Hakkı Yüksel | Ed. Murat Kadaş
Şimdi Beyoğlu
“(…) Saçma. Susmamak için konuşuyoruz.”
(Mikadonun Çöpleri, s.38)
Biriyle en son ne zaman sohbet ettik? Şöyle kelimenin tam anlamıyla, sahici bir sohbet… Arapça kökenli “sohbet” sözcüğü, “dost olma, sevme” anlamlarına gelmekte. “Sahip” sözcüğü ile ortak kökten geliyor. Bu etimolojik bağlantıdan hareketle “sohbet edenler” birbirlerinin düşüncelerini “sahipleniyor” diyebiliriz. Bu kitabî açıklamadan sonra sorumu yineliyorum: Biriyle en son ne zaman sohbet ettik?
Sosyal medyada yarattığımız yankı odalarında büyüyen bizler, kutuplaştırılmış fikirlerden birini seçip birden fanatikleşerek o fikrin savunuculuğunu yaparken varlığına dahi tahammül edemediğimiz diğer fikri faşizan bir şekilde hiçleştiriyoruz. Bırakın sevgi temelli bir çift “sohbeti”, diyaloğa girmeye bile dayanamıyoruz artık. “Susmamak için konuşuyoruz.” Hepsi bu. Sadece konuşuyoruz. Konuştuğumuz kişiyi dinleme lütfunu bile gösteremiyoruz hiçbirimiz. Dikkat edin, şöyle bir gözden geçirin iletişimlerinizi. Konuşma sırası bizde değilken yaptığımız şey dinlemek değil, bir an önce sıranın bize gelmesini beklemek. Dolayısıyla anlamıyor, anlaşamıyor, hiçbir konuda uzlaşıya varamıyoruz uzun zamandır. Bizi çoğaltacak ortaklıklarımız giderek tükeniyor, hızla yalnızlaşıyoruz.
Edebiyatımızdaki Garip akımının temsilcilerinden olan Melih Cevdet Anday’ın 1967’de yazdığı Mikadonun Çöpleri adlı oyun, bizlerin de şu sıralar yaşadığı gibi iletişimsizlik hummasına tutulmuş bir kadın ve bir erkeğin gece yarısı bir evde kendilerini var etme çabalarını anlatıyor. Farklı zamanlarda defalarca sahnelenen bu kıymetli oyun, geçtiğimiz sezon Tiyatro.in prodüksiyonu olarak yeniden sahneye kondu. Metne sadık kalarak yapılan bu sahneleme, Türkiye’nin 60’lı yıllarının gerçeğini yansıtan bir oyuna 2020’li yıllardan yeniden bakıyor. Böylece, paradigmalar değişse bile bazı problemlerin hâlâ çözülemediğini görüyoruz.
Oyun, sokakta kar altında kucağında bebeğiyle kalan bir kadın ile kadını evine getiren erkek arasında geçer. Vakit gecedir. Gündüz Vassaf, “düzen güçlerinin uykuda olduğu vakit” olarak tanımlar geceyi. Geceye dair bu özellik oyunun tohumuna büyük bir katkı sağlar. Bu iki karakter de düzenin baskıları altında büyümüş ve sıkışmıştır. Gece boyunca erkek, artık çok ilgisini çekmeyen, yabancılaştığı bir dünyada sevmediği insanların ve onların değerlerinin arasında bulunmaktan duyduğu öfkeyi boşaltmak için konuşmak ister. Kadınsa toplumun değer yargılarını daha ciddiye alan ve o yargıları içselleştirmiş biri olarak erkeğin evindeki konumunu şekillendirmek ve yanlış anlaşılmamak için kendini anlatma ihtiyacıyla konuşmak ister. İki karakterin de anlatma istekleri yüksektir. Ancak birbirlerini dinlemedikleri için sürekli çatışırlar. İsimsiz kurgulanan bu karakterler toplum karşısında iki farklı tutumun temsili olarak okunabilir. Bunun yanında oyunun ilerleyen sahnelerinde karakterlerin bir tipten ibaret olmadığını da derinleşen hayat hikâyelerinden anlarız. Daha çok söze ve içsel aksiyonlara dayanan oyunun takibi alımlayıcısı açısından bazen zorlayıcı olabilir. Ancak Anday, tansiyon-zaman grafiğini, merak ögelerini, heyecan verici anları ustaca ayarlamıştır.
Tiyatro.in sahnelemesinde kadın karakteri oynayan Merve Güran ve erkek karakteri oynayan Musa Can Pekcan, iki perdelik ve yaklaşık iki saat süren oyun boyunca enerjilerini bir an olsun düşürmeden çok iyi bir performansa imza atıyorlar. İkilinin jest ve mimikleri, birbirleri ile kurdukları sözlü veya sözsüz etkileşimler ilk sahneden son sahneye kadar karakterler arasındaki gerilimi başarılı şekilde aksettiriyor. Oyunun başında takım elbisesiyle gördüğümüz Musa Can Pekcan, ilk sahnede kravatını çözüp çoraplarını çıkararak mekânın kendi evi olduğunu gösteriyor. Merve Güran ise başkasının evine sığınmış ve yanlış anlaşılmaktan korkan bir kadın olarak daha çekingen tavırlarda hareket ediyor. Oyun sırasında içilen konyağın etkisinde sarhoş olması gereken oyun kişileri, zamanın akışı içinde rahatlayıp oyundaki alkol etkisini tavırlarına yansıtabiliyorlar. İki oyuncunun duygu geçişleri de olması gerektiği gibi. Yasin Gültepe’nin yaptığı ışık tasarımıyla oyunun bazı yerlerinde oyuncuların yüzüne yansıyan ışıklar oyunun dramatik dozunu uygun bir şekilde arttırabilmekte. Oyuncuların sahne kullanımı da oldukça iyi. Oyunun ilginç bir yerinde erkek karakter, bebeği kontrol etmeye içeriye (sahne arkasına) geçerken, kadın karakter birbirine yapıştırılmış sandalyeler üstünde oyun gereği uykuya dalıyor. Ve tam bu sırada oyun araya giriyor. Ara boyunca Merve Güran’ı orada öylece yatarken izliyoruz. Oyuncuyu fiziksel anlamda zorlayan bu ilginç sahneleme tercihi oyuna tuhaf bir gerçeklik katıyor. İlk perde bu anlamda “pause” tuşuna basılıp durdurulmuş bir film gibi sonlanıyor.
Sahnelemede ayrı bir başlık açılıp uzun uzun konuşulması gereken en önemli unsurun dekor olduğunu düşünüyorum. Oyunun yönetmeni Engin Hepileri aynı zamanda dekor tasarımına da imza atmış. Çoğunlukla söze dayalı içsel aksiyonlarla kurgulanan bir oyun olduğundan söz ettiğim Mikadonun Çöpleri, bu dekorla tek bir kelime edilmeden oynansaydı da şüphesiz aynı ilgiyle izlenir ve aynı etkiyi yaratırdı. Çünkü dekor, âdeta metni sahne üzerinde yeniden yazmış. İzleyici koltuğuna oturduğumda sahnede basit bir ev dekoru bulunmaktaydı. İçinde masa ve birkaç sandalyenin bulunduğu, çakma tahtalardan oluşan, dört köşeli bir ev göstergesi. Oyunun başlamasını beklerken dekoru inceleyerek birkaç şey düşündüm. Bu eve seyirciler olarak oyun boyunca evin dışından röntgenci bir pozisyonda bakacaktık. Aynı zamanda bu dört köşeli alan bana bir oyun alanını, söz gelimi bir boks ringini çağrıştırdı. Oyuncular sahneye girdikten sonra oyunun akışına uygun olarak yavaş yavaş kurulu dekoru sökmeye başladılar. Sahne dışından gelen oyunun ritmini ve durak noktalarını belirleyen köpek sesi, bir ya da birkaç tahtanın sökülmesi anlamına geldi. Tahtaları söken oyuncular söktükleri tahtaları sahnenin kırmızı ışıkla işaretlenmiş ve soba olarak gösterilen kısmına yığdılar. Mikadonun çöpleri gibi… Oyunun ilk yarısında ev dekorunun duvarlarının yarısı yoktu. İkinci perde sonunda ise ev artık duvarsızdı. Oyuncular kalan tahtalar üzerine çıkıp bir cambaz gibi yürüdüler. Oyunda “mikadonun çöpleri” sosyal normların, toplumsal değerlerin bir imgesi olarak kullanılmaktadır. Evin dışında, mikadonun çöplerini sarsmadan toplamaya çalışan toplumsal kurallara entegre bir topluluk vardır. Bizim karakterlerimiz ise toplum kurallarının doğal yaşama getirdiği çirkinlikler arasında sıkışmış, mikadonun çöplerini sarstıkları için kural dışı ve oyun dışı kalmış iki mutsuz insandır. Kadınlık, erkeklik gibi toplumsal cinsiyet rollerini; evlilik, aile, namus, iyilik gibi kurum ve değerleri yapı bozuma uğratarak tüm insanlık adına hem toplumla hem de yaşamla hesaplaşacaklardır. İşte bu yapı bozum sırasında oyuncular dekor tahtalarını da döndürerek vidalarından çıkarır. Bu sahneleme hem metnin örtük içsel aksiyonlarını dışsal bir eyleme dönüştürmekte hem de göstergesel olarak yeni ve katmanlı başka anlamlar yaratmaktadır.
Anday’ın bu başarılı oyununun hem metne sadık kalınıp hem de özgün bir sahnelemeyle böylesi bir dille aktarılması takdire şayan. Metin, bilinçli bir şekilde belirsiz bırakılmış noktalarıyla yarım kalmış da bu sahneleme ve oyunculukla hakkıyla tamamlanmış gibi.