsaydı oyunun kriz anının daha güç kazanabileceğini düşünüyorum. Ayrıca biraz daha derinleştirilebilecek olan mizahi dil “büyük bir kaybeden” olarak çizilen zilci karakterin hayata dair tutamağı haline de gelebilirdi.


Oyun iktidar yönetilen ilişkisinden erkeklik mitine, toplum birey ilişkisinden sanat kaygılarına kadar birçok alt metni içinde barındırıyor. Yani tıpkı zilci gibi “susları” daha çok olan bir metin. Sündüz Haşar gibi başarılı bir dramaturg tarafından ele alındığından seyirci oyunla ilişkisini alt metinlerle de kurabiliyor. Ancak belki daha yenilikçi dramaturjik yaklaşımlar ve devlet tiyatrolarında görmeye alışık olmadığımız farklı, heyecan yaratacak buluşlarla seyircinin bu ilişkilendirmeleri daha kolay yoldan yapmasına olanak tanınabilirdi. 

 Çarpışma, bireyin toplum içinde var olma mücadelesini, iktidar ve yönetilen ilişkilerini, sanatçının kendini gerçekleştirme çabasını ve kişisel dramların toplumsal boyutlara nasıl taşınabileceğini çarpıcı bir şekilde sahneye taşıyor. Kubilay Karslıoğlu’nun başarılı rejisi, Can Atak’ın etkileyici performansı ve teknik ekibin bütünsel uyumuyla oyun, seyirciye sadece izlenecek değil, üzerine düşünülecek ve tartışılacak bir deneyim sunuyor. İçerdiği metaforik katmanlarla hem bireyin iç dünyasına hem de toplumsal dinamiklere ayna tutan Çarpışma, yalnızca bir zilcinin hikâyesi değil, aynı zamanda sessizlerin çığlığını duyuracak bir anlatı olarak uzun süre akıllarda kalacak nitelikte.

Oyun alımlayıcıyı dönüp kendi hayatına bakması için zorluyor. Şef miyiz yoksa zilci mi? Şefsek ayrıntıları kaçırmadan müziğin hakkını verebiliyor muyuz? Zilci isek “susları” ne zaman bozacağız? Zilleri çarpıştırmaya daha ne kadar kaldı?

*(Not: Fotoğraflar T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğünün resmî sitesinden alınmıştır.)



Yorumunuzu bırakın