15 Şubat 2024 Perşembe

Bölüm 3: Galataport / İstanbul Modern Müze

Eren Can Altay  |  Ed. Murat Kadaş  |  Fotoğraflar: Merve Nur Ocaklı

Dosyanın son metni niteliğini taşıyan bu bölümde, bir önceki yazıda da olduğu gibi tekil bir yapı üzerine eğileceğiz. IRHM gibi Galataport alanında yer alan ve İstanbul için olduğu kadar Türkiye için de bir o kadar önemli olan Türkiye’nin ilk modern ve çağdaş sanat müzesi: İstanbul Modern Müze. Daha çok İstanbul Modern olarak anılan yapı uluslararası bir mimar olan Renzo Piano’nun (Renzo Piano Building Workshop / RPBW) imzasını taşıyor. İtalya, Amerika, Fransa, Japonya gibi birçok ülkede eserleri bulunan İtalyan mimarın İstanbul’da da bir yapıya imza atması, Türkiye için önemli olduğu kadar Galataport’un uluslararası reklamı için de bir o kadar önemli. Galataport’un, bu denli ünlü bir mimarın imzasını kendi alanında taşıması, belki de projeye dünya çapında bir tanınırlık kazandırarak, yerel eleştirilerden uzaklaşma olanağı sağlar.

IRHM ile biraz daha farklı bir hikayeye sahip olan İstanbul Modern, bu yeni binasından önce de aynı arazinin farklı bir bölümünde yer alıyordu. Bu açıdan mekansal bir devamlılıktan söz edilebilir. Müze 2004 ile 2018 yılları arasında Mimar Sedat Hakkı Eldem’in imzasını taşıyan 4 no’lu Antrepo binasında yer alıyordu. Ancak Galataport Projesi dahilinde yıkılan bu yapı İstanbul Modern’in 4 yıl sürecek Beyoğlu/Taksim macerasını başlattı. Burada bir kez daha görülebildiği gibi, “tarihi çevreyi koruma” söylemine tutunmaya çalışan Galataport, sahip olduğu alan içerisinde birçok önemli mimari eserin yıkılmasına ya da büyük oranda tahrip edilmesine sebep oldu. Bu yıkımları da yeni oluşturulacak olan sanat merkezleri ve muhtemelen asıl amaç olan AVM-vari steril alışveriş alanlarıyla meşrulaştırmaya çalıştı ve bir ölçüde de başarılı oldu.

Yapı bazında, RPBW tarafından tasarlanan İstanbul Modern Müze’ye odaklanacak olursak, IRHM ile benzer bir izlek görürüz. Yapının bireysel kalitesi ve alan için önerdikleri, Galataport projesinin geneline yayılamayan bir unsurlar bütünü olarak kalmaya mahkum olur. Alt katlarında oluşturulmaya çalışılan geçirgen yüzeyler, yapının kütleselliğinin insan ölçeğinde algılanmasını önlemeye çalışır ve meydan ile deniz arasında görsel bir bağlantı yaratır. Ne yazık ki aynı bağlantının Galataport’un diğer bölgelerinde de mevcut olduğu söylenemez.


Cephe hareketleri bakımından dinamik bir çizgi izleyen yapının aynı dinamizmi plan düzleminde de takip ettiği söylenemez. Sirkülasyonun ana unsurunu oluşturan merkezi merdiven dışında plan düzleminde öne çıkan bir hareket ile karşılaşılmaz. Sergi alanlarının açık sistemde çözülmesi ve kişinin yapı içerisindeki dolaşımını minimum düzeyde engellenmesi bile iç mekanın monotonluk hissini yıkmaya yetmez. Yine de hem yol tarafında hem de deniz tarafında yaratılmış açıklıklar, ansızın karşılaşılan ve çerçevelenmiş manzaraları kullanıcısına sunarak görsel bir hareketlilik sağlar.


İç mekandaki bu monotonluk ve belkide beklenen mekansal zenginliğin bulunamaması, terasa çıkıldığında müthiş bir tezatlık gösterir ve adeta tüm yapıya yeni bir anlam katar. Zira yapının alameti farikasının terası olduğu rahatlıkla söylenebilir. Tarihi yarımadaya ve boğaza bakan teras, çevresinde yer alan bu coğrafyayı, yapının bir parçası haline getirebilmek ve görsel bir devamlılık sağlayabilmek amacıyla sığ bir havuz ile çepeçevre sarılır. Bu havuza yansıyan İstanbul da, Modern Müzenin sınırlarını muğlaklaştırarak onu görsel olarak kentin bir parçası haline getirir. Bir anlamda yapı kendisini manzaranın bir parçasına dönüştürür. İstanbul anlatısının ve ikonik görsellerinin ayrılmaz bir parçası haline gelmiş martıların da bu havuzun üzerinde tünemeleri, romantik bir söylem ile kentin yapıyı kabullendiği bir senaryo oluşturur. Mimari tasarım süreçlerinde çokça karşılaşılan bu tarz söylemler, çoğu zaman inşaat sürecinin katı pratiğinde kaybolur ya da tavizler verir. Ancak İstanbul Modern’in terası, mimari söylemin pratiğe bu denli etkileyici bir şekilde aktarılmasının özel bir örneğini sunar.


Tüm bu mekansal değerler ve mimari kalite, yalnız başına değerlendirildiğinde olumlu bir algı yaratır ve gerek mimari cenahın gerekse kentlinin projeye karşı daha az eleştirel olmasına ve onun sorunlarını göz ardı etmesine yardımcı olur. Ancak bu sanatsal değerlerin asıl işlevi, kentin merkezinde AVM vari bir proje yaratarak rant odaklı bir üretim sürecini meşrulaştırmaktır. Mimari ürüne atılan ve tek ölçeğe odaklanan bakışlar, tüm hikayenin doğru şekilde okunmasını engeller.  Ölçekler arası bir bakış, tekil mimari eserlerin, kent ölçeğinden bakılınca aslında ne anlama geldiğini ve neleri meşrulaştırdığını daha net gösterir. Aslında olan kenti, kentliye rağmen inşa etmektir.

Yorumunuzu bırakın