15 Ekim 2025 Çarşamba

Bir Sezonun Anatomisi: Şehir Tiyatrolarıyla Yeniden Düşünmek

Hakkı Yüksel  |  Ed. Seda İstifciel

Kent kültürünün ayrılmaz bir parçası olarak İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Şehir Tiyatroları, 2025- 2026 sezonu için bu ay içinde perdelerini yeniden açmışken kurumun geçtiğimiz sezon İstanbullularla kurduğu ilişki üzerine yapılabilecek bir değerlendirme, yeni sezon için var olan beklentilerimizi de şekillendirecektir şüphesiz.

2024–2025 sezonu, İstanbul Şehir Tiyatroları’nda bir tür “yeniden düşünme” sezgisiyle örülüydü. Program, hem politik hem poetik hem yerli hem de evrensel olanı tartışmaya açarken, izleyiciyi de bir tür hafıza ve kimlik sorgusunun içine davet etti. Bu sezonda sahnelenen bazı oyunlar yalnızca bir hikâyeyi anlatmadı; aynı zamanda kurumun tiyatro yapma biçimini, alımlayıcısıyla olan irtibatını ve toplumsal sorumluluğunu da yeniden tarif etti. “Sürdürülebilir Bir Dünya İçin… Barış” teması etrafında şekillenen repertuvarıyla hem estetik hem de politik bağlamda iddialı bir program sundu. Bu bağlamda geçtiğimiz sezon, kurumun geleneksel yapısını korurken aynı zamanda güncel sosyo-politik meselelere nasıl cevap verdiğini gösteren bir laboratuvar işlevi gördü.

 

“Barış”: Söz mü, Eylem mi?

Goethe’nin meşhur eserinde Faust, İncil’i kendi yorumuyla tercüme eder. “Başlangıçta söz vardı.” cümlesindeki “söz” yerine “eylem”i yerleştirir. Oyunun tohumunu oluşturan bu olay, gerçekten de değerlidir. Edebi değeri yanında politik önemi de haizdir. Kuru sözlerin günümüz konjonktüründe hiçbir işlevi olmadığını biliyoruz. Bu bağlamda, İBB Şehir Tiyatroları repertuvarının ana teması olarak seçilen “barış”ın nasıl ele alındığını eleştirel bir bakışla mercek altına almak gerek. Barış, yalnızca bir kavram olarak mı tartışılıyor; yoksa performatif düzlemde barışçıl bir üretim pratiği kurulabiliyor mu? Bu soruya yanıt bulabilmek için sezonun oyunlarında kavramın nasıl ele alındığına bakmalı. 

Genel Sanat Yönetmeni Ayşegül İşsever’in vurguladığı üzere “barış”, yalnızca insanın kendisiyle değil; doğayla, toplumla ve evrenle kurduğu ilişkideki uyumu merkezine alır. Oyunlara baktığımızda görüyoruz ki bu tema kuru bir iyi niyet bildirisi olarak kalmıyor. Şehir Tiyatroları bu kavramı hem tarihsel hem bireysel hem de dramatik bağlamda sorgulamaya açıyor. Sezonun oyunlarının, tiyatroyu bir barış aracı olarak yeniden tanımlamaya çalıştığı gözlemlenebiliyor. Bu çaba, bir söylem kurmaktan öte; sahne, metin, müzik, tasarım ve oyunculukla birlikte bir yaşatma pratiği hâline geliyor.


Geçtiğimiz sezonun kavramsal ve sahneleme açısından en güçlü yapımlarından biri olan Yaşar Kemal’in usta kaleminden çıkmış “Ağrı Dağı Efsanesi”, barış temasını hem coğrafya- mekân hem de tarih- siyaset perspektifinden okuma imkânı sunuyor. Yiğit Sertdemir’in başarılı sahnelemesi, Yaşar Kemal’in epik anlatısını olduğu gibi sahneye taşımakla yetinmiyor. Aynı zamanda bu metnin içinde taşıdığı etnik, tarihsel ve kültürel katmanları sahne mekânı, müzik ve oyunculuk aracılığıyla görünür kılıyor. Sertdemir’in rejisi, tiyatronun mekânsal olanla tarihsel olanı çarpıştırabileceğini hatırlatıyor. Sahneyi bir temsil alanı olmaktan öteye taşıyıp bir sorgulama alanı hâline getiriyor. Doğu halklarının kolektif hafızasını sahnede vurgulayarak barışın kültürel ve duygusal boyutlarına taşıyor. Töre ve iktidar çatışmaları arasında sıkışmış bireylerin trajedisi anlatılırken, barış sahnede bir umut olarak filizleniyor. 

Benzer şekilde, Tolstoy’un devasa romanı “Savaş ve Barış”, Aleksandar Popovski'nin yönetmenliğinde, Eva Mahkovic'in uyarlamasıyla şekillenerek barışı dokunsal bir izlek haline dönüştürüyor. Dekor, kostüm, ses ve ışık tasarımlarıyla bu izlek sahnede duyulur biçimde kılınıyor. İzleyici, sahnede barışı algılamakla kalmaz, onunla düşünsel ve duygusal düzlemde ilişkiye girer hâle geliyor. Oyundaki sahne düzeni ve dramaturji, barışı bir kavram olmanın ötesine taşıyor ve ona duyumsal bir varlık kazandırıyor.  Sven Jonke ve Vanja Magić'in dekor tasarımı, sahneyi boşluk ve doluluk arasında dinamik bir alana dönüştürüyor. Oyun, savaş meydanlarındaki şiddet ile aristokrat salonlarındaki duygusal ve siyasi çatışmaları paralel işleyerek “barış”ın dışsal bir durumdan ziyade, içsel bir arınma süreci olduğunu vurguluyor. Tolstoy'un romanında olduğu gibi, karakterlerin kişisel dönüşümleri, barışa giden yolun ancak içsel huzurla mümkün olduğunu gösteriyor. Barış kavramını, salt savaş karşıtlığı olmaktan çıkarıp insanın kendisiyle, toplumla ve evrenle uyumu olarak ele alıyor. Dekorundaki post- modern detaylar, oyuncuların dinamik performansları ve derin felsefi sorgulamalarıyla, seyirciye savaşın anlamsızlığını ve barışın insani bir zorunluluk olduğunu hatırlatıyor. Bu prodüksiyon, aynı zamanda Şehir Tiyatrolarının kültürel çoğulculuk ve estetik yenilik taahhüdünün de bir kanıtı olarak ele alınabilir. 


Arthur Miller’ın “Cadı Kazanı” uyarlaması ise, barış temasını çok katmanlı bir şekilde işleyerek, alımlayıcıya tarihsel ve güncel bir perspektif sunuyor. Oyun, barışın sadece bir çatışmasızlık hâli olmadığını, aynı zamanda adalet, vicdan ve dürüstlük üzerine inşa edilmesi gereken bir süreç olduğunu vurguluyor. Oyun, korku kültürünün toplumsal barışı nasıl tahrip ettiğini gözler önüne seriyor. Baskı, dedikodu, yalan ve manipülasyon ile beslenen bir toplumun nasıl parçalanabilir olduğunu gösterirken şeffaflık, diyalog ve karşılıklı güven kavramlarını barışın sürdürülebilir olması için işaret ediyor. Bunların dışında bu oyunda sahneleme diliyle, dramatik yapısıyla, dramaturjiyle konvansiyonel forma hiç dokunulmadığı görülebiliyor. Bu da İBB Şehir Tiyatrolarında yer yer yenilenmeye direnen bir damarın hâlâ var olduğunu gösteriyor. 

Kurumsallığın Hafızasıyla Gelenekten Geleceğe:

İstanbul Şehir Tiyatroları’nın repertuvarı genellikle hem güvenli hem yenilikçi, hem geleneksel hem çağdaş olmak gibi ikili bir estetik tavrın içinde salınıp duruyor. Bu salınım, bazen doğurgan bir çeşitlilik üretirken, bazen de karar veremeyen bir repertuar izlenimi yaratabiliyor.

Yine de 2024–2025 sezonu, özellikle yeni metinlerin cesurca sahneye taşınması ve toplumsal belleğe dair oyunların güçlü sahnelemelerle desteklenmesi açısından umut vericiydi. Kurum, kurumsallığını bir güvenceye değil, bir sorumluluğa dönüştürdüğünde, bu tür repertuarlar çok daha sarsıcı ve dönüştürücü olabilecektir.

Geçtiğimiz sezon yerli ve yabancı yazarların eserleri arasında dengeli bir dağılıma sahipti. Modern çağdaş oyunlara açılan bir repertuar politikası sezonun öne çıkan dikkat çekici yönelimiydi. 

Bu bağlamda, örneğin Lucy Kirkwood’un “Gök Kubbe” adlı oyunu; çevre felaketi, bireysel etik ve bilimsel sorumluluk arasındaki gerilimi kadın karakterler üzerinden ele alıyor. Bu seçki, yalnızca çağdaş dünya sorunlarını değil, aynı zamanda kadın temsili meselesini de merkezine alan bir yapıda. Oyunun sahnelenişi, metnin entelektüel yoğunluğuna rağmen temposunu kaybetmeyen, atmosfer kurmayı başaran bir rejiyi işaret ediyor.

Benzer şekilde, Johnna Adams’ın “Gidion’un Düğümü” adlı metni; okul, şiddet, ebeveynlik ve pedagojik sınırlar gibi güncel çatışmaları küçük bir odanın içine sıkıştırarak sahneye taşıyor. Bu oyunun seçilmiş olması, kurumun pedagojik alan ile sanat alanı arasındaki geçirgenliğe dair bir farkındalık geliştirdiğini gösteriyor.

Sezonda dikkat çeken bir diğer damar ise, mizah ile felaket arasındaki estetik çizgide yürüyen oyunlar. “Yoldan Çıkan Oyun”, form olarak metateatral yapısıyla seyirciyi tiyatro oyunu izlemekle tiyatro yapmanın kendisini gözlemlemek arasında bir yerde bırakıyor. Sahnede bozulan kapılar, düşen dekorlar, yanlış girişler yalnızca bir komedi efekti değil; aynı zamanda tiyatronun kırılganlığını, mekanikliğini ve hata üzerinden açılan sahiciliğini de gösteriyor.

Bu bağlamda “Yenilmez” adlı oyun da, klasik İngiliz taşra komedisinin modern okuması olarak karşımıza çıkıyor. Oyunun kendisi kadar kurumun bu tür çağdaş metinleri sahnelemesi de önemli. Çünkü geleneksel Türk tiyatrosunun mizahtan beklentisiyle çağdaş Avrupa tiyatrosunun mizahı arasında incelikli bir fark var. Bu tercih, kurumsal olarak bir çeşit estetik çeviri yeteneği geliştirilmeye çalışıldığını düşündürüyor.

Sezonda “Ödüllü” gibi orta oyunu formları ve “Vakitlerden Bir Vakit” gibi meddah geleneğini çağrıştıran yapımlar da mevcuttu. Bu oyunlar, geleneksel biçimlerin bugünün tiyatrosuyla nasıl ilişkilendirilebileceğine dair sorular ortaya koyuyor. Ancak bu tür sahnelemelerde asıl mesele, nostaljik bir taklit ile yaratıcı bir dönüşüm arasındaki farkı koruyabilmek. Şehir Tiyatroları, bu yapımlarda daha çok bir “koruma” içgüdüsüyle hareket ediyor gibi; oysa bu formların bugünün politikasıyla nasıl kesişebileceği üzerine daha cüretkâr dramaturjilere ihtiyaç var. Örneğin sezonun çok konuşulan “Fosforlu Cevriye” oyununda bu tarz bir dramaturjiyi gözlemleyebiliyoruz.


Fosforlu Cevriye, bir dönem romanının sahneye aktarımı olarak yalnızca nostaljik bir anlatı sunmuyor. Kentin periferisinden merkeze doğru yükselen bir sesin, melodramdan tragedyaya doğru evrilen yapısıyla izleyicide bıraktığı etki, hem metnin hem de sahnelemenin başarısıyla ilişkili. Oyunda kullanılan müzik dramaturjisi ve hareket rejisinin armonik dengesi, karakterin toplumla kurduğu çatışmayı beden üzerinden de yeniden üretiyor. Bu türden yenilikçi estetik tercihler, metni klasikleşmiş bir kadın karakter anlatısından çıkararak güncel toplumsal kodlarla yeniden kurmayı başarıyor.

Temenniyle…

2024-2025 sezonu, İBB Şehir Tiyatroları, hem estetik hem de politik kimliğini güçlendiren bir programla karşımızdaydı. Kurum; geleneksel ile moderni, yerel ile evrenseli dengelerken, seyircisini eleştirel düşünmeye davet etti. Ancak, sezonun başarısı, yalnızca tema ve oyun seçimlerine değil, bu oyunların sahnelenişindeki yaratıcılığa ve seyircinin bu yapımlarla kuracağı diyaloğa da bağlıdır. İBB Şehir Tiyatroları, geçtiğimiz sezon sadece köklü bir kültür kurumu olmaktan ziyade aynı zamanda toplumsal bir tartışma platformu olma iddiasını da taşıdı. Yeni sezonda da bu iddiasını sürdürmesi dileğiyle…

Not: Yazı içindeki fotoğraflar İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrolarının kurumsal sosyal medya sayfalarından alınmıştır.


Yorumunuzu bırakın