22 Mayıs 2024 Çarşamba

Bir Terennüm

Hakkı Yüksel  |  Ed. Murat Kadaş

Bir Terennüm: “Düm De Re Lâ Dir Nâ Tene Dir Ney Aman!”



İnsanlar yaşlandıkça kapitalizmin örgütlediği tek biçimli, nicelleştirilmiş zaman algısını terk eder. Doğanın bir parçası olduğunu ve onun döngüsel zamanını yeniden anımsar. Dolayısıyla geçmiş, birden şimdi olur. Bu mitsel-döngüsel kavrayış, hesabı kapanmamış olayların geri çağrılmasına sebeptir. Böylece kişinin zaman ve mekân algısı bulanıklaşır. Bu bulanıklığın içinde kendi trajedisini yaşayan kişi, geçmişini yeniden temize çekebilmek adına yakınlarını araçsallaştırmak zorunda kalır.

Halk arasında “bunama” olarak adlandırılan demansa romantik bir açılım yapmak zorunda olsaydım yukarıdaki paragrafı yazardım. Kolektif üretimleri hedef alan Orchestra Theatre’ın ikinci oyunu olan, “Bir Terennüm” adlı oyun da bu konuyu tartışmaya açıyor.

Firuze Engin’in incelikli kaleminden çıkan, Gülhan Kadim’in başarıyla yönettiği oyun, bireylerin unutma ve hatırlama pratikleri üzerinden kendi geçmişlerini sorgulamalarını ele alıyor. Babaanne Seniha Hanım’la torunu Ali İhsan’ın ve dede Ali İhsan’la torunu Sevgi’nin ilişkileri üzerinden iki farklı zamanda, Çamlıca’daki Boğaz Köprüsü’nü gören aynı evin salonunda, zamanda yapılan ileri geri sıçramalarla, bir ailenin sırları, usulca kulaklarımıza fısıldanıyor.



İlayda Saran’ın evin salonu için yaptığı sahne tasarımının sıcaklığı daha oyun başlamadan izleyicinin yüzünü ısıtmaya yetiyor. Ancak bu sıcaklık yalnızca nostaljik bir duygunun getirisi değil. Sahneler ilerledikçe her bir dekor parçası ve aksesuarın titizlikle seçilmiş olduğu ortaya çıkıyor. İki farklı zamanda akan oyunda, sahne üzerindeki eşyalar iki farklı dönemin de ruhunu yansıtmayı başarıyor. Üstelik bazı aksesuarlar, özerk birer gösterge niteliğinde oyunun temasını destekliyor. Kostümler de özenle seçilmiş durumda. Torun Sevgi ve babaanne Seniha rolleriyle oyununu sergileyen İpek Türktan, giydiği sabahlıkla hem sokağa çıkması yasak, eve tıkılmış insan hâlini somutluyor hem de zamansız bir moda tercihi olarak izleyenin oyundaki zaman sıçramalarına yabancılaşmasını önlüyor. Ali İhsan rolündeki Tolga İskit de sıcak toprak renklerini taşıyan kıyafetiyle daha nostaljik bir hava taşıyor.

“Derdimi Bilmez Cânân”

Oyun metni, zaman sıçramalarından ötürü karmaşık bir örüntüye sahip. Beliz Güçbilmez’in Zaman Zemin Zuhur kitabında detaylıca söz ettiği “Geçmişte bir şey olur, gölgesi bugüne düşer.” matematiği, karakterlerin eylem çizgilerini belirlemekte.



Öykü, zaman sıçramaları ve oyun kişilerinin karakter değişimleriyle, oyundaki göstergelerden biri olan “bir avuç fındığın” kabuklarından çatlayıp çıkmaları ve ortaya saçılmaları gibi yavaş yavaş aydınlanıyor. Bu fındık, kuşaktan kuşağa, avuçtan avuca aktarılıyor. Bu karmaşık örüntü, İpek Türktan ve Tolga İskit’in başarılı mizansenleri, rolden role geçişlerindeki postür, jest, mimik ve ses değişimleriyle alımlayıcı tarafından gayet net anlaşılıyor. Bu netlikteki paylardan biri de İsmail Sağır’a ait başarılı ışık tasarımı. Sahnenin ışık sıcaklığı, zaman atlamalarına uygun bir şekilde değiştiriliyor.

Yakaları birbirine bağlayacak “köprü”, “telefonlar”, Seniha Hanım’ın eline alıp sardığı ve ucunu torununun torunu Sevgi’nin tuttuğu “yumak” gibi göstergeler, sokağa çıkma yasağının yaşandığı iki farklı zamanı birbirine sıkıca bağlıyor.

Sokağa çıkma yasaklarından birinin sebebi “pandemi”. Geçmişteki yasaksa bir sıkıyönetim kararıyla ilgili; ancak oyun içinde bununla ilgili net bir açıklama yapılmıyor. Oyunun daha sağlam bir anlamsal zemine oturması açısından bu netliği isterdim. Sokağa çıkma yasakları ile iktidar sahiplerinin farklı sebeplerle de olsa temel toplum özgürlüklerine sınır çektiğini görmekteyiz. Oyunda ise bireyin özgür tercihlerini, toplumun ahlâk kuralları sebebiyle ötelemesi veya bastırmasına vurgu yapılmakta. Bu anlamda iktidar-toplum ikileminin oluşturduğu makrokozmos ile toplum-birey ikileminin oluşturduğu mikrokozmos düzenler arasında sağlam bir alegori kurulduğunu söylemek mümkün.



Oyundaki karakterler dertli. “Derdimi bilmez cânân” diye bir şarkı mırıldanıyorlar. Dertlerini seyirci olarak bizler de çözemiyoruz hemen. Böylece alımlayıcının merakı hep diri tutuluyor. Bu bilinmezlik bazen bir fındık acısı gibi genzimize oturuyor, yüreğimizi burkuyor. Bazen de Burçak Çöllü’nün hazırladığı müziklerle şekerli bir fındık kremasına dönüşüyor dertler. Keyiflenip gülümsüyoruz.

Oyuncular, tiyatral performanslarını başarılı bir şekilde sergilerken bu performanslarını kişisel becerileriyle de süslemekten çekinmiyor. Tolga İskit’in gitarı ve İpek Türktan’ın su gibi sesiyle izleyenin tam anlamıyla mest olduğu söylenebilir.

“Sevgiye hürmet etmeli, sevginin her türlüsüne…”

Tek perdeden oluşan 70 dakikalık oyun hem izleyicisini hemen içine alıyor hem de onu sıkmadan bitiveriyor. Oyun açıldıkça karakterlerin dertlerinin toplum ve aile baskısıyla yok saymayı öğrendikleri büyük ve saf sevgileri olduğunu anlıyoruz. Oyundaki aile bireylerinin sırlarının ifşası sırasında izleyeni etkileyecek sürprizler mevcut. Bu sırlar, metin içinde bir meta olarak kullanılıp popülist bir şekilde sömürülmemiş. Sahnede de o yumuşaklıkta oynanıyor. Örneğin Fenerbahçe sevgisini her şeyin üstünde tuttuğunu söyleyen Ali İhsan’ın facebook şifresini 1903 yapması gösteriyor gerçek sevgisini. Seniha’nın bir başkasıyla paylaşmak zorunda kaldığı yüce hissini, hüznünü örttüğü çiçekli battaniye görünür kılıyor.



Zaten kelimeler de bazen, bazı şeylerin anlamını taşımak için güçsüz kalmıyor mu? Mana, sözcüğün ideolojik gömleğini yırtıp atarak özgürlüğüne kavuşmak istiyor çoğu kez. Sevgi de böyle bir manayı barındırıyor işte içinde.

Karakterler oyun içinde bir şarkıyı şu repliklerle anımsamaya çalışıyor:

_ Bu kavli sürahi eğilip sâgâra söyler, ne der?
_ Ne der?
_ Söylenecek şey bazen öyle bir raddeye ulaşır ki fındığım, hangi kelimeyi koysan kifayetsiz kalır, işte orada şarkıya terennüm girer.
_ Dümde re lâ dir nâ tene dir nâ tene dir ney!”


* Fotoğraflar kumbaraci50.com sitesinden alıntıdır.
Yorumunuzu bırakın